Ana SayfaManşetİç içe filmler, aşklar

İç içe filmler, aşklar

“Onun her şeyi olmak istedim” diyor kadın. Bilemiyor ki zamanın ego anıtı erkekte her şey, “her şey”den de çok. “Her şey”, o lastikten ölçü birimi, insan yaşadıkça büyüyen, uzayan bir şey zira. Her şey ile hiçbir şeyin yanılsamasında geçiyor ömürler. İç içe geçen filmlerdeki gibi…

“Hadi seç bakalım!” deseler… Artistlerden artist, filmlerden film, hatta bazen ölümlerden ölüm beğenmek bile mümkündür ama… İş büyük yönetmenlere gelince kafam karışır biraz. Hele “baba”ların çektiği 60-70, hatta 80 yıllık filmlerde…

Mizoguchi, Hitchcock, Bergman, Bunuel, Scola, Kubrick, Lang, Truffaut, Kurosawa, Fellini, Pasolini, Godard, Antonioni, De Sica, Lumet… (Bu türden –bir anda yapılan- özetlemeler, belleği çoğu kez mahcup eder.) Böyle bağrı açık, bağımsız sinema veteranlarının “gayri-resmigeçit”ine, filmlerine değen birbirinden hikâyeli hayatları da ekleniyor.

O zaman meseleyi, “sinema dehası, benzersiz kamerası-kurgusu, emsalsiz senaryosu” gibi belki hiçbirinden esirgenmemesi gereken kriterlerden biraz uzaklaşarak, başka yoldan değerlendirmek gerekiyor herhalde. Bu mevzuda kestirmeden bir yol varsa eğer…

Mesela hissederek… Gerçi birçok seyircinin koltuğundaki ilk refleksi bu kelimede saklı: “Hissetmek ya da etmemek, işte bütün mesele”. Bir zamanlar ülkemizdeki -1965 Nüfus Sayımı’na göre- 30 milyon film eleştirmeninin “Çok güzel bir film…” cümlesine eklediği “Çok ağladık” yahut “Çok güldük”le verdiği yıldızlar da “his”ten. Ki o da, Hollywoodian histeri deyip de geçemeyeceğim kadar önemli. Kıymeti, öyle filmlere kadar albümü ağır, asık suratlı kadınlar ve adamların fotoğraflarıyla dolu çocukluklardan… O zaman anlıyor; insanı ağlatan ya da güldüren sahneler bazen hayatta değil sadece filmlerdedir.

Lâkin… Hisset(tir)mek her filmin yönetmenini elbette “büyük”,  hatta “yönetmen” bile yapmıyor. Her filminde ağlatmayı başarsa da… Amma velâkin büyük yönetmenlerin filmlerinde iliklerine kadar “hissedebilmek”, seyredeni arşa çıkartan bir ayrıcalık.

Darda/arada kalınca benim için ana kriterin bu olduğunu söyleyebilirim. Aramızdaki yaş -ne yaşı çağ- farkını yok eden o duygu, o hissiyat! (Gerçi -varsa- o fark da çok hoştur, başlı başına bir hazinedir kimi örnekte. O ayrı…)

O film bana geçmedi usta

Bir filmin bende yarattığı hissiyatın, kısaca “O film bana geçmedi usta”yla karıştırılmaması için mevzuyu biraz açmalıyım belki. Sadece duygu değil, beş duyu var söz ettiğim o “filmatik his”te. Kadınla erkeği başka açıdan görüyorsun, tam o anda içine işliyor müziği, altında oturdukları ıhlamur ağacının kokusu geliyor, dokunuyor ruhuna, sen de dokunuyorsun onlara… Çıkarıyorsun tadını; sigaranı yakıyorsun yahut sigarayı bırakan parmakların arıyor öyle tiryakilikleri…  

İlâveten… Egomu dürtüp, “Onunla film seyretmekten ekstra keyif alacağım yönetmenleri ayrı bir -hisle- seviyorum herhalde” dersem… Yönetmenlerin özgün sinemasına, karakter(ler)ine sızan hikâyeli hayatları, stilleri, el lezzeti de burada devreye giriyor. İşte “dâhi yönetmen”lerden Orson Welles’e bu “his” kıstasında değinmeye çalışacağım.

Doğrusu, ilk gençliğimde filmlerini biraz “iyi bir öğretmeni arka sıradan dinler gibi” seyrettim. O yıllarda Welles’e dair “Citizen Kane” ve “The Trial (Dava)”yla çekmeceme kapanan ilgim, bir süre sonra Sezen Cumhur Önal’ın TV’deki “Müzik Yelpazesi”nde kibarca ikram ettiği klip ile hayata döndü.

Fonda mırıldandığı “I Know What It Is To Be Young” ile satranç oynadığı, yaşlıca, yorgun hâli… Taşlarının içi içkiyle dolu farklı kadehlerden oluştuğu ve oyuncunun rakibinin alıp önüne koyduğu kadehi kafasına diktiği o satranç…  Hüzünlendirmişti, sadece Çoban Matı’na inandığımız o yaşlarda.

Yaşllılığın üzerinde düşünülmeye değmeyecek kadar uzakta olduğu o günlerde bile sesi, o hâli bize dokundu, “Rosebud”ın dramatik metaforu yeniden “iyi hikâye” vurgusuyla sohbetimize katıldı. Herkesin geçmişinde bir tahta kızağı ve aksakallı, kızarmış yanaklı Noel Baba’sı vardı sonuçta. Sanıyorum onu ilk o zaman hissettim. Ulaştığım diğer filmlerine de “göz attım” video oynatıcıda (aklıma davullu zurnalı bir cihaz geliyor). Sonra o hissiyatım yine kayboldu, Welles, sinema tutkumun tramvayında yer almadı.

Beni öldüğümde sevecekler

Yine yıllar yıllar geçti… Tahta bir kızağın, eski bir şarkının, aksakallı bir hatıranın birden bire önüme çıkması gibi o “his” geri döndü. Netflix’de peşpeşe yayınlanan “They’ll Love Me When I’m Dead (Beni Öldüğümde Sevecekler)” belgeseli, Welles’in “The Other Side of the Wind (Rüzgârın Öteki Yüzü)” filmi ve Kasım 2020’de eklenen senaristi “Mank”ın biyografisiyle…

Welles’e dair bu seçkiye, aynı çınarda daldan dala bir üçleme demek mümkün. Yarattığı hissiyatı, izlediğim tüm filmlerinde az ya da çok bulduğumu da söyleyebilirim. İlk belgesel filme adını veren kendi cümlesi, Welles’in duygularını da özetliyor bir bakıma: “Beni Öldüğümde Sevecekler”…

Aykırılığı, kırgınlığı, isyanı, sarsıntılı sinema hayatı, son dönemleri, 2018 yapımı bu belgesele de yansıyor. Belgeselde yönetmenin sayısı 15’e ulaşan tamamlayamadığı filmler serisinin en kıymetli parçalarından “The Other Side of the Wind”in bitmeyen hikâyesi de var.

Welles 25 yaşında tamamladığı ve 1941’de gösterime giren “Citizen Kane”le, “ilk filmin ihtişamı”, “en genç yönetmen” gibi kıstaslarda çıtayı en yükseklere çıkaran bir yönetmen. Oyunculuğu da ayrı takdir sebebi… Ama ilk filmi, Hollywood’un geçit vermeyen blokajının da miladı aynı zamanda.

Aykırı, bağımsız sineması bir yana… Herkese politikanın, gücün göbeğindeki medya imparatoru William Randolph Hearst’ü doğrudan hatırlatan kahramanı Kane’le de Hollywood’un, hatta ondan büyük olmasın- “Amerika”nın baş belası… Yurttaş Kane biter bitmez “The Magnificent Ambersons”u çekmeye başlıyor. Ancak rivayete göre bir nevi “dost”u da olan Başkan Roosevelt’ın talimatıyla, Brezilya’ya belgesel çekimine gönderiliyor. İktidardan post, Başkan’dan dost olmaz… İlk sürgün.

Brezilya’ya gitmeden önce çektiği bölümleri seyreden Hollywood düzeltmenleri,  işlerine gelmeyen kısımları kesip atıyor, hatta o bölümleri yeniden çekiyor. Döndüğünde de kovuluyor stüdyodan. Artık ne oyuncu, ne de yönetmen olarak ona hiçbir iş yok Melekler Şehri’nde.

“Altı Kapı”ya alınan Josep K.

Avrupa’daki -aralıklarla- 20 yıllık sürgün hayatı başlıyor. O zorlu dönem, Welles’in kuvvetle sezilen bencilliğini, hissedilen ama onun mertebesinde boş verilen kibrini de solduruyor sanki. Ve ona, “Yönetmen olarak farklı bir tarzım var, artık isteyemeyeceğim şeyleri biliyorum” cümlesini kurduruyor.

İlk filminden 21 yıl sonra çektiği “Dava”ya da o hiç kabuk tutmayan yarasıyla, Kafka’nın kapı metaforunun çizgi versiyonuyla başlıyor zaten. Adaletin sarayının daha giriş kapısının önünde ömür boyu bekleyen Josef K. misali, artarda sıralanan ve her birinin önünde gittikçe daha güçlenen, irileşen kapıkullarının nöbet tuttuğu onlarca kapının hiçbiri ona aralanmıyor. Kapıdan girmek için her çareyi deniyor ama nafile. Sonunda anlıyor ki, asla açılmayan o kapılar sadece kendisi içindir.

Rüzgârın Öteki Yüzü” ise çekiminden yarım asır, Welles’in ölümünden 33 yıl sonra akıl almaz bir kurgu serüveninin ardından tamamlanıyor. İç içe iki film var perdede. İlkinde bizzat tanık olduğu Hollywood’un eleştirisini odağa yerleştiriyor. Filmindeki yönetmenin ağır aksak, diyalogsuz, bomboş, geniş alanlarda uzun uzun çektiği ikinci filmde ise Avrupa Sineması’nı yer yer hicveden göndermeleri izliyoruz. Hem de filmin çekim serüvenini içeren “hakiki” görüntülerle…   

Welles o “iki film”den de çok mutlu. Kendi deyişiyle, “Çok zevkli çünkü Orson Welles’e ait olmayan bir film yapma özgürlüğüne ve keyfine sahip oluyorum”. Filminin “çekim merkezi”ni Arizona’da İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin Zabriskie Point’de “havaya uçurduğu” mâlikânenin yanındaki eve kurması da ayrı bir ironi: Blow Up! 

Oja’yı havalandıran rüzgâr

İlk kez “erotik” sahnelere de yer verdiği filminde, başrolü paylaşan genç Hırvat oyuncu Oja Kodar da sevgilisi. Kodar üstadla tanışmasını şöyle anlatıyor: “Çok gençtim (Welles’den 26 yaş küçük), bana korkutucu geldi. Peleriniyle bizzat kendisi rüzgârın kişiselleştirilmiş hâliydi. Ama ben filmin adındaki gibi rüzgârın öteki yüzünü de biliyordum. Çünkü o insanı okşama, kaldırma, yükseltme, dans ettirme yeteneğine de sahip bir rüzgâr”.

Aşk-meşk deyince… Welles’in sosyetenin ünlü isimlerinden, oyuncu Virginia Nicholson’la başlayan izdivaç kronolojisi, Meksikalı oyuncu Dolares del Rio’ya âşık olmasıyla noktalanıyor. Ardından Rita Hayworth… Dönemin fırtınası nam-ı diğer Gilda’nın, ego kasırgası Orson’la evliliği, magazinel medyumların kristal küresini bile parçalıyor, “aspar”larını beceriksiz politikacı palavrasına çeviriyor. Onlar da eril intikamı, “Güzellik ile ‘Beyin’in İzdivacı” manşetlerinde arıyorlar.

Bir süre sonra Welles’in daimi flörtleri, Amerikalı yapımcı Sam Spiegel’in evinde verilen partilerdeki “profesyonel ilişkileri”yle, Hayworth artık sinir krizinin eşiğinde. Welles’in 47 yaşında aşırı dozdan ölen Judy Garland’la ilişkisinin ardından alkolün, uyuşturucunun, skandalların trampetinde o evlilik de çöküyor.

Her şey, “her şey”den çoktur

Hayworth “Orson’un her şeyi olmak istedim, hep ona çabaladım” diyor sonradan. Bilemiyor ki o günlerin ego anıtı Welles’de her şey, “her şey”den de çok. “Her şey”, o lastikten ölçü,  insan yaşadıkça büyüyen, uzayan bir şey zira. Her şey ile hiçbir şeyin yanılsamasında geçiyor ömürler. Adına hayat da denen, ömür boyu iç içe geçen filmlerdeki gibi…Siluetleri Welles’in yönettiği ve başrolünü Hayworth’la birlikte oynadığı “Şanghaylı Kadın (1948)”da ebedileşiyor.

Birçok “gönül macerası”nın ardından aristokrat, oyuncu Paola Mori’yle konuyor nikâh kürsüsüne… Ölünceye kadar boşanmıyor ondan. Otuz yıl… Ama o süreçte hayatını Las Vegas’taki evinde Mori’yle, Hollywood’daki evinde Kodar’la geçiriyor. Film içinde filmler sanki hem onun, hem yakın çevresinin kaderi.

“Rüzgârın Öteki Yüzü” için gereken harcamaları başlangıçta cebinden yapan Welles, terkedilmiş film setlerine takma adlarla gizlice girip, Hollywood’un ayrıntılı bir eleştirisini çekiyor. (Bayıldım bu prodüksiyonuna) Bir süre sonra finansmanı, İspanyol bir yapımcıyla, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin kayınbiraderin şirketiyle iş yapan Fransız bir kadın yapımcı aracılığıyla denkleştiriyor.

“Öteki Yüz”de Şah da varmış

Welles nezdinde, bkz bu olay da çok enteresan. Biraz baktım… Derinlerde karşıma Şahbanu (İmparatoriçe) Farah Pehlevi’nin hayatını anlatan “Flame of Persia (1971) ile başrolde Şah Rıza ile Farah’ın yer aldığı 1972 yapımı “The Shah of Iran” belgeselleri çıktı. İki belgeselin de kadrosundaki “dış ses”i, anlatıcıyı görünce canım sıkıldı: Orson Welles… O meselenin “finansmana karşılık ismini, sesini ver” pazarlığıyla gerçekleştiği bile var kaynaklarda. 

Hükümdarlığı 38 yıl süren Şah’ın “İran Medeniyeti”nin şerefine “Paris’ten getirilen altın havyar, 2 bin 500 şişe şampanya ve rosto tavuskuşu” eşliğinde düzenlenen kutlama partisine dair anekdotlara da rastlıyorum. Mesela ABD Başkan Yardımcısı Spiro Agnew, Prens Philip’e fısıldıyor: “İhtiyar Şah bu iş için gerçekten 200 milyon dolar mı harcadı?”

Kaynaklarda Welles’in sözleri de var maalesef: “Bu sadece yılın partisi değil, 25 asrın kutlaması…” Yine canım sıkılıyor ama o yıllarda biz de az sevmiyoruz zat-ı şâhânelerini… Hatta -biz yaptırmamıştık ama- herkes bir dönem Farah (Diba) Pehlevi’nin “Diba” modeli kabarık saçlarıyla onurlandırıyordu düğün daveti.

Neyse, herkesin günahı, sponsoru kendine… “Rüzgârın Öteki Yüzü”, onun “dönüş filmi” olacak. Ama inanılmaz aksaklıklar, engeller, klibine konu olan satrançtaki gibi yenildiği her hamlede kadehleri kafasına dikmesiyle sonuçlanıyor. Welles’in hep vurguladığı “İyi filmin olmazsa olmazı kazalardır” mottosu, filmin çekiminde, gerçek hayatta karşılaştığı “kaza”larla kendi başına geliyor.

Önce filmin başrol oyuncularından Rich Little (ne zengin bir küçük ad), altı aylık titiz çekimlerden sonra başka bir taahhüdü nedeniyle haber vermeden çektirip gidiyor. Elde kalan onca film çöpe… Yerine aynı sahneler Peter Bogdanovich’le yeniden… İspanyol yapımcı da uzayıp giden film şeritlerini görünce, yatırdığı paranın önemli bir kısmını “oldu-bitti”yle alıp geri dönüyor. Para durumu yine sıkışık…

Bir sen eksiktin Humeyni

Ardından 1979’da “İran İslam Devrimi” ona finansman sağlayan Şah ortağı İran-Fransız Film Şirketi’ni imha ederken, filmine de el koyuyor. Artık filmin çekilen tüm bölümleri Paris’te gizli bir kasada… Welles dava açarak kasadaki filminin Napolyon Kanunları’na göre İranlılara değil kendisine ait olduğunu savunsa da… Fransız yargısı filmi anneye veriyor; “Film yönetmene değil, yapımcısına aittir”. Ve iç içe filmin üçüncüsü başlıyor.

Fedakâr, sadık kameramanı Gary Graver’ın “iş kopyaları”yla tekrar, sıfırdan yola koyuluyorlar. Ama sadece banyodaki bir sevişme sahnesinin montajı -yap boz- altı ay sürüyor mesela… Senaryo meselesi ayrı bir kriz; zira her şey tamamlanmış bir metinde değil Welles’in kafasında. Onun da kafasında bir tuhaflık… Giderek sadece onu değil tüm ekibini de içine sürükleyen bir bataklığa dönüşüyor film. “Rüzgârın Öteki Yüzü” artık kasırga…

Asıl film hangisi?

Son filmi de bitmemiş filmlerin de unutulmaz yönetmeni  Welles’in kronolojisine ekleniyor böylece. (Oscar her yıl o dalda da verilmeli, belki günah çıkarma yerine geçer. Zaten tören, son yıllarda Pazar Ayini’nin akşamına denk getiriliyor.) Welles de, “Biten değil bitmeyen filmlerimden daha mutlu olurum. Çünkü her zaman daha iyisini yapmayı umarsınız. Her tür vedadan nefret ederim. Ve stüdyo ışıklarının her sönüşü biraz ölüm, biraz vedadır” diyor. 

Belki biraz özteselli… Öyle de olsa hazin ve o nedenle önemli.  Ölene kadar hiç bitmeyen filmin içindeki filmlerde yaşamak…  O çaresiz ama adına hayat da denen o bekleyiş, “Rüzgârın Öteki Yüzü”yle iç içe dördüncü filmi, final filmini de ortaya çıkarıyor. Belki de asıl film odur. Soralım filozofuna; “Film gibi hayat” mıdır bu, yoksa “Hayat gibi film” mi? Cevabı kırılgan ama basit aslında: Yumurta…

Filmin yıllar sonraki finalinde, yönetmen yine bir kazada, bu kez araba kazasında ölüyor. Ama kimse çözemiyor; trajik bir kaza mıdır yoksa intihar mı? Bu soru, aklımıza ölen alkolik babasının intihar ettiğine yürekten inanan 15 yaşındaki Orson’u getiriyor. O “intihar”ın suçunu hep kendinde bulduğunu da yazıyor kaynaklar. Piyanist annesini de zaten dokuzuncu doğumgününde kaybetmiş. Hayatı çocukluğundan başlayarak çoğunu “ihanet” olarak nitelendirdiği böyle travmalarla dolu.

Evet, ihanet bir bilmecedir

İhanet ya da tartışması daha elverişli kapsamıyla “sadâkatsizlik”, aslında onun hemen tüm evliliklerinde, ilişkilerinde, yanındaki kadına yaşattığı vahim “yan etki”… Ama o da, sık sık yakınmasına, öfkeyle söylenmesine neden olan o duyguyu, çevresindekilerin ona tutumunu “ihanet” olarak tanımlıyor.

Zaten filmlerinde de insanların en iyi dostlarına, yakınlarına ya da inandığı değerlere ihaneti var. Ki kendi sözleriyle, inandığı değerlere ihanetten de beteri, dostuna ihanet etmek. Attila İlhan’ın ruhu şad olsun, “İhanet bir bilmecedir”. Değil mi?

Kadim, vefakâr dostu Peter Bogdonovich’in de kendisine ihanet ettiğine inanıyor, son dönemlerinde. Ki o, üç hafta kalacağını söyleyip villasına üç yıl yerleştiği, evindeki “cep sineması”na el koyup, -son derece- şahsi stüdyosuna çevirdiği bir dostu. Belki o duygularla… Kendisinin de Bogdonovich’e ihanet etmiş olabileceğini, ironik ve/ya da acımasız bir yolla dile getiriyor.

İçinde iki ayrı mektup bulunan bir zarf gönderiyor ona. Birinde Bogdonovich’e neden ihanet ettiğini ve bu ihanetinden duyduğu dehşeti yazıyor. Diğerinde ise onun bunu hak ettiğini… Ardından ekliyor: “İstediğini seç…” İç içe iki farklı mektup, yine iç içe iki film, yine tamamlanamamış müthiş bir final filminin son sahnesindeki çarpıcı replik…

Orson Welles 70 yaşında kalp krizinden öldü. Öldüğünde Yurttaş Kane’in finalinde uçuşan alevler arasında yanan ve tüm çocuksu mutluluğunun sembolü olan tahta kızağın üzerinde bu kez Rosebud değil de belki “Rüzgârın Öteki Yüzü” yazıyordur. Çünkü öyle ya da böyle rüzgârdır, geçmişin küllerini havalandırıp gözümüzü yaşartan…

Biyografik Mank filmini, sonraki filmatik yazıma bırakıyorum. O da “iyi hikâye”…

BİR FİLM/BİR REPLİK

– Çok az kişi tanırım.

– Ben de herkesi tanırım… Demek ikimiz de yalnızız. (Yurttaş Kane)

- Advertisment -