Evlere kapanma döneminde bazı evlerde okunmuş kitapların sayısı arttı, bazı evlerde okunmamışların. Dizi ve filmlerde yeni bir dünya keşfeden de oldu, asıl dünyanın dizilerde ve filmlerde olmadığını keşfeden de. Kimilerimizin anladığı hikâyeler çoğaldı, kimilerimizin anlamadığı hikâyeler. Kişisel gelişim kovalayanlar da oldu kişisel gelişimcilerle dalga geçenler de. Alıştığı eski şarkıların kusursuzluğunda ego tatmini bulan da oldu, yeni dillere, yeni melodilere demir atan da. Bazılarımız da boş gözlerle haber kanallarının sağ alt köşelerindeki döviz kurlarına baktı durdu.
“Artık kişisel olarak gelişmek istemiyorum yeter bu kadar geliştiğim. Fazlası haşa Allah’ın da zoruna gider”, “Bir lokma daha gelişmek istemiyorum tek bir kelime daha öğrenmeye yerim kalmadı yemin ederim ki sadece hareket etmeden boş boş izlemek istiyorum her şeyi”, “Kitleler halinde gelişeceksek tamam, kişisel gelişim no” (kaynak:Twitter) gibi duygu ve düşüncelere kapılanlarımız da var tabii.
Enerji bulamamak
Türk Romanının klasiklerini (baştan) okuyacak enerjiyi bulamadım. Sinema klasiklerini izleyecek enerjiyi de. Her şeyin yasaklandığı bir dünyada, bir romanı başından sonuna okumanın anlamsızlaştığını düşündüm. “Kendimi geliştirsem ne olacak, bu gelişmeyi pratiğe dökebileceğim, meyvesini toplayabileceğim bir dünya kalmayacak ki” dediğim zamanlar da oldu, “kişisel gelişim atakları” yaşadığım zamanlar da.
Sonunda bir tür “kişisel gelişim” yolculuğuna çıkabildim: Türk Romanı üzerine yazılmış kitaplar okumaya başladım… Bu alandaki çeşitlilik beni günden güne içine çekti. Türkiye’de bu tür kitapların akademik yayınevleri tarafından abartılı fiyatlara satılan kitaplar olmaması ve erişimin kolaylığı, hızlanan siparişler vermemi beraberinde getirdi. Kitapların çoğunun yaşı bana yakın kişiler tarafından yazılmış olması, ilgimi pekiştirdi. Türk Romanı’nı tematik olarak inceleyen kitapların sayısı gerçekten çoğalmakta. Sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da tatmin edici bir durum söz konusu. Tarafsız ve nesnel bir dille kaleme alınmış incelemelerin sayısındaki artış, umut verici.
Türk Romanında tasavvuf
Yola, Ali Şükrü Çoruk’un “Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu” eseriyle başladım. 1979’lu Turan Güler’in, 2016’da baskısı 500 adet yapılmış “Türk Romanında Tasavvuf (1980-2000)” kitabıyla devam ettim. 700 sayfalık bu eserin ansiklopedik havasını sevdim. Orhan Pamuk, Elif Şafak, İ. O. Anar gibi bilinen yazarlardan, ismi az duyulmuşlara uzanan çok hacimli bir inceleme bu. Yazarın 20 yıllık bir dönemde yayınlanmış eserlerde bulup döktüğü zenginliği burada aktarmam zor, en iyisi kendiniz okuyun.
Türk Romanında 1980
Gene 1979 doğumlu Murat Turna’nın, 2015’te yayınlanmış “1980: Türk Romanında Değerler Çözülmesi” eseri, beni şaşırttı. Bu 500 sayfalık eserde, 1980’de yayınlanmış Türk romanları inceleniyor. Bu eser de bizi Turan Güler’in eseri kadar karışık, yoğun ve renkli bir yolculuğa çıkartıyor. 1980’de Türkiye’de bu kadar çok roman yazılmış olması, bu romanların içeriklerinin marjinal yaşantılar, “ahlaki normal” saydığımız değerlere ters öğeler barındırması… İlginç geldi… 1980’in Türk romanlarının karnavalesk tadına, şok edici tuhaflığına doyamadım. Bu çılgın tadın başka bir tonunu, Ömer Solak’ın 1896-1914 arası Türk Romanını inceleyen çalışmasında da buldum.
Ahlaki değişim
Hem 20. Yüzyıl başlarının romanlarında hem de 1980 yılının romanlarında; ahlaki olarak şu ankinden daha “geniş” bir koşu parkuruyla karşılaşıyoruz. Bu eski romanlarda “kirli” ve “ahlaksız” dünyaların karelerini son derece yoğun şekilde bulabiliyoruz. Kur, flört ve fuhşu medeniyetin icabı sayarak erkekler üstünde hakimiyet kuran kadınlar, entrikalar, garsoniyerler, Beyoğlu ve Cihangir’de yaşanan tuhaf aşklar, Şişli’deki yüksek poker alemleri…
İşte bütün bunları incelerken, 21.Yüzyıl Türk Romanının, eskiye oranla ahlaki anlamda püriten ve steril kaldığı, yani edebiyat dünyamızın muhafazakârlaştığı izlenimini edindim. 21. Yüzyıl Türk Romanının karanlık dehliz ve uçurumlarını yeterince bilmiyor olmam da mümkün gerçi.
Merkez-taşra çatışması
1973’lü Ömer Solak’ın iki kitabını inceledim: “Cumhuriyet Döneminde Merkez-Taşra Çatışması” ve “Osmanlı Romanında Yabancılar ve Azınlıklar (1896-1914)”… Bu kitaplar, Turan Güler ve Murat Turna’nın kitapları gibi hem bildiğim yazarların bilmediğim (gizemli) yönlerini, hem de bilmediğim yazarları fark etmemi sağladı. “Osmanlı Romanında Yabancılar ve Azınlıklar”, 20. Yüzyıl başının Türk romanının şu ankini çok aşan bir etnik ve kültürel zenginlik gösterdiğini düşündürdü bana. Aslında eski romanlarda şimdiki (sadece Türkçenin güzel kullanımına odaklanmış) “edebi” romanlarda pek göremediğimiz bir sosyolojik ve düşünsel tartışma zenginliği de görmek mümkün.
Yabancı okullar
İstanbul Alman Lisesi mezunu biri olarak, Dr. Selahattin Çitçi’nin “Türk Romanında Yabancı Okullar ve Kültürel Değişimdeki Rolleri” eserine de kayıtsız kalamadım. Gerçi bu kitap sadece 1950’ye kadarki romanları konu alıyor. Bizim kuşağın ve bizden sonraki kuşakların yabancı okullardaki hikâyelerini anlatan romanların bu kitapta işlenmemesine üzüldüm. Sanırım Selahattin Çitçi’nin suçu yok, sorun malzemenin azlığı. Türk Romanı, yabancı okullara yönelik ilgisini, 1950’lerden itibaren yitirmeye başlamış gibi görünüyor.
1981’li Esra Sazyek’in hacimli eseri “Türk Romanında Ankara”, Ankara’yı farklı bir açıdan tanımamı sağladı. Türk Romanında Tasavvuf’un tasavvufa dair en çok bilgiye erişebildiğim kitaplardan biri olmasına benzer şekilde, “Türk Romanında Ankara”, Ankara’ya dair bilgimin zenginleşmesine vesile oldu. Her iki kitabı da “roman incelemesi”nin ve “edebiyat bilimi”nin ötesine uzanan kitaplar olarak okudum. “Türk Romanında Destan Etkisi” de bunlarla aynı oranda tatmin edici bulduğum bir diğer eser.
İslamcı ve milliyetçi roman
Sonra “İslamcı” romana, “hidayet romanları”na yelken açtım. Aynı üniversitenin aynı bölümünden (Bilgi, Karşılaştırmalı Edebiyat) mezun olduğum Ahmet Sait Akçay’ın “Bellekteki Huriler” adlı araştırması, bir başlangıç oldu. İslamcı romanın önde gelenlerinin tek tek isimlerini (hayran kaldığım “Haram Lokma” romanının yazarı Raif Cilasun dışında) bu yazıda saymak istemiyorum, bunlar için ayrı bir yazı gerekli. Milliyetçi romancılara da göz attım, ama orası başka (ve henüz benim için daha yabancı) bir alan, şu noktada Emine Işınsu’yu beğendiğimi belirtmekle yetineceğim.
İslami kesimin tamamen üzerinde birleştiği “klasikleşmiş İslamcı romancı”ların olduğunu söylemek kolay değil. İslami kesim, İslamcı romanları satın alsa bile onlara edebi değer olarak yeterince sahip çıkmıyor. İslamcı romanın, İslamcıların gerçekliğinden bağımsız, onu aşan başka bir gerçekliğinin olduğunu düşünmek de mümkün. İslamcı romanda, İslami kesimin tam olarak bilincine varamadığı bir değer saklı belki. Burada, popüler kültürün sahip çıktığı bazı yeni kuşak (“pop-İslamcı” tabir edilebilecek) isimleri dışarıda bırakarak tahlil yaptığımı da belirteyim.
Farklı ülkelerdeki roman araştırmaları
Google’da; Almanya, Avusturya, İspanya, Meksika gibi ülkelerdeki kendi roman gelenekleri üzerine yapılan çalışmalara bakınca, Türkiye’nin roman araştırmacılığı alanında görece faal sayılabilecek bir ülke olduğunu, bu ülkelerle neredeyse yarışabilecek düzeyde “araştırmacı” olduğumuzu düşündüm. Gerçi bu konuda çok da iddialı konuşmak istemiyorum. Mesela Meksika’daki Meksika romanı üzerine yazılmış tematik incelemeleri (ki bazılarının konuları çok kışkırtıcı görünüyor) henüz sipariş etmiş değilim. Onları okuduktan sonra Meksika’nın bizden daha ileride olduğu sonucuna varır mıyım, bilmiyorum.
Yeni siparişler
Her neyse… Siz bu satırları okurken ben muhtemelen gene online kitap sitelerine dalmış, belki Meksika’dan belki Türkiye’den yeni siparişler veriyor olacağım. Şu an üzerinde durduğum üç ihtimali sıralayacak olursam:
1) Mahremiyetin Tahribi: Türk Romanında Çok Evlilik ve Metres (1870 – 1923)
2) Türk Romanında Kıskançlık Sendromu (1896-1949)
3) Türk Romanında Postmodernizm: Teori ve İnceleme.