Bir zamanların ünlü sanatçılarının, yazarların, oyuncuların, müzisyenlerin yuvasına çekildikleri ya da tükendikleri zaman ortaya çıkan manzaralar etkiliyor insanı. Değer verdiğin, sevdiğin biriyse üzülüyorsun elbette. Hüznünde onun bir daha üret(e)memesi de etkili.
Teselliyi onun da eşliğinde yaşadığın günleri, hatıralarını güzel yâdederek, takdirle buluyorsun. Kapatıyor o defterleri, şan-şöhret sayfalarını, geçmişin huzuru, olgunluğu, doygunluğu içinde usulca sürdürüyor hayatını. Çoğu başarılarını da o olgunluğun genel hatlarıyla yaşamış zaten. Hüznün gıptayla hafifliyor.
Bazısı da böyle hayatların hep önüne koyduğu ama reddetmediği, belki de başa çıkamadığı, hatta hak gördüğü inanılmaz kibriyle de tükeniyor. Dilinde, kısılmış sesinde hâlâ unutulmuş, zamanı kim bilir ne zaman dolmuş şarkılar, replikler, çoktan bitmiş-tükenmiş hikâyeler, şiirler… Bazısının ünü de eski reyting, “best seller” ölçümleri ve ona uygun düzenlenmesiyle.
Tercümesiz “siyaset dili”
O da hazin, örnek göstermek bile gelmiyor insanın içinden. Kibri bazen üzülmeni bile zorlaştırıyor. Hâlâ kibrinde inatla direniyorsa üzüntün hafifliyor, hatta kalmıyor. Bir tür vefa bile. “Siyaset dili”yle ilgili yazı dizisine devamla… Kibir bu dilin de en bitek toprağı. Mesela o pek sevilen “Sen kimsin, kimsin sen ya!” gürleyişi. Toprak öyle elverişli ki sadece iktidarın diline değil, bazı örnekleriyle muhalefet çevrelerine de pelesenk oluyor.
“Who are you?”yu o “direct method” Gatenby’den “It’s me, Mr. Brown” kalıbıyla, dümdüz hatmettiğim için Yerli-Milli bir yönü, “delikanlı itibarı” da var muhtemelen. Misal “Bay Kemal” vurgusundan siyasi medet uman söylem de ecnebi şahsiyet “Mr. Brown”la uğraşırken pek işe yaramıyor. “Eyyy Mr. Brown”, “Eyy Monsieur Macron” desen de nafile. Üzerlerine alınmıyorlar, monşer monşer süzüyorlar halimizi.
Gerçi “Bay Kemal” vurgusunun akıbeti de öyle oldu. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu aldı o “kıraat”ı güçlü kampanyasının sloganı yapıverdi. Elde “Bay Bay Kemal” versiyonu ve 7 Mayıs’taki yazımda sıraladığım dilin başına açtığı işlere uygun atasözleri kaldı: “Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.”
“Bu ne küstahlık!”
Zaten güçlünün kibrine karşı 14-15 yaşındaki aktivist Greta Thunberg’in “How dare you! (Nasıl cüret edersiniz, bu ne küstahlık!)” makamından verdiği karşılık da bize yabancı. Tehlikeli… O günlerde de yaşı cezaevine fazlasıyla müsait. Ki bu ortamda bırakın kürsüyü, manav kasasına çıksa derdest ederler.
Oysa BM Zirvesi’nde ekosistemin çöküşüne dair dünyaya yaptığı konuşmanın metni bize de fazlasıyla uyardı. Üstelik sadece “ekosistem” değil yaşadığımız, bize yaşatılan/diretilen her anlamıyla sistem (ya da sistemsizlik) açısından. Ağzına sağlık… Şimdi 20 yaşında, ömrüne sağlık. Dilerim biz de bir gün senin kadar hızlı büyürüz.
“Gençler ihanetinizi anlıyor”
Oysa o kürsü, öyle sanılsa da başka bir gezegende değil, o çocuklar uzaylı da sayılmaz. Açın videosunu yürekten dinleyin haykırışını, duruşunu gıptayla izleyin: “Boş sözlerinizle benim hayallerimi ve çocukluğumu çaldınız. İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar ölüyor. Bütün ekosistem çöküyor. Ve bütün konuştuğunuz para ve ekonomik büyüme masalları. Bu ne cüret!
Bizi anladığınıza inanmıyorum, inanmak da istemiyorum. Çünkü durumu tam olarak anladıysanız ve buna rağmen harekete geçmemeye devam ediyorsanız, bu sizi kötü yapar. Ve ben buna inanmayı reddediyorum. Fakat gençler ihanetinizi anlamaya başladı. Gelecek nesillerin gözleri sizin üzerinizde.
Eğer bizi başarısızlığa uğratmayı seçerseniz, sizi asla affetmeyeceğimizi söylüyorum. Bundan kurtulmanıza izin vermeyeceğiz. Tam burada, tam şu an çizgiyi çizdiğimiz yer, dünya uyanıyor. Ve değişmek istiyor, beğenin ya da beğenmeyin…”
Ülkenin ömrü-liderin ömrü
Ah Greta… 19 Mayıs’ta bayram yüzü suyu hürmetine kazara kürsüye çıkarılsa, “Sen kimsin, kimsin sen ya!” korosunun çığlıklarından sesi duyulmaz. Kürsüye asla çıkarılmaz da maksat hikâye olsun. Ama artık bir şekilde duymaya başlıyoruz gençleri. Bu dönemde hayatın her alanında, her ekranında rekor kıran “Sen kimsin ya!” iktidarına rağmen. Ve büyüdükçe onlar da hoş görmeyecekler, eğer anmaya değer bulurlarsa…
“Siyaset dili”ne bakınca, bu bazılarının umurunda da değil doğrusu. Zira iktidar bazen insanların muhasebesini ülkesinin ömrüyle değil kendi ömrüyle yapmasına yol açıyor. “Benden sonra tufan”, küçüldükçe küçülen bazı partilerin bazı liderleri için pek dert olmadı tarihte.
Narkissos’un inceliği vardı
Temsilcileri, ekranlardaki nüfusuyla siyasal narsizmin de belki en tavan yaparak alçaldığı dönemi yaşıyoruz. Narsizm deyince o da şık kalıyor yerlisinin yanında. Narsizmin, kökenindeki Narkissos’un (Nergis) bir tür inceliği, efsanesi, destanı filan vardı hiç olmazsa.
Siyasi narsizm bizde en kaba, en süfli, milli haliyle “yerli” yerinde. Temelini araştırmak, tanısını kitabına, edebine/edebiyatına göre koymak bile akıl, ölçü işi değil. Yeri gelmişken, yazı alıp başını giderken, bir tür “Nefes al, nefesini tut, içinden 10’a kadar say” egzersizi, molası babından o hazin ama güzelim hikâyesini aktarayım.
Narsizmin bulaşıcılığı…
Öyle efsane ki, narsizmin güncel, siyasi örneklerinden Nergis (Narkissos) da mahçup olur, utanır: “Nergis ölünce kır çiçekleri üzüldüler, ona gözyaşı dökmek için ırmaktan su damlaları istediler. Irmak, ‘Ah!’ diye cevap verdi, ‘Bütün su damlaları gözyaşı olsa bunlar Nergis’e yalnız benim ağlamam için bile yetmez, onu seviyorum’.
‘Ah!’ diye içlerini çektiler Kırçiçekleri, ‘Nergis’i nasıl sevmemezlik ederdik; güzeldi O’. ‘Güzel miydi?’ dedi ırmak. ‘Onu senden iyi kim bilebilir? Her gün, kıyılarına eğilip güzelliğini seyrederdi’. Irmak umursamaz bir tavırla, ilk kez fark etmiş gibi cevap verdi:
Sularıma eğildiği vakit, gözlerinde kendi sularımın aksini, kendimi gördüğüm için severdim onu.” Narsizmin milli ve manevi etkisiyle bulaşıcı olabileceğinin, insanın derinlerinde arazi arayan tohumunun da kıssası belki. Kimi orijinaline öykünüyor, kimi çakmasını alıp üzerine giyiyor.
Temelsiz itibar tez yaşlanıyor
Öyle efsanenin karabeski böyle işte… “O suyun aynası”, dolaşımdaki siyaset çevresi için “Ayna, ayna, söyle bana, var mı benden güzeli dünyada?”nın da masalı. Oysa farklı mitolojik anlatımlara/süslemelere rağmen narsizme kaynak olan Narkissos, “kendine âşık olma hâli”, yarattığı kalp kırıklıklarının ardından gelen ağır bedelin öyküsü. Ve koyu ya da tanı almış narsist kişiliklerin giderek içinde hapsoldukları/hapsedildikleri bir dünyanın da ifadesi.
Siyasi narsizmin de tedavülü de biraz öyle. Bu ülkede bir kez başkanlık, bakanlık, vekillik filan yaptın mı bir zamanlar atılmış temel demirleri de hazır. Her ölçekte başkanımlar, bakanımlar, vekilimler, üstadımlar, komutanımlar, mirim/âmirimlerle “halk, sokak lisanı” zaten geleneğiyle o dile müsait. Bir şeyi ille “baş üstüne” yapmayınca ulusal otorite tatmin olmuyor, kul kulluğunun arabesk, varlığına jilet atan keyfini süremiyor sanki.
Lâkin sonuçta itibarı tekaüden/mütekaiden… Ekranlarda bazılarına bakınca Kubbealtı Lugatı’nda verilen iki örnek bile hüzünlendiriyor insanı: “Mütekaid paşalardan biri üç beş sene var /Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar” (Mehmet Âkif). “Bir mütekaidin münzevî hayâtını dolduran küçük şeyler arasında ben de ehemmiyet kazanmıştım” (Peyâmi Safâ).” Temeli sağlam olmayınca, itibar da bazen tez yaşlanıyor. Ezber itibar hariç…
Kürsünün sanal yüksekliği
Beslenip, büyütülen narsizm o yüzden de yerli malı. Kürsüde olmasa bile kendi kürsüsünün sanal yüksekliğinde (ki böyle eğreti durumlara “marangoz hatası” benzetmesini yapmıştı Çetin Altan) gezinen bazı politikacılar ve onları “baş üstüne” eyleyenler ekranlara, içi-dışı bir görünümleriyle yansıyor.
“Halkının” alkışında kendi endamına hayran, kuruluyorlar ekrana, medyaya, tartışmalara… Başkalarını önce ötekileştirmek, sonra “öteki”lere yukarıdan bakmak ve bunu açıkça, düşmanca ifade etmekte beis görmemek, iktidarın sıradan enstrümanları arasında. Kaybolan itibar orada aranıyor.
En küçücük, bir vekillik ortağında bile bir hey hey, bir azar, olmadı bir pervasız nasihat. Görüyoruz irili-ufaklı resmi geçidini, kibrini, kibir alıştırmalarını. Ama “Sen kimsin!” demiyorum elbette; biliyorum, hatta nerede görsem hemen tanıyorum.
“Üst dil”in pervasız yükselişi
Narsizm ve cüret kardeş kuşkusuz. Lâkin yadırgıyorum yine de… Ne tam anlamıyla Narkissos’a benziyor emanet suretimiz, ne de yavuklumuz, hayranlarımız ona tutulan peri kızı Ekho. Başka bir şey, başka bir mit, başka bir ezber…
“Üst akıl”ın en azından deyim olarak modası geçti mi bilmiyorum ama fikrimce çoktan “üst dil”in gölgesinde. “Üst akıl”a nazaran “akılsız” gibi; belki ondan daha popüler, daha kelepir görülüyor.
“Üst(t)enci dil”in karabesk narası, afra tafrası tüm ekranlarda, radyolarda fırtına. O yapay fırtınada, onun gözünde “Sen kimsin!” ki… Oysa kendini bilmek irfan, sözlükteki harika karşılığıyla “ruh uyanıklığı”. “Sen kimsin?” ise onun en süfli tahribi ki felsefede yeri “kendini bilmeme”ye oturuyor.
Emanet kibir tarih tanımıyor
“Ben kimim?” sorusu Antik Yunan’dan beri Apollon Tapınağı’na “Kendini bil” vurgusuyla kazılı olsa da onu siyaset dilinin cari hesabında aramak boşuna. Adı üstünde, adı epey üstünde her mevzuda “iktidar” zira. Lâkin iktidar narsizminin de rekor peşinde olduğunu -alışa alışa- fark etmiyorsun maalesef.
Öyle siyasete besleneceği, beslenirken küçümseyeceği, eliyle-diliyle ezeceği kamplar, düşmanlar, “sen”ler gerek. Ömrünü, boy(n)unu uzatmak için öyle “yükseltiler”, cüceler ülkesindeki Güliver masalları gerek. Öyle kullanışlı, kapsayıcı ki, “Sen kimsin ya!”nın öznesi bazen her türden muhalefetin seçilmiş temsilcisi, bazen milyonlar…
Eh, bir kısım yancısına düşen “ben”den, “biz”den emanet böbürlenme, kibir payı da ikramiyesi. O dili, argoyu, efelenmeyi ağabeyinden öğrenenin eğretiliği, takındığı emanet tebüssüm, eğreti şımarıklığı bile göze batmıyor artık. İçini çekerek “Elde kalan malzeme demek ki bu” diyorsun. Onun için seni de malzeme etmeye çalışıyor, ağır diliyle iyice yere çakılan tahterevallisine.
Emekli Siyasi Tespit Malulleri
Açılan yelpazeleriyle siyasetteki kürsüler, yani “millet”e sesleniş dili de hem bilincin, hem de altının itirafı, ilanı çoğu örnekte. Hâlâ şaşırıyorum kimi zaman. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ben Aleviyim” diyen Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu o mevzuda eleştirmeye kalkmayacağını düşünüyordum esasında: “Yok o konuda olmaz bence…”
Lâkin 80 darbesi, 1994 yerel seçimlerini kıl yahut sandıkta bölünen SHP-DSP-CHP payıyla Melih Gökçek’in kazanması gibi meselelerdeki “Yok artık canım”larımla taçlanan Emekli Siyasi Tespit Malulleri’nden olduğumu unutmuşum herhal… Ya da o tür “tespit”ler ekranlarda tespih olup çekildiği için bu yönümü bir engel olarak görmüyorum belki.
Bu, şu, o çekimiyle siyaset
Yine yanıldım nitekim. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ya sana kim dedi Alevi misin, değil misin… Bizim Alevi’ye de (kaydından iyice baktım “de”; “bile” değil) saygımız var, her türesaygımız var” deyiverdi. Afedersiniz “O millet” de tepki gösterdi hâliyle.
Zaten “bu tür terörist”, “şu tür bölücü”, “bu millet”, “şu millet”, “o millet” diye tedavüle sokulan bir kalıp var ülkede. O dil, öyle bir “tür sosyolojisi”… Üzerine üzerineyse her şey, üzerine alınman sadece normal değil bir tür hak bu koşullarda.
Hem her şey, hem hiç…
“Bu millet” olumlu-olumsuz her cümleye özne, teşne bir siyasi muhabbet esasen. Yeri geldiğinde hem “bu millet”ten her şey, her mucize, her harikulâde şey oluyor, hem de bu milletten, bu halktan bir şeycik olmuyor. Tehditle parmak sallamanın, işaret parmağıyla “öbür milleti” gösterme versiyonu da ayıp değil. Oysa bize “Parmağınla gösterme yavrum, ayıp” derdi büyüklerimiz. Varmış bir bildikleri…
Bu dönemde ise yüzlerce parmakla işaret edilen “o millet”i ayrımcılığın işaret dili olarak görüyoruz sık sık. Kürsülerde tek, biricik bir “bu millet” var. Hele söz konusu seçimse, muhalif, öbür “o millet” tamamen teferruat. Hatta düşman.
“Bu millet” sandıkta “O millet”e izin vermez. Çünkü farklı ağızlardan ifade edildiği gibi bu seçim, seçimde oy kullanan öbür vatandaşların tercihi değil bir “siyasi darbe girişimi”: “Bu millet inşallah 14 Mayıs’ta gereğini yapacaktır”. Kendini “millet”ten sayma gafletinde olanlara, sananlara dersini verecektir.
Millet değil “güruh” zaten
“O millet” iktidarın dilinde makbul görülmeyen bir “güruh” zaten. Öyle diyorlar, öyle de hakaret ediyorlar gözlerini kırpmadan. İçini keyfine, niyetine, o andaki hedefine göre milyonlarla doldurup, açıkça koyuyorlar adını. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin geçenlerde kullandığı şekliyle: “Bir vizeye bir ülkenin geleceğini, bekasını değişmeye hazır olan bir güruh var.”
Birinci sıradan milletvekili adayı olduktan sonra daha bir hevesle, dizi dizi incilerle, uzlaşmaz bir dille konuşuyor sanki. O kalıbı “üst dil”den aldığını düşünmek de mümkün. Zira o dili kullanmaya başladıktan sonra “Gözlerime bakın…” demiyor, diyemiyor gibi. Sanki oradaki farklı ışıltının, belki de sönen ferin fark edilmesini istemiyor. Bir şey diyemem tabii… Herkesin gözü kendine.
Topyekûn muhalefet güruhu
“Güruh” seçim sürecindeki konuşmalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sık kullandığı bir niteleme. Onlar “Türkiye’nin son 21 yılda elde ettiği kazanımları, eserleri yok etmek isteyen bir güruh”. Hemen, aralıksız ilave ettiği “Kim bu? Bu muhalefet…” vurgusuyla topyekûn muhalefet, “Millet” İttifakı yani.
Muhalefetin her yakası zaten her fırsatta “terör güruhu”… Terör kelimesi portatif, taşı istediğin yere. Basından katkı ise ustası Akit’ten; “Solak güruh”. “O millet”, yani açıkça adı konduğu gibi sağdan sola, toptan “muhalefet”, aşağılamanın, ayrımcılığın, küçümsemenin, cari, hatta iktidarın “meşru” diliyle değersiz bir “güruh”. Üzülüyorsun… Ama…