Ana SayfaManşetKendini kandırma karakterimiz midir?

Kendini kandırma karakterimiz midir?

Veba gibi görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan, yaşanmışlığı herhangi bir soru işareti taşımayan, ya da tartışma konusu olmaması gereken bir olguyu bile ideolojik olarak yok sayıyorsak, acaba yakın tarihteki İttihatçılık, Abdülhamit, Ermeni meselesi, Mustafa Kemal ve benzeri birçok kişi ve meseleyle ilgili bilgimiz gerçeğe ne derece uygun?

Televizyon tartışması izlemenin ruh sağlığına zararlı olduğu bir dönemde bazen çok öğretici yayınlara da rast gelebiliyoruz. Bunlardan birini 6 Aralık günü Habertürk’te Fatih Altaylı gerçekleştirdi. Tıp tarihinin konuşulduğu programın iki konuğundan biri Rutgers Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Nükhet Varlık’tı…

Geçmişteki büyük veba salgınları ile ilgili konuşurken Varlık Batılı tarihçilerin Oryantalist yaklaşımına vurgu yaptı. Genelde bu tarihçiler veba salgınlarını sadece Batı’da yaşanmış bir olgu olarak ele alıyorlardı. Ancak Varlık’ın anlattığı üzere veba neredeyse aynı şiddette Osmanlı coğrafyasında da etkili olmuştu. Bazı tarihçiler ise daha ‘cesur’ bir adım atarak vebanın Batı’ya Doğu’dan, özelde Osmanlı’dan gelmiş olduğunu öne sürebiliyordu. Oysa bu tümüyle bir yakıştırmaydı ve vebanın oluşması veya kendisini tekrarlaması için bir yerden ‘gelmesi’ gerekmiyordu…

Oryantalizm Doğu’yu ‘aşağı’ bir fıtratla tanımlayıp onu horlamanın ve bu arada Batı’yı ‘üstün ve temiz’ kılma çabasının bilimselci bir dil içinde ifade edilmesi… Aynen bizdeki bazı laik/solcuların dindarlara bakışı gibi. Ötekine olumsuz nitelikler atfederek kendini olumlamanın ideolojik rahatlatıcılığını yansıtıyor. 

Programda Varlık haklı olarak bu tutumu deşifre edip kınadıktan sonra işin ‘püf noktasına’ geldi ve projektörü kendimize çevirdi. Çünkü açıktır ki Oryantalizmin bizi de rahatlatan bir yanı var. Onlar Oryantalizm yaparak rahatlıyorsa, biz de onlara ‘Oryantalist’ diyerek rahatlıyoruz…

Ama asıl mesele kendimize nasıl baktığımız. Varlık da mealen şu can alıcı soruyu sordu: “Diyelim ki Batılılar Oryantalist oldukları için sadece kendi salgınları ile uğraşıyor, bizdekini görmüyor ve hatta kendi salgınları için bizi suçluyor… İyi de bu veba salgınlarını aynı şiddetle biz de yaşamış olmamıza rağmen acaba biz niçin bundan hiç bahsetmiyor ve salgın sadece Batı’da yaşanmış gibi davranıyoruz?”

Varlık’a göre bunun ‘birkaç sebebi’ vardı ama programda bu sebeplerin hepsi ele alınmadı. Yine de en önemli nedeni duyma şansımız oldu… (Mealen) “Çünkü veba gibi bir olayı, zihnimizde yücelttiğimiz yükselme döneminin ihtişamına yakıştıramıyoruz.”

Buna ‘ne yapalım duygusal bir milletiz’ türünden hamasi bir bakışla yaklaşabilirsiniz. Ancak ortada kendimizle ilgili vahim bir tespit var: Zihnimizdeki hayale denk düşmediği ölçüde gerçekliği çarpıtıyoruz. Geçmişte hiç olmazsa bir dönem ‘en birinci’ olma ihtiyacımız o denli yüksek ki, söz konusu dönemin ‘tertemiz’, sadece büyüklük ve doğrulukla dolu olduğunu düşünmek istiyoruz.

Öte yandan bu bakış sadece Osmanlı’nın belirli bir dönemine yönelmiyor. Bazımız hiçbir anına toz kondurmaya razı değil… Veba gibi görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan, yaşanmışlığı herhangi bir soru işareti taşımayan, ya da tartışma konusu olmaması gereken bir olguyu bile ideolojik olarak yok sayıyorsak, acaba yakın tarihteki İttihatçılık, Abdülhamit, Ermeni meselesi, Mustafa Kemal ve benzeri birçok kişi ve meseleyle ilgili bilgimiz gerçeğe ne derece uygun?

Tabii ki değil… Gerçek dışı olan ama zihnimizdeki hayale uygun düşen bir anlatıyı gerçek olarak kabul etmeye yatkınız ve devletin de bu yönde bizi resmen kandırmasına itirazımız yok…      

Nitekim vebaya ilişkin söz konusu gözlem, tarihi çarpıtmanın ötesinde gerçeklikle sorunumuz olduğunu söylüyor. Zihnimizdeki olması gerekenden farklılaştığı zaman gerçeklikten hoşlanmıyor, gerçekliği değiştirmekte ya da yok saymakta beis görmüyoruz…

Altaylı’nın aynı programdaki diğer konuğu, Bezmialem Üniversitesi Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Bölümü’nden Nuran Yıldırım’dı. Onun anlattığına göre 19. yüzyıldaki kolera salgını Osmanlı dünyasında da etkili olmuş ancak devlet bunu kabullenmek istememişti. Resmi açıklamalarda bilinmeyen ‘değişik’ bir hastalığın yaşanmakta olduğu ifade edilirken ille de ‘bizde kolera yok’ mesajı verilmeye çalışılmıştı.

Yıldırım bu tavrın Avrupa basınında alay konusu olduğunu vurguladı… Oryantalizm konusuna girmedi, ama belki girseydi bizim bu tutumumuzun Oryantalist bakışın ‘doğrulandığı’ duygusunu kaçınılmaz olarak yarattığına da değinmek durumunda kalacaktı.   

Diğer deyişle gerçeklikle sorunumuz sadece geçmişe bakarken değil, günü yaşarken de aynen geçerli. 16. yüzyılda veba salgınına uğramış olmayı kendimize yakıştıramadığımız bir yana, 19. yüzyılda da kolerayı bizzat yaşarken yok saymaya çalışmışız.

Peki bugün farklı mı? Günümüz Oryantalistlerinin küçümseyici gülümsemesinden kurtulmayı becerebildik mi? Serbestiyet, Zeki Berk’in 25 Kasım – 4 aralık arasında tespit ettiği bir rakamsal anomaliyi geçenlerde yayımlamıştı. Söz konusu tarihler arasında bizdeki vaka sayısı Avrupa’nın Türkiye nüfusuna yakın 7 ülkesinden de fazlayken, ölüm sayısı hepsinden daha düşüktü. Ayrıca her iki sayı da diğer Avrupa ülkelerinde günden güne iniş çıkış gösterirken, bizim vaka ve ölüm sayılarımız her nasılsa düz bir çizgi üzerinde seyretmekteydi…

Buradan bizim kimselere benzemediğimiz sonucunu da çıkarabiliriz tabii… Kendimizi kandırma kapasitemizin ne denli geniş olduğu yukarıdaki örneklerden az çok belli. Ama son noktayı koymak üzere Sağlık Bakanı’nı yardıma çağırabiliriz. Avrupa’daki rakamlar/oranlar ile bizdekinin niçin farklı olduğu sorulduğunda mealen şöyle dedi: “Türkiye’de korona dışında başka enfeksiyon hastalıklarından ölümler çok daha fazla olabilir…”

Yani aynen 19. yüzyıldaki kolera gibi… Bizde ‘değişik’ bir hastalık var ama zinhar korona değil. Çok kişi ölüyor olabilir ama koronadan olmadığı sürece o ölümler sayılmaz. İyi de, bu ölümlerin koronadan olmadığı neye dayanarak öne sürülüyor? Semptom göstermeyen korona hastalarını ‘korona hastası’ saymayarak…

Kendimizi kandırmaktan büyük bir huzur duyuyor, bunu becermeyi önemli bir maharet sayıyor olmalıyız. Gerçekliği eğip büküp yok sayınca gerçeğin buharlaşmasını bekliyor, hatta bunu ‘hakkımız’ olarak görüp suçu ötekilerin ya da kaderin ‘adaletsizliğine’ atıyor, elimizden geldiğince (geçmişten bugüne) gerçeği ‘temizleyip’ yeniden yazarak kendimizi avutuyoruz.

Anlaşılan bizim gerçeklikle ilgili epey derinlerde yatan bir meselemiz var… Ergenliği aşmamızı, kendimize açık yürekle bakmamızı engelleyen bir mesele. Ve maalesef sonuçta gülünç durumlara düşmemize neden olan bir mesele.  

- Advertisment -