İsimleri hâlâ hafızamda saklı… Çocukluğumda, yaşlı mı yaşlı, bir deri-bir kemik, minicik bir nine otururdu mahallemizde. O yıllarda sanıyorum 30 yaşlarındaki erkek torunuyla… Elinde filesiyle, dura soluklana geçerdi sokaktan. Eve de, torununa da o bakardı.
Her paragrafı, her başlığıyla bir trajediydi hayatı. Kocası yıllar önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde hayatını kaybetmiş. Bakırköy o zamanların terminolojisindeki tek ünlü “tımarhane”. Deyimlerde, fıkralarda, “espri”lerde, karikatürlerde hastane kelimesini eklemeden sadece “Bakırköy” dedin mi, yeterli.
Bir dönem 5 bini aşmış, Bakırköy Hastanesi’nde “bakılan” hasta sayısı… Ölüm oranları da zirve yapmış, o izdihamda. Zira belli bir mesafeden sadece “bakılıyor” hastalara… Tecrit edilsinler, hatta bağlansınlar, vukuat çıkarmasınlar, kaçmasınlar, hizmet tamam.
Yıllar sonra, 70’lerin son diliminde üniversite öğrencisiyken, Numune Hastanesi Psikiyatri ve Nöroloji servislerinde staj yapmıştım. İki servisi aralarındaki demir parmaklık ayırıyordu. O dersimin değil de sabrımın ikmale kaldığı stajda, Psikiyatri Kliniği’ne “terminal”, Bakırköy’e ise “depo” diyordu, “espri”yi pek seven “sağlık” ekibi.
Bir kısmı sokaklardan toplanıp getirilen, o “terminal”de haftalarca, aylarca Bakırköy’de yer açılmasını -öylece- bekleyen, ilgiden, bakımdan, merhametten yoksun garibanlar… “Naber, nasılsın terapisi” bile arama. Aralarında artık sararmış sargı bezleriyle, el ve ayak bileklerinden yatağına bağlananlar da vardı. İki servisin de perişandı hâli. Vebali yakalarında kalsın.
Ya torunum da öyle olursa
Mahallemizin ninesine dönersem… Kocasının ardından büyük oğlunu da ruh sağlığı iyice bozulunca Bakırköy’e yatırmışlar. O da müebbet, “mahallî ajans”a göre… Gelini çoktan kaçıp gitmiş memleketine… O günlerde küçücük torununun bakımı ona kalmış. Kocasının, oğlunun tıbbi geçmişi böyle olunca… İçinde hep o korku; “Torunum da bir gün onlar gibi olacak mı?” Yıllarca o kaygıyla büyütmüş onu.
Bir gece, artık büyüyen, yetişkin torunu çırpınarak, bağıra çağıra uyanmış uykusundan. Kâbus görmüş, muhtemelen… Ama kadıncağızın ana kâbusu, kâbus tanımı, algısı belli. Hemen koşturmuş yanına, şiddetle sarsmaya başlamış: “Ne gibi geliyor evladım, ne gibi geliyor…”
Torunu, bağırıp çağırmasının, çırpınmasının nedenini, “ne gibi bir şey” olduğunu, “ne gibi geldiği”ni anlatabilirse, kocasından, büyük oğlundan edindiği acı tecrübeyle ya tanı koyacak, ah vah edecek… Ya da içi bir an rahatlayacak.
Normalden “Aaa normal!”e
Bu hikâye çocukluğumda, büyüklerin meclisine acı, bu öyküsü nedeniyle şimdi bana hüzünlü gelen bir espri olarak yerleşmişti. Bugünün bazı TV yorumcuları gibi birisi çılgınca anlamsız, abuk sabukun bile fevkinde bir şey yuvarlasa, yahut bazı youtube ünlüleri gibi fenomence yerlerde yuvarlansa, karşılığı anında yapıştırılırdı: “Ne gibi geliyor, ne gibi?..” Ardından o yaşlı kadının hikâyesi yüzüncü kez anlatılırdı.
Zaten “delilik” öyle, “gelmek”le, içeriden-dışarıdan, gaipten gelen bir şeylerle anılırdı halk, sokak tabâbetinde… Sonraki kuşaklara da miras kaldı o elverişli deyim. Bir arkadaşımız ayaklansa, az biraz tuhaflansa, of puflasa, “Geldiler mi oğlum sana…” derdik mesela.
O da, “Ne zaman gidiyorlar ki zaten” yanıtını verirdi. Gençtik, gülerdik deli, deli… İnsana durup dururken bir şeylerin gelmesini, anormalleştirerek normalleştirirdi o cümle. Çılgınlığı biraz da ondan sevdik. Bülent Ortaçgil’in şarkısını deli kulağıyla dinledik: “Biralar soğuk mu dedim /Dedi ki normal /Peki ya havalar? /Valla gayet normal /İşler dedim, gidişler dedim /Hepsi normal /(…) Halimiz dedim /Ne dese beğenirsiniz? /Normal / Peki dedim ya Türkiye? /Dedi normal /Ooo biri anlatsın hemen /Nedir bu normal?”
Hayatın normalleri o kadar “norm”al, o kadar dar, baskıcı, o kadar sıkıcıydı ki, ondan biraz sapmak olağan bir çılgınlıktı… Çılgınlık yeni normal olacaktı elbette. Normal sayılan da parmakla gösterilmeli, nidâ deyişiyle “anormal” olmalıydı; yani “Aaa normal!” Normalleşen ve ‘leştirilenlerle bugünlere de uygun bir “mürekkep testi” fikrimce. Olmaz olsun böyle normal!
Ah dingala, dingala…
Aynı deyim, sıkılan, iyice bunalanlar için de elverişliydi tabii. Sıkılana da geliyordu bir şeyler. “Can sıkıntısı” ile her anlamıyla “delilik” arasında sürekli gelen-giden kuryeler var. O günlerin APS’si, gaipten gelen Acele Posta Servisi…
Bayram mıydı, yoksa komşuluk ziyareti miydi tam hatırlamıyorum. Ama anlatacağım sahne tüm detayıyla aklımda… Mahalleli çoluk çocuk o eve gittiğinde, evdeki amcamsı abi bizimle yakından ilgilenmiş, oyalamaya, eğlemeye/eğlendirmeye çalışmıştı bizi.
Odadaki masanın üstüne çıkmış, oynaya zıplaya, bol, çuval pantolonunun ceplerini ucundan tuta tuta, iki yana sallana sallana, o meşhur kantoyu söylemişti: “Ah dingala dingala, kömür de koydum mangala /Ayşe de Fatma dostum var, çalkala yavrum çalkala /Halamdan miras kaldı, onu da kızlar aldı /Bu kızların yüzünden, ayağımda pantol kalmadı.”
Biz mi sıkılmıştık, o da mı sıkılıyordu… Bizimle neşelenmeye yahut o hoş çılgınlığına ortak mazeret, fırsat yaratmaya mı çabalıyordu, bilemiyorum. Ama bir şeyler gelmişti… Gelmişlerdi. Neşeyle, karambole getirerek kovalıyordu sıkıntıları sanki. Biz de memnunduk o cümbüşten.
Bir süre sonra o 200-300 yaşındaki kadıncağızın öldüğünü gördük. Sanki yastık kılıfına sığmış, öyle kefenlenmiş cansız bedenini bir kamyonetin açık kasasına taşıdılar, eğreti bir tabutun köşesine koydular… Küçücüktü bedeni, cılız bir çocuk gibi. Sonra o ev boşaldı; o işsiz torun nereye gitti, ne oldu… Hatıraların kayıp, ilgilerin-merakların vefasız sayfaları… Film bitince mahalleli dağılır.
Hayta da fiyto, fayta da fiyto
Sıkıntının koyusu da nedenini anlayamadığın, nereden, “ne gibi” geldiğini bazen çözemediğin bir rahatsızlık… Aynı günlerde “Çıldırmama az kaldı, bana geldiler artık”, “Şimdi delireceğim valla” filan demenin de bir nevi özgün tekerlemesi, nağmesi vardı. Tekerlemelerin mirasının hâlâ taze olduğu dönemlerdi, o yıllar. Develer tellâl, pireler berber, berberler “Gel beraber”…
“Çıldıracağım” nağmesi de sıkıntıyla akrabaydı aslında. Sağ elinin dışını, sol avucunun içine vurarak, alkışlı, ritimli, dans figürlü, şöyle bir nakarat: “Kaplumbağanın göğsü muhallebi tabağına neden battı, (ardından kelimeleri uzatarak) hayta da fiyto, fayta da fiyto, fışttttt”.
Kaynağını, izini filan bulamadım. O günlerden aklımda kalan böyle deyişlerin bir kısmı, annemin hayattan, filmlerden devşirdiği, “deyimleştirdiği” uyarlamalar, hatta şifrelerdi. Sağlam bir hikâye, film anlatıcısıydı… Yaşamayınca, yaşayamadığını bazen daha güzel, daha gerçekçi anlatıyor insanlar.
Mesela Jerry Lewis’in bir filminde canlandırdığı Jerome karakteri, hoşlanmadığı insanlarla, haz etmediği, sıkıldığı durumlarla karşılaştığında, bunu açıkça belirtmek yerine kendine özgü, dişlerini hırlayan havhavca gösteren Jerry gülümsemesiyle dışa vuruyormuş. Bu mimiği, “Jerryce”yi bilen seyirciler anlıyormuş vaziyeti.
Şifrelerin dilini paylaşmak
Annem yakınlarıyla gittiği bir ortamda gizlice üst dudağını baş işaret parmağıyla hafifçe çekip, “Jerome” diye fısıldıyorsa ve dişlerini göstererek tebessüm ediyorsa… O tek kelimelik ifadesinin tam tercümesi şuydu: Dudağını çekmesi “Sussss, çaktırma, aramızda…” işareti… “Jerome” ise sıkıldığını-usandığını belirterek, biraz sinir olarak “Şu tipe, şu duruma, yaptığına bak”ın şifresi.
Eğer o “tip” sempatik bir karikatürü, o durum da biraz eğlenceli bir paradoyi andırıyorsa, yine dudağını çekip, bu sefer “Miki gibi” derdi… Bu sevecen, hoşgörülü, daha çizgi film cümlesi, şifresiydi. Sıkıldığında, yanındakilerin sıkıntısını fark ettiğinde belki sıkıntısavar olarak kullanıyordu böyle komik şifreleri, deyişleri… Gülüyor, gülümsetiyordu.
Öztürk Serengil’in “Yeşşeee”si, “Kelaaj”ı, “Temem”i, “Şepkemin altındayım”ı, Abidik Gubidik”inin bir dönem “dil”, deyiş olması da biraz öyle bir şeydi herhalde. Cilali İbo’nun ününü, “r”leri söyle(ye)meyerek yerine “y”yi oturtması, onu çocuksu vurgularla desteklemesine borçlu olması… Sadri Alışık’ın Turist Ömer’inin asker selamını 90 dereceye çevirerek ironize etmesi, “Amaney”i… Hollywood’un milli çevrimindeki Yeşilçam da “tip” yaratısında, gişe başarısında onlardan, döneme, halka, kamuya mal olan “dil”inden yararlanmayı başarmıştı o zamanlar.
Komplocu “lüzumsuz merak”
O melodili, “Hayta da fiytolu” tekerlemeye dönersek, aynı zamanda, hayatı sadece “kaplumbağanın göğsünün muhallebi tabağına neden battığı” gibi lüzumsuz, komplocu bir meraktan, takıntıdan, onun bunalımından, sıkıntısından ibaret insanın, ruh sağlığının, gidişatının iyi olmadığını da anlatıyordu, diye hatırlıyorum. Öyle, o nakaratla, o bandoyla geliyordu gelenler…
Sıradan can sıkıntısına boğulmuş insanlarla karşılaşınca aklımdan hâlâ o soru geçiyor: “Ne gibi geliyor, ne gibi?..” İçimden de onu ayağa kaldırıp, birlikte zıplıya zıplıya o nakaratı söylemek: “Kaplumbağanın göğsü muhallebi tabağına neden battı, hayta da fiyto, fayta da fiyto, fışttttt…”
O nağmeyi de hatırlatarak… Artık gına getirdiğini düşündüğüm, benim için de gına geldiğini kavradığım yazı dizimi, gelecek hafta noktalayacağım. Uzun yoldan, geze geze nelere geldim. Son bölümün başlığı ise, “Susan İnsan”… Yani anlamlı bir final olacak.
BİR KİTAP/BİR SIKINTI
SEYİRCİ İNSANIN SIKINTISI…
“Kimi insanlar vardır, hep seyirci kalırlar, hiçbir eylemi gerçekleştiremezler, ama bazı bazı bilinmedik, anlaşılmadık bir itki altında, kendilerine kendi kendilerinin bile yakıştıramayacakları bir çabuklukla eyleme geçerler. Her şeyi bildiklerini ileri süren ahlakçılar ve hekimler bu tembel, bu kösnül ruhlara böyle çılgınca bir gücün böyle birdenbire nereden geldiğini, en basit ve en zorunlu şeyleri bile yapamazken, en saçma, hatta çoğu zaman en tehlikeli işleri yapma yolunda belirli bir dakikada böyle fazladan bir gözüpekliği nereden bulduklarını açıklayamazlar. Dostlarımdan biri, görmek için, öğrenmek için, yazgıyı denemek için kendini gücünü göstermeye zorlamak için, sıkıntının hazlarını tatmak için, bir zar atmış olmak için, yok yere, iş olsun diye, aylaklıktan, bir barut fıçısının yanında sigaranı yakacaktır. Sıkıntı ile düşten fışkıran bir tür güçtür bu; içlerinde rahatça böyle bir güç doğan kişiler de, dediğim gibi, yaratıkların en gevşekleri, en çok düşler içinde yaşayanlarıdır.” (Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, 1869)
YAZI RESMİ: “The Extraction of the Stone of Madness (Delilik Taşının Çıkarılması)”, Hieronymus Bosch. Bosch’un 1500’lerin başında yaptığı tablo, kırsal kesimde, deliliğin beyindeki delilik taşından kaynaklandığına inanıldığı dönemlerdeki “taş çıkarma” operasyonunu resmediyor. Ancak Bosch resminde, deliliğin sembollerinden olan huniyi, bu operasyonu yapan “hekim”in başına yerleştirerek onun şarlatanlığını, sahtekârlığını vurguluyor. Resmi koleksiyonunda bulunduran Museo Del Prado’nun bu konudaki yorumu özetle şöyle: Resim kentsel yaşamdan uzak bir kırsal dünyada, insan çılgınlığının algısal yansımasını sunan bir ayna. Resimde Gotik yazıyla üstte “Usta, beni bu taştan kurtar” ve altta “Benim adım Lubbert Das” yazıyor.
Operasyonu üstlenen şarlatan “cerrah”ın başındaki huni, aldatmacayı sembolize ediyor. Kemerinde de zaten hekim çantası yerine, taştan bir sürahi var. Hastanın kafasından çıkardığı şey de bir taş değil, bir nilüfer türü. Bir parçası da masanın üstünde duruyor. Bu motif köylüden elde edeceği paranın sembolü olarak yorumlanırken, bazı yorumlar da o çiçek türünün cinsellikle ilgili olmasından yola çıkıyor.
Bu yorumuyla “cerrah”, hastanın deliliğini iyileştirmeyi değil, onu cinsel arzusundan kurtarıp kısırlaştırmayı ve böylece onu toplumun doğru yollarına ve Hıristiyan ahlakına geri döndürmeyi hedefliyor. Bu yorumu, hastanın adının Lubbert Das, yani tercümesiyle ‘kısırlaştırılmış porsuk’ olması güçlendiriyor. Lubben hadım etmek anlamını taşırken, Das ise argoda tembel, şişman ve aptal insanlar için kullanılan bir kelime. Resimdeki kadının kafasının içinde değil üstünde taşıdığı kitap da cehaleti simgeliyor. Din adamı ise “Geçecek evladım, inan, şükret, sabret, hepsi geçecek” formunda…