Seyid Çolak’ı biz daha çok Oyun (2010), Kara kar (2011), Serender (2014) gibi kısa filmlerinden, TV programından tanıyoruz. Yönetmenin Türkiye ve pek çok ülkedeki festivalden ödülle dönen, senaryosunu Güven Adıgüzel ile yazdığı ilk uzun metraj filmi Kapan geçtiğimiz Cuma günü vizyona girdi.
Filmin hikâyesi izole edilmiş bir adada geçer, Beyşehir Gölü’ndeki Mada adasında yaşayan beş balıkçı arkadaşın birbirinin içinden geçen hikâyelerine odaklanır. Her şey serin sakin ilerlerken ilk olarak, balığa çıktıkları bir gece, içlerinden biri ortadan kaybolur. Henüz bu olayın şaşkınlığını üzerlerinden atmadan başka bir sorunla yüzleşirler. Ada sakinlerinin “Canavar” dedikleri vahşi kurdun gelişi ile bütün hanelere huzursuzluk sızar. Kurdun varlığı adada pekiştikçe yarattığı korkunun hacmi büyür, filmin ana karakterlerinin bütün hayatını istila eder.
Canavar’ın adaya gelişi küçük çaplı bir “felaket” etkisine sebep olur. Adadaki hayatı, o korkuya ortak olan bütün karakterleri adeta saydamlaştırır. Huzursuzluk ve korku büyüdükçe içlerinde yüzleşmek istemedikleri öfke, kin, birbilerine dönük husumetleri ve hayvani dürtüleri teker teker gün yüzüne çıkar. Gündüzleri uluma sesi ile adada yaşayanları huzursuz eder Canavar, bazı geceler ise sokaklara iner ve hayatları yavaş yavaş kabusa çevirir. Kurdu avlamak için tüfeklerini alıp ormana dalar balıkçılar. Filmdeki balıkçıların Canavar’a yaklaşım biçimleri onların karakterleri hakkında fikir edinmemizi sağlar. Bunu en çok kurdun yavruları ile karşılaştıkları sahnedeki tepkilerinde görürüz. Yönetmen bu sahneyi biraz da aynaya bakan suretler gibi perdeye yansıtır. Bu göz göze gelişler ile kimi içindeki nefreti açığa çıkaracaktır kimi de merhameti. Oyuncuların kamera hizasındaki bakışları, bir nevi izleyici ile de göz göze gelişleri ile bu içsel muhasebeye seyirci de ortak edilir.
Bu yılın dikkat çeken filmlerinden, Seyid Çolak ile aynı jenerasyon ve muhitten gelen Fatih Özcan’ın Mavzer filminde de taşrada yaşayan ve yine bir kurdun varlığı/korkusu ile dönüşen hayatlara tanıklık etmiştik. İki yönetmenin de benzer imgeler üzerinden benzer ruh halleri üzerine odaklanması, üzerine düşünülmesi gerken bir vakıa. İleriye dönük sosyolojik analizlere imkân tanıyan bir ortaklık. Burada öne çıkarılan duygunun korku ve dışarıdan (ya da) içeriden gelen tehdit üzerine olması da dikkate değer. Sürekli bir tehdit altında olma hissi ve korku halinin günümüz dünyası ve Türkiye özelinde de üzerinde düşünülmesi elzem. Filmin önemli bir bölümünde, Canavar hiçbir şey yapmasa da sadece varlığının bilgisi bile yakın çevresindeki ruhlara korku salar ve ciddi tahribatlara sebep olur. Korku, temas ettiği her şeye yeniden şekil verir; hayatları, kişileri ve insanların birbirileri ile ilişkilerini hızla dönüştürür. Muhteşem bir tabiatın ortasındadaki bu güzel ada da yavaş yavaş içinden çıkılamayan bir kapana tahavvül eder. Bunu yansıtırken tabiatın görkeminden olabildiğince istifade eder yönetmen. Esen rüzgâr, kar, gök gürültüsü, ölü bir kelebeğin etrafını saran karıncalar, rüzgarda uçuşan ağlar ve sürekli uzaklardan gelen köpek seslerini dahil eder anlatısına.
Son dönem filmlerde öne çıkan ‘korku’ temasına geri dönecek olursak. Kapan’da oldukça naif bir şekilde konu edilir bu, insanın tabiatla ve insanın insanla karşılaşması, toplumsallaşması ile başlar bu klasik hikâye evet fakat burada bitmez. Ölçek büyüdüğünde, toplumlar ve ilişki ağları genişlediğinde hikâye de büyüyecektir. Güçlünün güçsüz ile karşılaşması, gruplaşmalar, kurumsallaşmalar ve sistemlere varana kadar korku elden ele adeta devleşir. Korkunun günümüzde devletlerin, büyük sistemlerinin elindeki en büyük aygıt olduğu aşikar, bu sebeple filmlerde bu kadar ön plana çıkmasına da şaşırmamak gerek. Korku’nun hayatın kılcallarında nasıl dolaşıma sokulduğu ve araçsallaştırdığını, insanların hayatını maipüle etmeye yarayan bir tekniğe dönüştüğünü en vâzıh ifade eden düşünürlerden biridir Albert Camus. Camus’ya göre 17. yüzyıl matematik çağı, 18. yüzyıl fizik çağı, 20. yüzyıl ise korku çağıdır. “Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama, bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kurumsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile onun bir teknik olduğu su götürmez.”
Seyid Çolak filminde bu ‘korku’ hissinin ortaya çıkışı ile hayatlar üzerinde ne tür dalgalanmalara sebep olduğu üzerine düşünür. Filmde kurdu hemen hiç göstermiyor oluşu, onun en çok korku saldığı gecede bile cisminden ziyade gölgesini görüyor ve sesini duyuyor oluşumuz da bu hissi doğrular. Korkuyu cismani bir unsura tutturmuyor Çolak, soyutluğunu muhafaza ederek izleyicinin tahayyül alanını genişletiyor.
Filmde korku gibi dikkat çeken diğer bir temsil de uyku. Korkunun karakterleri, küçücük bir adada yaşayan insanları dahi ayrıştırdığını, herkesi bir başka köşeye savurduğunu filmde görebiliyoruz. Uyku ise bir kaçış alanı, korkunun aksine herkesi aynı ortak paydada birleştirebilme gücüne sahip. Filmdeki çocukları ağaç kovuklarında uyurken görürüz, yetişkinler ise uyku üzerine sohbet eder ve onlar da zaman zaman sahilde, kahvede uykuya dalar.
Kapan, yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen sinemada zor olanı, atmosfer kurmayı başarıyor. Filmin ilk yarısında izleyicinin hangi karakteri ve hikâyeyi takip edeceğini kestirmekte zorlandığı bir dağınıklık hâkim fakat ikinci yarıda artan gerilm duygusu, karakterlerin gün yüzüne çıkan paranoyası ve adanın bir kapana dönüşmesi ile olaylar birbiriyle ilişkilendirilerek kısmen bu handikap aşılıyor.
Görüntü yönetiminde özenli bir tutum dikkat çekiyor, daha çok Andrey Zvyagintsev ve onun izinden giden Rus yönetmenlerin kadrajlarını ve renk paletlerini hatırlatıyor. Filmin en büyük artılarından biri ise Ali Saran’ın besteleri. İcrada çellonun tercih edilmesi filmin vermek istediği gerilim, sıkışmışlık duygusu ile örtüşüyor. Metaforları zengin bir film Kapan, filmin başlangıcında gördüğümüz, bir türlü kesilemeyen kurban da bunlardan biri. Filmin içerisinde dolaşan ve bir türlü amacına hizmet edemeyen bu koçu son sahnede de görürüz. O yaşadıkça adadaki kurbanların sayısı artar adeta. Kesilemeyen kurban, yerine getirilemeyen görev, kişilerin vazgeçemediklerini de imler belli ki. Yönemenin filmindeki boşluklar üzerinden izleyicinin zihnini harekete geçirmek istemesi güzel fakat karakterler ve birbirleri ile ilişkileri, vazgeçilemeyenler, husumetler biraz daha derinleştirilse izleyicide daha güçlü bir tesir bırakabilirdi seyir. Filmde iyi ve kötü dikotomisinden ziyade her karakter gri tonlarda buluşur, her ne kadar karamsar bir ruh hali hâkim olsa da neticede ilahi adalet yerini bulur.