Ana SayfaSeçim 2023Nilüfer Göle: “Kılıçdaroğlu'nun siyasal iletişim ve liderlik performansı popülist lider hegemonyasına yeni...

Nilüfer Göle: “Kılıçdaroğlu’nun siyasal iletişim ve liderlik performansı popülist lider hegemonyasına yeni bir alternatif”

Sosyolog Nilüfer Göle bugün (3 Nisan) T24’te kaleme aldığı “Masa, Meclis ve Meydan: Toplum ve siyasetin değişen koordinatları” başlıklı uzun makalesinde, 14 Mayıs öncesi Türkiye’sinin bir panoramasını çizdi, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun iletişim ve liderlik tarzı için de “Kılıçdaroğlu'nun siyasal iletişim ve liderlik performansının bugün sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok ülkesinde popülist lider hegemonyasına ve temsili demokrasinin girdiği krize karşı yeni bir alternatif sunmakta olduğunu söyleyebiliriz” dedi.

Türkiye vatandaşlık bilinci

Demokrasilerin birinci ön şartı, her yetişkinin birey olarak oy verme hakkına sahip olmasıdır. İkincisi de toplumların özgür seçimler yapabilmesi ve iktidarları değiştirmesidir. Genç bir sosyolog olarak 80’li yıllarda Türkiye’de saha araştırmaları yaptığımda, seçmenlerin kendi ağzından oy verme hakkına sahip çıktıklarına şahit olmuştum. Bu basit gibi duran olgu aslında çarpıcı ve öğretici olmuştu. Türkiye siyasi deneyiminin farklı bir yurttaşlık bilinci yarattığını fark etmemi sağlamıştı. Birçok Ortadoğu ülkesinde iktidarlar seçimler yoluyla değişmemiştir. Bu nedenle, örneğin Mısır ve İran’da oy hakkına dayalı bir yurttaşlık söylemiyle karşılaşmamıştım. Batı ülkelerine gelince, buralarda oy verme işlemi uzun zamandır kanıksanmıştır ve önemsenmez. Seçimlere katılım bu nedenle genelde düşük düzeyde seyretmektedir. Siyasi ideolojiler yerine çevre hakları, cinsel azınlıklar ve yabancı göçmenler toplumların ajandalarını meşgul etmektedir.

Bununla birlikte, son yıllarda küresel ölçekte milliyetçi popülist iktidarlar, Batı-Doğu ayrıştırması yapmadan, otoriter-demokratik siyasi rejim farkı tanımadan, Amerika, Hindistan, Tunus’ta görüldüğü gibi yayılmaktadır. Seçimler aracılığıyla gelen bu iktidarlar, otoriter rejimler inşa etmektedir. Sınırların korunamaz olduğu küreselleşen bir dünyada giderek artan yabancı düşmanlığını ve ırkçı söylemi dolaşıma sokmuşlardır. Siyaset sarkacı azınlık haklarını koruyan söylemlerden, çoğunluğun kimliğini ve hegemonyasını oluşturmaya yönelmiştir. “Gerçek halk”, azınlıklara, sığınmacılara, dış odaklara karşı tanımlanmakta, kutuplaştıran, dışlayıcı politikalara ve baskıcı rejimlere temel teşkil etmektedir. Seçimle iktidara gelmelerine rağmen yeni popülist hareketlerin ortak noktası, halkın kendisi olduğunu iddia eden tek lider etrafında biat etmeleri ve temsil mekanizmalarını yok saymalarıdır. Başta medya, üniversite, sivil toplum olmak üzere aracı kurumları tekellerine alarak, baskı rejimleri kurarak siyasal alanı daraltmakta ve demokrasilere içerden bir tehdit oluşturmaktadırlar[1].

Türkiye’nin demokrasi güzergâhı bu küresel dinamiklerle benzerlikler göstermektedir. Bu serüven bir yandan milliyetçi popülist dalganın içerisindedir. Öte yandan Arap Baharı ile birlikte tüm Ortadoğu’yu kapsayan İslam ve demokrasi arasındaki ikileme bir örnek teşkil etmektedir. İşte Türkiye böylesine karmaşık bir düğüm içinde, küresel, milli ve bölgesel dinamiklerin odak noktasında, farklı kültürel havzaların eş zamanlı yaşandığı bir toplum olarak seçimlere gidiyor.

14 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde, Türkiye’de adil seçimlerin olanaksızlığını, yasaklı siyasetçileri, iktidardaki partinin seçim yoluyla gitmeyi kabul etmemesi ihtimalini, Kürt ve diğer seçmenlerin önemli bir kısmının oyunu almış bir partinin – HDP’nin – kapatılma olasılığını konuşuyoruz. Özgür seçimlerin yapılabilmesi için gerekli en basit ve doğal şartların yerine getirilmediği, yol kazalarının olabileceği endişesini taşıyoruz. Seçmenlerin karşısında giderek otoriter bir rejime dönüşen ve baskıcı milliyetçi unsurlarla, dini cemaatlerle ittifaka giren, Kürt açılımından, Avrupa ile uyum yasalarından uzaklaşmış bir AKP iktidarı var. Seçimle gelen, halkın oylarıyla 20 yıl iktidarda kalan bir parti, ancak bugün kendi meşruiyetini sağlayan temel ilkelerden ve ülkülerden vazgeçmiş, demokrasiyi askıya almakta sakınca görmeyen bir parti.

Önümüzdeki seçimler kimilerine göre kader seçimi, kimilerine göre son dönemeç. Çok sayıda siyasi parti, lider ve sivil toplum örgütü Türkiye demokrasi serüvenine yeniden hayat vermeye çalışıyor. Bu olağanüstü zor koşullara, bilinmezlere rağmen, uzun süredir ilk defa geleceğe ilişkin bir ufkun önümüzde açıldığını, bir vizyonun belirmeye başladığını söyleyebiliriz.

Türkiye‘nin siyasi kültüründe sandık ve seçim özel bir yere ve öneme sahiptir tezime açıklık getirerek başlayayım. Vatandaşlık bilincini oluşturan ilk yapı taşı, kadınlara tanınan seçme ve seçilme hakkıdır. Birçok Avrupa ülkesinden önce kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, Cumhuriyet’in en önemli kazançlarından biridir ve kolektif belleğimize yazılıdır. Bugün de kadınların Meclis’e, siyasi partilere ve hareketlere katılımları önemli bir özgürlük ve gelişmişlik ölçüsüdür. Kadın haklarını korumak, kadın erkek eşitliğini sağlamak, kadına yönelik şiddete karşı mücadele etmek konularında toplumun farkındalığı artmıştır ve siyasi partilerin alacağı yönü ve gündemi tayin edici olmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çıkması bu konuda geriye bir adım atıldığının işaretidir. Seçimler öncesinde Yeniden Refah Partisi’nin Cumhur İttifakı’na katılmak için kadına şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanunun değiştirilmesini şart koşması buna ikinci örnektir.

Muhafazakâr hareketler arasında kadın, aile ve cinsel azınlık konuları yeni ayrışma çizgilerini açığa çıkarıyor. AKP’nin çizginin eşitlik ve özgürlük tarafında yer almaması, parti içindeki kadın yöneticileri, Özlem Zengin örneğinde gördüğümüz gibi rahatsız etmiştir. Kadın sivil toplum örgütlerinin, Müslüman kadınların bu mücadelede ağırlıklarını koymaları siyasi dengeleri değiştirecektir. Kadınların özgürleşmesi kendi mahallelerinin dayattığı normları eleştirebilmelerini gerektiriyor. Özellikle Modern Mahrem kitabımda adlandırdığım, kamusal alana eğitim, meslek, siyasi sorumluluk yoluyla katılan Müslüman kadınların, varlıklarını AKP’ye borçlu olduklarını düşünmekten ve biat kültüründen vazgeçmeleri önlerinde yeni bir sınav. Bu bağlamda, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını protesto edenler arasında örtülü kadınların da bulunması, seküler feministlerle birlikte kadın haklarına sahip çıkmaya başlamaları kayda değer.

Vatandaşlık bilincini oluşturan ikinci yapı taşı Demokrat Parti geleneğidir. Yurttaşlar nezdinde oy vermeyi sahiplenmenin siyasi kültürümüzdeki yeri çok partili parlamenter sisteme geçiş ile birlikte, Demokrat Parti’nin iktidarıyla başlar. Sağ seçmen bugün bile yurttaş olarak kazandığı saygınlığı Demokrat Parti iktidarına borçlu olduğunu düşünür. Önümüzdeki seçimlerde Türkiye’deki Demokrat gelenek ile bağ kurabilen siyasi lider ve oluşumlar siyasi dengeleri kendi lehlerine değiştirecektir.

Üçüncü önemli unsur olarak, Türkiye siyaset tarihinin ayrılmaz bir parçası olmuş askeri darbelerin siyaset üzerindeki yapı bozucu etkisini belirtmeliyiz. Özellikle 1960 darbesi sadece demokrasiye geçiş sürecini hüsrana uğratmamış, aynı zamanda toplumda günümüze kadar uzanan onarılmaz yaralar ve ayrılıklar yaratmıştır. Askeri darbeler, siyaset alanına her on yılda bir el koyarak, partileri kapatmış, siyasileri, gençleri idam etmiş, farklı düşünenleri cezalandırmış, yurttaşların oy hakkını gasp etmiştir. Türkiye siyasi kültüründe yurttaşların oy verme hakkını inançla ve dirençle sahiplenmeleri, bu hakkın defalarca ellerinden alınmış olmasına dayanır.  Bunun en yakın örneğini 2019 Türkiye yerel seçimleri sonrasında Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde gördük. Diyarbakır, Mardin ve Van gibi illerde seçimle gelen belediye başkanları görevlerinden alınmış, yerlerine kayyum atanmıştır. İlk defa sivil bir iktidar döneminde halkın seçme ve seçilme hakkının yok sayılması birçok ilde protestolara yol açmış, kamu vicdanını yaralamıştır.

Dördüncü olgu olarak, rekabetçi siyasetin varlığını ve seçmenin oy vermekte esnekliğini, seyyaliyetini kayda geçmeliyiz. Seçmenlerin “partiyle nikâhlı değiliz” ifadesinde ortaya koyduğu gibi, kime yönelecekleri, önceden yapılan tüm anketlere rağmen, tam olarak bilinemez. Bu nedenle “kazanabilecek lider” üzerinden yapılan hesaplar dar görüşlüdür.  Siyasetin cazibesi kimin kazanacağının önceden kestirilemez olmasında yatıyor. Yeni bir çekim alanı yaratabilen parti ve lider çok farklı eğilimlerden, sınıfsal kökenlerden, etnik kimliklerden gelen kesimleri bir araya getirebilir.

Turgut Özal ve ANAP gibi bunun örnekleri çok. Hiçbir partinin seçmeni, çekirdek seçmen dışında, homojen değildir. Kazanabilmeleri için farklı kesimleri ikna edebilmeleri, yeni bir çekim alanı yaratmaları gerekir. Bundan önce oy verdiği partiyle nikâhlı olmayan seçmeni ancak böylelikle kendine çekebilir. Bu çekim alanının oluşması ancak toplumun arzularını, yönelişlerini sezen, sorunlarına çözüm arayan siyasi bir söylemin ve hareketin varlığına bağlı. Genelde, siyasi partiler özellikle iktidara geldikten sonra toplumla organik ilişkilerini, sezgilerini kaybediyorlar. Toplumdan besleneceklerine toplumu denetlemeye, hakimiyetleri altına almaya çalışıyorlar. Sivil toplumdan beslenmeyi bilen siyasi partilerin kazanma şansı bugün geçmişten daha fazladır.

Sivil toplum, yatay ilişkiler ve dayanışmacı vatandaşlık

Sivil toplumun varlığının önemini, sivil toplum aktörlerinin inisiyatif aldığı ve dayanışmayı örgütlediği 6 Şubat deprem felaketi sırasında gördük. Depremde yaşanan yıkım insanları umutsuzluğa sürüklerken, devlet müdahalesinin eksikliği sorgulanırken, toplumsal tabanda hiç beklenmedik dayanışma örneklerine tanık olduk. Ülke, sınıf, din farklılıklarının ötesinde, sınır gözetmeden yardıma koşan insanlar ve sivil toplum örgütleri dayanışmanın maddi ve manevi önemini gösterdiler. Tek bir insan hayatına vermemiz gereken kıymeti on binlerce insanı kaybederek acıyla hatırladık. İnsan odaklı, insan onuruna değer veren, sadece bireyci ve tüketici değil dayanışmacı, özgürlük arayışını eşitlik ve adalet değerleriyle birleştiren, vicdana yer veren bir vatandaşlık bilincini hayata geçirdiler.

İnsanlar sadece kendi çıkarlarını gözetmek ya da kimliklerini savunmak için değil, sorunlara çözüm bulabilme, yardımlaşma ve geleceklerine yön verebilmek için inisiyatif aldılar. Dikey ve hiyerarşik siyasi örgütlenme biçimlerinden farklı olarak, sivil toplum kuruluşlarının eşit ve yatay ilişkiler ağı kurarak etkin faaliyetler yaptığını gördük. Yatay örgütlenme ve farklılıkların zenginliği anlayışını sahiplenen ve gücünü bileşenlerin toplamından alan girişimlerin – Ahbap, şöhretler, dijital platformlar, muhalif belediyeler, kent konseyleri ve benzerleri gibi – depremde önemli işler başardığına dikkat çeken Savaş Zafer Şahin yeni bir “kolektif biliş” biçiminin ortaya çıktığını ileri sürüyor. Bireyler yeni toplumsal ilişki biçimlerine girerek iktidarı yaygın ve dağınık bir olguya dönüştürmeye başlıyorlar. 

Yazara göre eski değerler kurumsallaşma, temsiliyet, otorite, rekabet, kaynakları tek elde toplama, gizlilik, uzun vadeli sadakate dayalı bir ilişkilenme biçimini tanımlıyor. Yeni iktidar değerleri ise bunun tam karşısında, gayri resmilik, açık kaynak, iş birliği, ağ tipi örgütlenme, şeffaflık, kendin yap kültürü ve kısa vadeli koşullu ilişkilere şekil veriyor.[2] Siyasi iktidarın, depremin uzun vadeli yıkımlarını göğüsleyebilmek için toplumun kolektif bilgi ve deneyiminden faydalanması ve gelecek tasavvurunda bu tür inisiyatiflerin, faaliyetlerin çoğalmasına izin vermesi gerekiyor.

Son olarak, Mor ve Ötesi müzik grubunun solisti Harun Tekin’in Sokrates Dergi’nin “Sahadayız” başlıklı depremzedeler ile dayanışma yayınındaki sözlerine yer vermek istiyorum.

“Yaşananlar normale dönülecek şeyler değil. Bizim normalimiz enkaz altında kaldı. Kaybettiğimiz insanlara sözümüz bu enkazdan çıkmak olmalı. Bu yaşadığımız şey kaderimiz değil, biz yaşadığımız hayatı değiştirebiliriz. Bize cumhuriyeti 100 yıl önce kuranların da söylediği bir şey bu. Kendi hayatımızı değiştirecek iyi kalpli, bilime inanan insanlarız. Biz canavarlaşmayacağız. Bütün canavarlara rağmen.”

Harun Tekin sözlerine insanlar arasındaki ilişkilerin niteliği ile güvenli kentler arasında bağlantı kurarak devam ediyor: “… Enkaz altında kalmamak için sokakta birbirimize iyi davranmamız gerekiyor. Bu ikisinin arasında bir bağlantı var. Yaya geçitlerinde yayalara yol vermemiz ile yaptığımız evin kalitesi arasında bir bağlantı var” [3] diyor.

Belki en önemli vurgu son cümlede saklı; güvenli kentler inşa etmekle medeni bir toplum olabilme arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor. Medeniyet insanı ve yapıtlarını kapsar. Arapça medeniyet, şehir anlamına gelen Medine kelimesinden türemiştir. Şehirli olmak medeni olmak anlamına gelir. Batı dillerindeki “civilisation” kavramı da “cite” yani şehir ve vatandaş anlamına gelen “civitas”tan türemiştir. Eski Yunan’da “polis” olarak kullanılır. Deprem yıkımı, kurduğumuz kentler ve vatandaşlık bilinci arasında yozlaşan ilişkiyi gün yüzüne çıkarmış ve gelecek tasavvurunda çevrenin talanına, rant ekonomisine karşı nasıl bir medeniyet oluşturabiliriz sorusunu günümüze taşımıştır.

Sivil toplum inisiyatiflerinin önemli bir diğer örneği, bu seçimlerin meşruiyetini ve güvenliğini belirleyecek olan sandık nöbetleridir. Yukarıda sözünü ettiğim oy verme hakkı etrafında oluşan yurttaşlık bilinci kişisel söylem ile sınırlı kalmayıp aktif bir biçimde toplumsal örgütlenmelere yol açtı. 2014’te, Gezi hareketine katılan gençlerin girişimiyle kurulan Oy ve Ötesi derneği sandık nöbetlerine öncülük etmiştir. Seçimlerin güvenliğini sağlamak için sivil gönüllüleri toplayarak onları bilgilendiriyor, eğitiyor, Türkiye’nin her yerindeki sandıklara gözlemci olarak atıyor ve seçim sonuçları tutanaklarının karşılaştırılmasını sağlıyorlar. Derneğin kurucularından biri ve yöneticisi “Biz sandığa gönüllüler olarak, halk olarak sahip çıktık ve bunun nasıl yapılması gerektiğini aslında bir yerde partilere gösterdik…. Oy ve Ötesi bugün Türkiye’de siyasi partileri de aktive eden, harekete geçiren önemli bir inisiyatif” diyor[4].

Oy ve Ötesi Derneği 2014’ten beri bütün seçimlerde sahada. 2019 seçimlerinde fark yarattılar ve 2023 seçimlerinde de, kendi deyişleriyle, insanların sinirle ve gerginlikle değil gülerek ve coşkuyla sandığa gidebilmeleri için gerekli hazırlıkları yapıyorlar. Seçimlerin güvenliğini sağlamak için diğer birçok sivil toplum inisiyatifi ve parti örgütleri ortak platformlarda bir araya geliyor. Sandık nöbetleri sadece oy güvenliği açısından değil, önümüzdeki seçim sonuçlarının meşruiyeti açısından da kamuoyunda çok önemli bir rol oynayacaktır.

14 Mayıs seçimlerine 36 partinin katılacağı ilan edildi. Türkiye seçimlere partiler arasında rekabetin yüksek olduğu bir perdeden giriyor. İslamcı, Türkçü, Kürtçü, muhafazakâr, milliyetçi, dinci, sağ, laikçi vs. görüşler birden fazla parti tarafından temsil ediliyor. Seçime giden iki önemli ittifak, Cumhur İttifakı iktidar yanlılarını, Millet İttifakı ise muhalif aktörlerin önemli bir kısmını temsil etmekte. Ancak her iki ittifak içinde, dindar ve milliyetçi kesimin birbirinden çok farklı temsilcileri olduğunu görüyoruz. Bu ister istemez iktidardaki partinin milliyetçi muhafazakâr kesimlerin tek temsilcisi olduğu ve dindar kesimlerin garantörü olduğu iddiasını bozmaktadır. AKP’nin 20 yıllık iktidarında ister istemez İslami aktörlerin zihin koordinatları değişmiş ve yaşadıkları deneyimi eleştirel bir perspektiften okumaya başlamışlardır. Birçok Müslüman nezdinde mağduriyet söylemi geçerliliğini yitirmiş, reformist bir AKP devri de geride kalmıştır. Nitekim AKP’den ayrılarak kendi partilerini kuran özgürlükçü ve reformist liderler bugün Millet İttifakı ile birlikte yol alıyor. İttifak içinde yer alan İyi Parti milliyetçi hareketin sözcülüğünü üstlenerek iktidar ortağı milliyetçilik anlayışını geride bırakıyor.

Millet İttifakı tarihten gelen köklü ve bölücü kutuplaşmaları bitirebilir. İttifak, Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti geleneğini bir araya getirerek devlet ve halk zıtlaşmasını, sağ-sol, seküler-Müslüman kutuplaşmaların ötesinde yeni bir siyasi paradigma yaratmaktadır. Altılı Masa’nın toplumsal barışa vurgu yaparak halk nezdinde ilgi ve saygı görmesi, siyaset sarmalının kutuplaşmadan uzlaşma dinamiklerine doğru evrildiğinin bir göstergesidir. Düşmanca söylem ve zıtlaşma siyasetinin artık seçmen nezdinde inandırıcılığını yitirdiğine dair belirtiler ortaya çıkmaktadır. Altılı Masa bir arada kalmayı başarmak suretiyle hem kendi varlığını kanıtlamış, hem de toplumun barış ve uzlaşma gözeten arzularına tercüman olmuştur diyebiliriz. Cumhuriyetin 100. yılına girerken toplum ve siyaset, yurttaşlar ve devlet arasında arzulanan katılımcı ve özgürlükçü bir kontrat arayışının, farklı bir yol haritasının işaretleri beliriyor. Nedir bu işaretler?

Altılı Masa: Çoğul siyasi öznenin siyaset sahnesine çıkışı

Bu yol haritasının en önemli işareti Altılı Masa’nın bir siyasi özne olarak ortaya çıkmasıdır. Altılı Masa’yı rejim karşıtlığından öteye gitmeyen ortak bir reaksiyon olarak görmek yanıltıcı olur kanaatindeyim. Altılı Masa etrafındaki parti liderleri demokrasinin ve parlamenter sistemin erozyonu karşısında siyasi alanı genişletmenin zaruretini, katılımcı demokrasiyi, “birleşe birleşe kazanacağız” ilkesini yaşama geçirmekte ve çoğul bir siyasi öznenin daha güçlü olabileceğini göstermektedir.

Bunu nasıl yapmaktadır? Birincisi, “Masa” metaforu çoğulculuk ilkesini soyut olmaktan çıkarıp somutlaştırdı. Masa etrafına oturan altı lider, tek aktörlü iktidar kodlarına yaklaşarak değil, tam tersine farklılaşarak güç ve popülarite kazanmaktadır. Çok sesliliğin olduğu yerde, tartışma, müzakere ve ikna yoluyla kararların alındığı, uzlaşmayla yönetilen bir koalisyon deneyimi oluşmaktadır. Altılı Masa’nın mikro bir meclis işlevi gördüğünü, önerdikleri güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişin bir provası olduğunu öne sürebiliriz. 

Meclis odaklı tavır Türkiye siyasetine yön veren Meclis’in tarihini yeniden okumamıza, sahiplenmemize vesile olacaktır. Bu bağlamda, 1’inci Kurucu Meclis’ten 2’nci Meclis’e geçişte temsil gücünün daralması, çok partili dönemde muhafazakâr ve İslami görüşlerin Meclis’e girmeleri, buna karşın Kürt siyasal hareketinin yasaklanması, darbelerin milli iradenin simgesi Meclis’i dağıtarak siyasi partileri kapatmaları ve en son 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde Meclis’in bombalanmasını hatırlatalım.

İkincisi, Millet İttifakı farklı görüş ve gelenekten gelen siyasi partileri ve liderlerini bir masa etrafında oturtarak siyasi aktörlere kamuoyu nezdinde görünürlük ve meşruiyet kazandırdı. Yani liderler birleştikleri ölçüde görünürlük kazanmakta ve siyaseten güçlenmekteler. Murat Somer’in deyişiyle “ben yerine biz diyebilen” politikacıların kazançlı çıktığını gösterir nitelikte bir gelişme[5].

Böylelikle çoğul siyasi özne olarak ortaya çıkan Altılı Masa, tek aktör patolojisine karşı önemli bir adım atmış oluyor. Tek aktör patolojisi diye adlandırdığım zaaf [6] sadece iktidar olan partiler için değil, muhalif hareketler için de geçerli. Bu zaaf Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Tartışmasız doğruyu temsil ettiğine inanan tek aktör patolojisi hem çoğulcu siyasal kültürün inşasına hem de devletin özerkliğini korumaya engel oluşturuyor. Tüm tekçi ideoloji ve aktörlerin, muhafazakâr milliyetçiler, devrimci solcular ve cumhuriyet seçkinleri de dahil olmak üzere, devletin doğal sahipleri olmadıklarını kabul etmeleri, kendi siyasi sınırlarına çekilmeleri ve parti-devlet, halk-lider özdeşliğinden vazgeçmeleri gerekiyor.

Tek aktör patolojisi toplumu da esir almış durumda. Toplumun büyük bir kısmı tüm yetkileri elinde toplayan güçlü lider imajına bağlanmış ve iktidarın değişmesini tahayyül etmekte hem zorlanıyor hem de bundan korkuyor. Tek kişinin elinde toplanan otorite ve karar alma yetkisinin istikrar sağladığı ve etkili yönetimi mümkün kıldığı inancı toplum nezdinde yaygınlaştı. Erdoğan’sız bir Türkiye düşünülemez oldu. Özellikle muhafazakâr kesim içinde değişime direnç derindeki kimlik kavgasının sürmekte olduğunu gösteriyor.[7]

Ancak üst üste gelen krizler, hızla yoksullaşan toplum, deprem felaketi sonrasında çıkan devlet boşluğu ve depremzedelerin sahipsiz kalması, yurtdışına gitmek isteyen gençlerin sayısının artması, hukuksuzluk, beyin göçü, sermaye kaçışı, güçlü lider eşittir iyi yönetim algısını bozmaktadır. Tek kişinin elinde toplanan karar alma yetkisinin istikrarı sağlamak şöyle dursun, kötü yönetim ve krize yol açtığı yaşanılarak tecrübe edilmektedir.

Bu nedenlerle, siyasete yeniden hayat verebilmenin ilk şartı iktidar değişiminin mümkün olduğunun zihinlere işlenmesi. Murat Somer’in Oksijen’e verdiği söyleşide tespit ettiği gibi, “olağanüstü otoriter siyasetin 20 yılda adım adım yaptığı şey, iktidar değişimini olağandışı bir şey haline getirmek oldu.” Bu süreç medya, bürokrasi ve hukukun iktidara biat etmesi ve muhalif seslerin susturulması ile gerçekleşti. Millet İttifakı bu olağanüstü şartlarda siyaseti yeniden ihya ederek, iktidar değişiminin mümkün olduğunu zihinlere işlemeye ve daha iyi bir yönetime talip oluyor.

 Çizgi: Tan Oral

Anakronik liderlik

Çoğul siyaset öznesi lidersizlik anlamına gelmez. Ancak alışılageldik liderlik anlayışından farklı olmak zorunda ve patriarkal figür, yukarıdan aşağıya dikey otorite yerine eşitler arasında oluşan bir liderlik gerektirmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu siyasi üslubu, söylemi ve eylemleriyle adaylığına ikna ediyor, ancak Altılı Masa’yı oluşturanların üstüne çıkarak değil, tam tersine aynı hizadan beraber yarattıkları oluşumun, siyasi havzanın merkezine ağırlığını koyarak önderlik yapıyor. Halkı peşinden sürükleyerek, hipnotize ederek değil, katılmalarına tek tek çağrıda bulunarak, farklı toplumsal kesimlere yeniden görünürlük kazandırıyor, onların kendisiyle birlikte siyasi özne olmalarını mümkün kılıyor.

Cumhurbaşkanlığı adaylığını millete seslenerek açıklarken “Aday ben değilim, aday hepimiziz” demesi anlamlı bir örnek. İnsanların dillendirdiği farklı sorunlara, hikâyelere tek tek isimleriyle atıfta bulunarak, halk kavramını çoğunluğun kastedildiği yekpare ve soyut bir kavram olmaktan çıkarıyor. Her seferinde helalleşme çağrısında yaptığı gibi toplumu oluşturan farklı sınıfları, görüş farklılıklarını, hayat biçimlerini hatırlatıyor. Yeni yüzyılın popülist hareketlerinin yekpare “bir-halk”[8] tasarımına karşı, çoğul siyasi öznenin siyasi sahneye çıkması, çoğunluk hegemonyasına bir panzehir oluşturuyor.

Kılıçdaroğlu’nun siyasal iletişim ve liderlik performansının bugün sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde popülist lider hegemonyasına ve temsili demokrasinin girdiği krize karşı yeni bir alternatif sunmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun katılımı çoğaltan “yumuşak”[9] üslubu, başta mimarı olduğu kabul edilen Altılı Masa olmak üzere iktidar ve güç anlayışını değiştirmektedir. Kadın hakları tartışmaları gündeme geldiği sırada, evinin mutfağından bir çay eşliğindeki konuşması üzerinde durmak isterim. Sosyal medyada paylaştığı bu konuşma sivil siyasetin, tevazunun ve kadın haklarına sahip çıkma biçiminin çarpıcı bir örneği. Mekân olarak mutfağı seçmesinin anlamını çözümlemek için çok katmanlı bir yoruma tabi tutmak gerekir. Birincisi iletişimin kadınlara ait olan bir mekânda yapılması, bir erkek olarak “mutfağa girmesi”, kadınların yerini eve, mutfağa hapseden muhafazakâr zihniyete karşı kadın haklarını mutfakta savunarak, kadın-erkek rollerini ters yüz ediyor. Toplumla siyasi liderlerin patriarkal iktidar normlarından ve erkek egemen gövde gösterisinden çok uzak bir iletişim kuruyor.

İkincisi, Medyanın özgür olmadığı ve meydanlara çıkmanın yasaklandığı baskıcı rejimlerde mutfak siyasi bir işlev görmüştür. Yasaklarla başa çıkmak için aydınlar ve muhalifler evlerde bir araya gelerek, siyasi tartışmaları evin içine taşımışlar, mutfak masasını politize etmişlerdir. Kılıçdaroğlu evinin mutfağından seslenerek seçmenlerle doğrudan bağlantı kuruyor ve medya sansürünü aşıyor. Üçüncüsü Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında arka planda beliren mutfak, gözümüzün aşina olduğu bir mutfak ama bugün Türk dizilerinde özenilen hiper-modern mutfak modellerine benzemiyor. Mütevazı, geçmişten bir kare gibi, “cilalı imaj”[10] devrinin statü, güç ve prestij kodlarına uygun değil. Bunlara bakarak “Yeni Türkiye” kodlarının dışından, bugünkü egemen değerlere uymayarak, hatta bugünkü zaman ile anakronizm içinde alternatif bir muhalefet alanı oluşturduğunu söyleyebiliriz. 

Günümüzden geleceğe yön verebilmek için merkezde başat değerleri tanımlayabilmek ve üretebilmek gerekiyor. İyi, güzel ve doğru olanı Türkiye kendine çevirdiği bir mercekten gözden geçirmeye, tanımlamaya başlıyor. İnsan ve çevre, özgürlük ve dayanışma gibi değerlerin önemi ve yapıcı gücü, artan yoksulluk, ekonomik kriz ve deprem felaketinin getirdiği acı tecrübelerle açığa çıkıyor.

CHP ve halkçılık

Kılıçdaroğlu CHP’nin halkçılık okuna sahip çıkmakta, ancak halkçılığı yukarıdan aşağıya doğru bir devlet pedagojisi olarak değil, tersine toplumun içinden, insanların yaşamına, sorunlarına, özlemlerine dayalı gözlemleriyle hayata geçirmektedir. Farklı hayat tarzlarını seçen bireylere, farklı inançları olan topluluklara seslenerek hem yekpare bir halk anlayışından uzaklaşıyor, hem de kimlik siyaseti yapmıyor. Adalet yürüyüşü ile başlayan, adım adım ilerleyen her bir mikro siyasi eylem, helalleşme çağrısı, başörtüsü teklifi, belediye başkanları ve deprem seferberliği CHP’yi topluma yaklaştırmıştır. Sadece siyasi hasımları tarafından değil, hükümete muhalif olan kesimler tarafından da başta küçümsenen bu adımlar, bugünkü alternatif oluşumun, yeni bir siyasal paradigmanın ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Özellikle helalleşme çağrısı ve başörtüsü teklifi her ne kadar bazı laik kesimler, Kemalist aydınlar ve milliyetçiler tarafından eleştirilse de Altılı Masa bu sayede mümkün olmuştur.

Kılıçdaroğlu 16 Kasım 2021 Meclis grup toplantısında yaptığı helalleşme çağrısında mağdur olmuş tüm kesimleri muhatap almaktadır. Yakın geçmişimizde 1971 ve 1980 darbelerinde asılan gençleri, 28 Şubat darbesi sonrası örtülü kız öğrencilerin alındıkları ikna odalarını, Diyarbakır hapishanesi mahkûmlarının yaşadıkları zulmü, 6-7 Eylül olaylarını ve varlık vergisine maruz kalmış azınlıkları, vs. tek tek hataları sıralayarak mağdur olan farklı kesimlere hitap etmekte, onlara çağrıda bulunmaktadır. 

Helalleşme çağrısı toplumsal barışı sağlamak için hayati önemde bir adımdır. Tabulara teslim olmayarak, birbirimizin acılarını dinleyerek, geçmişimizle yüzleşerek iyileşebiliriz ilkesinden hareket eden bir siyaset iradesini yansıtmaktadır.

İnsanların acılarını ifade etmesine izin veren toplumlar özgürleşir, ancak dinlemeyi bilen toplumlar olgunlaşır. Bu anlayışın en derin ve trajik örneğini, Türkler ve Ermeniler arasında yeniden bağ kurmaya çalışan Hırant Dink üstlenmiş ve bu yolda hayatını kaybetmişti. İnkâr politikasının getirdiği kolektif amneziye karşı, Hırant Dink bu topraklarda yaşayan Ermenilerin hikâyelerini anlatarak, toplumun belleğine, vicdanına hitap eden bir yol izlemiş ve insanların gönlünü kazanmıştı. Katledildiğinde cenazesine katılan birçok insan “Hepimiz Hırant’ız hepimiz Ermeniyiz” sözleri ve pankartlarıyla yürümüştü. Kurulan bu duygudaşlık yeni bir vatandaşlık anlayışının göstergesi oldu ve toplumsal hafızamıza kazıldı.

Başörtüsünü yasal güvenceye alma teklifine gelince, CHP ve laiklik anlayışı açısından çok önemli bir zihniyet dönüşümüne işaret etmektedir. Başörtüsü meselesinin çözümü, yani yasak olmaktan çıkarılması AKP’nin başarı hanesine yazılıdır. Nitekim iktidar partisi, CHP’nin başörtüsü karşıtlığını bir koz olarak elinde tutmuş, seçimleri kaybettikleri takdirde Müslüman kadınların bu haklarını kaybedecekleri propagandasıyla kutuplaşma ve korku siyasetini pekiştirmiştir. CHP’nin teklifi hem bu kozu iktidarın elinden almakta hem de muhafazakâr kadınlarla köprüler kurmasını sağlamaktadır. Kadınların örtüsü Müslüman-laik kutuplaşmasında bir mega sembol, siyasetin tekelinde bir ihtilaf meselesi olmaktan çıkmaktadır.

CHP’nin toplumsallaşması ve Cumhuriyet’in demokratikleşmesi meselelerinin birbirinden bağımsız yürümediğini görüyoruz. Levent Köker’in “Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi mi, demokratik cumhuriyet mi?” yazısında yönelttiği sorular, önemli bir değişimin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.[11] Bu eşik otoriter rejimin aşılıp aşılamayacağı kadar, ikinci yüzyıla nasıl gireceğimizi de tayin edecek.

İstanbul BBB Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak yolunu açan cezadan sonra 15 Aralık 2022’de Saraçhane’de yapılan Altılı Masa mitinginden…

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı ve Atatürkçülüğün yeni sahipleri

Altılı Masa etrafında oluşan koalisyon, Türkiye siyasi hayatını oluşturan CHP-Demokrat Parti ayrışmasını kırdığı gibi, Atatürkçülüğün farklı siyasi aktörler tarafından sahiplenilmekte olduğunu da göstermektedir.

Meral Akşener’in Teke Tek programında, kendi geçmişine dair söyledikleri buna güçlü bir örnektir. “Ailemin bir tarafı Demokrat Partili, öbür taraf İsmet Paşacı. Bu alanın birbiriyle olan çatışmasını o masada en iyi bilen benim… Bir taraftan İsmet Paşa, bir taraftan da rahmetli Menderes. Birbirine bunları masanın altından söyleyen geçmişimizden bahsediyorum… O masanın en büyük kıymeti Türkiye’nin büyük bir siyasi ve sosyal alanını temsil etmesi. Orada oturuyorsunuz, öncelikle farklılıklarına saygı duymayı öğreniyorsunuz.”[12]

Meral Akşener her iki geleneğin kendi profilini, siyasi tercihlerini belirlediğini dile getiriyor. Bugünkü siyasetin şekillenmesinde iki geleneğin – demokrat ve cumhuriyetçi – bir araya gelebilmesi, fay hattından yürümek yerine ortak alanların oluşturulması, içiçe geçişlerin dillendirilmesi önemli bir rol oynuyor.

Atatürkçülüğün Kemalist kadrajdan çıktığı ölçüde farklı mecralara girdiğini ve yeni sahipleriyle buluştuğunu söyleyebiliriz. Nitekim Altılı Masa’nın ev sahipliğini yapan Saadet Partisi’nin binasına Atatürk afişinin asılması bunun çarpıcı bir örneğidir.

Atatürkçülüğün Kemalist ideolojiden bağımsızlaşma süreci Altılı Masa’dan öncelere gider.

1980’li yıllardan itibaren, Atatürk figürünün popülerleştiğini, resmi heykelleri yerine sivil hayattaki fotoğraflarının evlerin oturma odalarına girdiğini, insanların günlük yaşamları içinde gönül verdiklerini gözlemledik. Atatürkçülüğün Kemalist kadrajdan bağımsızlaşması sürecinde iki önemli aşamadan söz edebiliriz.

Birincisi post-Kemalist aktörlerin Avrupa Birliği üyeliği etrafında oluşturdukları reformları savunan ve çok sesli kamusal havzadır. 2000’li yıllarda sol, liberal, İslamcı ve Kürt hareketinin sözcüleri katılımcı bir Cumhuriyet için yeni bir kontrat arayışına girmişlerdir. Aynı dili konuşmayan, yaşam biçimleri uyuşmayan, farklı etnik ve dini kökenden gelen aydınlar, yazarlar, gazeteciler, bir araya gelerek, aralarındaki görünmez duvarları yıkmışlar (bu süreç özellikle 1980 sonrasında paneller ile başlamıştı), tabuları yıkarak, meydana çıkmışlar, kamusal alanın sınırlarını genişletmişlerdir. Topluma dar gelen, dışlayan Kemalist ideolojiye, yasakçı laiklik ve baskıcı milliyetçilik politikalarına itiraz edenler çok sesli bir kamusal alan oluşturmuşlardır.

Bugünkü rejim, kendini de var eden bu kültürel havzanın temsilcilerini tasfiye etmiş, kamusal alanı tek sese dönüştürmüştür. Abdullah Gül’ün Avrupa gönüllüleri ve reformistlerle oluşturduğu siyasi çizgi yok farz edilmiştir. Bugün bu reformist çizgiden gelen Babacan ve Davutoğlu Millet İttifakı’nda yer alarak çok sesli kamu inşasına katkıda bulunuyorlar. 

İkinci önemli aşama 2013 Gezi Meydan hareketidir. Seküler gençliğin inisiyatifiyle Müslüman-laik, Türk-Kürt, batı-doğu ikiliklerini pratikte aşan çoğul siyasi öznenin meydanda ilk vatandaşlık provasıdır. Gezi hareketi, diğer toplumsal hareketlerden çok farklı bir biçimde, “birleşmek için benzer olmak gerekmiyor” ilkesini hayata geçirmiştir. Dikey hiyerarşik örgütlenmeler yerine yatay ilişkileri ve dayanışmacı, çevreci değerleri sahiplenmiş, sanat, estetik ve eylemi bir araya getirmiştir.

Birinci aşamada kamusal alan söylem düzeyinde genişledi, farklı kesim ve inançtan gelenler tartışarak birbirini tanımayı tek aktör patolojisine yeğlediler. İkinci meydan hareketinde ise genç aktörler performans yoluyla çoğulcu bir toplum sahneye koydular. İktidar birinci kültürel havzayı dağıttığı gibi, ikinci meydan hareketini de şiddet yoluyla bastırmış ve birçok kişi terör ile suçlanarak dava edilmiş, cezaevine konmuştur. Bugün aydınlar fikirlerini özgürce söylemekten çekinir, insanlar itirazlarını meydanlarda toplanarak ifade etmekten korkar oldu.

Altılı Masa, bu korku buzdağını kırmakta ve bastırılan toplumsal itirazların ve arzuların, Gezi ruhunun farklı bir mecrada yeniden hayat bulmasını sağlamaktadır. Masa, Meclis ve Meydan, farklı ölçeklerde, çoğul öznenin siyaset ve toplum alanında ortaya çıkmasını deneylemekte, bir arada yaşama koordinatlarını tanımlamaktadır. Masa, Meclis ve Meydan, siyaset ve toplumun değişen koordinatlarına işaret ediyor. Uzun vadeli dinamiklerin sonucunda, düz bir çizgide ilerlemeyen ve birbirinden bağımsız gelişen Masa, Meclis ve Meydan, birbirine ekleniyor, siyasal alan ile sivil toplum arasında ortaklık yaratıyor. Bugün katılımcı ve çoğulcu bir toplum tasavvurunun ve kontratının mümkün olduğunu gösteren Altılı Masa, gündemi belirlemeyi, kendi etrafında çekim alanı yaratmaya başardı ve toplumda bir umut oluşturdu.

Bu bir iyimserlik-kötümserlik meselesi değildir. Herkesin bildiği çok zor bir süreç var Türkiye’nin önünde, depremin getirdiği ağır maddi ve manevi yük, ekonomik yoksullaşma, zorlaşan gündelik yaşam, kadınlara yönelik artan şiddet, içerden ve dışardan sığınmaya maruz kalanlar, komşu ülkelerdeki idamlar, bölgede savaşlar, Avrupa ülkelerinde yaygınlaşan düşmanlık siyaseti vb. zor bir konjonktür var. Ancak siyasi muhalefet bu zor zamanlarda ortaya bir alternatif çıkarmayı başararak, yeni bir yolun mümkün olduğunu gösterdi. Önümüzdeki seçimler, oylarıyla iktidarları değiştirebilen vatandaşların ve toplumun kendine güvenebilmesinin bir sınavı olacaktır.

________________________________________

[1] Jan-Werner Müller, Popülizm nedir? (çeviri Onur Yıldız), İletişim yayınları, İstanbul, ilk basım 2016.

[2] Savaş Zafer Şahin, “Kitle Bilgeliğinden Deprem Dayanışmasına: Yeni iktidarın Yol Haritası”, Perspektif, 15 Mart 2023.

[3] Harun Tekin, Mor ve Ötesi solisti, Söyleşi, Sokrates dergi, Sahadayız yayını, 15 Şubat 2023.

[4] “Türkiye’de seçim güvenliği ve ‘Oy ve Ötesi’ deneyimi”, Oy ve Ötesi Yönetim Kurulu Başkanı Ertim Orkun ile söyleşi, Gökhan Biçici ile Sivil Toplum Saati programında dokuz8HABER, 3.1.2023.

[5] Murat Somer, Söyleşi, Oksijen gazetesi, 17-23 Mart 2023.

[6] Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, Metis Yayınları, istanbul, ilk basım 1986.

[7] Bahadır Kurbanoğlu, “Muhafazakar Seçmenle Hasbihal”, Perspektif, 20 Mart 2023.

[8] Pierre Rosanvallon, Le siècle du populisme, ed. du Seuil, Paris, 2020.

[9] Besim F. Dellalloğlu, Bay Kemal’in Yumuşak iktidarı, Perspektif, 21 Temmuz 2022.

[10] Can Kozanoğlu, Cilalı İmaj devri, 1980’lerden 90’lara Türkiye ve Starları, İletişim yayınları, İstanbul, Birinci baskı, 1992.

[11] Levent Köker, “Cumhuriyetin demokratikleşmesi mi, demokratik cumhuriyet mi?”, Medyascope, 18 Mart 2023.

[12] Meral Akşener, Teke Tek programı Fatih Altaylı ile, Haber Türk TV, 7 Mart 2023.

- Advertisment -