Ana SayfaManşetSadâkat evliliğe değil sevgiye

Sadâkat evliliğe değil sevgiye

İki insanın iletişimi, dili, söyleme sanatı ile evli ya da “evli gibi” iki insanınki farklı. Sanat değil de zanaat mı acaba? Evlilik kurumsal bir dil kuruyor ama bu o dilin iletişim için uygun olduğunu göstermiyor elbette. Aralarındaki alışkanlık, zihin okuyuculuğuna gidebiliyor. Bu yönüyle geçen yıllar, tahlilleri-teşhisleriyle pozitif olmayan bir tecrübeyi de besliyor.

Evliliği, evlilikleri, hatta evliliğe dair farzımuhal filmleri, dizileri tartışmak,bu coğrafyada daha zor. “Film icabı” hoşgörüsü, bizde mâzeretten bile sayılmıyor. Mevzu, ana başlığı, kalktığı durak, sözlük anlamıyla “evlilik” de olsa, bu engebeli, puslu arazide gittiği/sürüklendiği istikamet de değişiyor, saptığı, vardığı yerler de…

Tanımlarında, tahayyülünde, çağrışımında bile kirlenme var. Çocuk istismarının yüzüğü takınca görünmez kılınıp, adına da “evlilik” denildiği, baskıyla, zorla evliliklerin, izdivaç alışverişlerinin, çok eşliliğin, pederinin şahının bile kemiklerini kamaştıracak ataerkilliğin bir çağı daha atlattığı bir ülkede yaşıyoruz.

Kadına yönelik pervasız şiddetin, cinâî cümlesini çoğu kez “evlilik, birliktelik”le tamamladığı, arkasına rezilce “ama”ları eklediği, benzinle kundaklanan bir yangın yeri. Artık birliktelik, ilişki, evlilik deyince magazin sayfalarından çok, adli, polisiye “üçüncü sayfa” haberlerinin, şiddetin, cinayetin akla gelmesi ondan.

Bu mevzuda o pişkin deyişiyle yalnız, tek örnek olmayabiliriz ama o yüzsüz “Bilmem nerede de öyle” kıvırtmasıyla paçayı sıyıramazsınız. Zaten sosyolojik, siyasal, bilumum standartlarımız da artık “bilmem neredeki” örnekleriyle ölçülebiliyor, sıralamalara oralardan ilişiyor. İstanbul Sözleşmesi’ni filan hiç katmayayım, yoksa ruh halim, dilim bir sinema yazısına elvermeyecek.

Çağrıştırmayana Ergi Metodu

Sarsılan bir evlilik birliğinin durumunu farklı bir sinema, dizi tekniğiyle anlatan “State of the Nation (Birliğin Durumu)”ı izlerken sık sık Türkiye geçti aklımdan. Yok, çağrıştırdığı için değil, daha çok çağrıştıramadığından… İzlediğim evlilikle ilgili sorunların ana başlıkları benzer de gözükse, başlığın altı oralardan doldurulunca, metni, satır araları, tabiatı farklı. Olmayana Ergi Metodu’yla çağrışım mı desem…

Dizinin adı, ABD’nin State of the Union’unu akla getiriyor ama İngiltere yapımı dizide de gündeme gelen metafor, Brexit, “AB’den, Birlik’ten ayrılmak mı, ayrılmamak mı”… Louise ve Tom 15 yıllık evli, iki çocuklu bir aile. Louise’in kısa süreli bir evlilik dışı ilişkisi nedeniyle, onun önerisiyle bir aile terapistine gidiyorlar. Tom “aldatma”yla birlikte “birliğin durumu”ndan da, bu durumu bir terapiste danışma fikrinden de rahatsız.

Seyirci “gözlemci terapist”

Çözülmenin ilk basamaklarındaki çifti, sorunlarını, iletişimlerini farklı bir zaman-mekân kurgusunda seyrediyoruz. Dizi, haftada bir ve toplam 10 seanslık terapi sürecini, her biri 10 dakika süren 10 bölümde anlatıyor. Louise ve Tom’un seansı beklerken, terapistin ofisinin karşısındaki “pub”da oturup konuştukları 10 dakikayı… Dizide sorunların, o sorunları yaşayanların skeçleriyle anlatılması akla Woody Allen’ı getiriyor ama öyle değil. Daha sakin, Avrupalı, som Britanik.

Dizide terapisti, hatta ofisini bile hiç görmüyoruz. Ama onların bir sonraki hafta önceki seanstan nasıl etkilendiklerini hissediyoruz. Seyirci, onların her seans öncesindeki, bazen eteklerindeki çakıl taşlarını döktükleri bir nevi self-terapilerini izleyerek, o iletişimin bir sonraki sohbetlerine nasıl, ne kadar yansıdığını, olumlu ya da olumsuz etkilerini de gözleyebiliyor. Bu yönüyle dizide hiç görmediğimiz terapist de, bazı anlarda seyirci oluyor. Tabii gözlemci, stajyer terapist olarak.

İddiasızlığıyla iddialı mekân

Mekân da sadeliğiyle, iddiasızlığıyla iddialı… Louise ve Tom bir masa, bir bira bardağı ve şarap kadehinden ibaret sahnede, pek hareket etmeden, sadece mimikleri, jestleriyle oturuyor. Ekşın yok ama başarısı, becerisi de burada… Bu sayede sahnedeki, kahramanlarındaki, onların giysilerindeki, mevsimlerindeki en ufak bir değişiklik, kıpırtı hemen dikkatimizi çekiyor. Ve satır aralarını keyifle okuyoruz.

Tek mekânlı sahneleri, çekimleriyle tiyatroyu hatırlatsa da gizli kameradan ya da yan masadan izlenen gerçek hayat, evlilik kesitleri sanki. Diyaloglar öylesine doğal, oyunculuklar öyle tasarruflu… Esprisi, mizahı da gayet yerinde… Yapmacık da değil, aşınmış da.

“Ecnebi” olsa da dizinin empati katsayısı yüksek. Ayrıca iki oyuncunun gerçek hayatta evli olduğunu uydursalar, “Ben emindim zaten” dersiniz. Hem yakışıyorlar da birbirlerine, arayapıcı erkân yahut yerli dizi ekranı dili, maşallahıyla… Zıt yakışıklılıkların yakışırlığı da diyebiliriz.

Çok odalı evlilikler…

Evlilikler çok odalı… Salonunda, mutfağında, oturma, çocuk odalarında yaşanan anlaşmazlıklarıyla da meşhur… “Yatak odası”ndaki sorunları, “vaka”larıyla da. Dizi o “mahrem” alandaki “vaka” ve sorunlarla zedelenen bir evliliğe tanık olmamızla başlıyor.

40 yaşındaki gerontolog, yaşlanma bilimci Louise (Rosamund Pike) kısa süreli evlilik dışı ilişkisiyle sanık sandalyesinde. “Vaka”nın seyrinde, eşiyle uzun süredir birlikte olmaya yanaşmayan, yorgun bir alışkanlıkla bu durumu pek de yadırgamayan 44 yaşındaki işini kaybetmiş müzik eleştirmeni Tom da (Chris O’Dowd) var.

İlk bölüm, Louise ve Tom evlilik terapistinin ofisinin karşısındaki “pub”da ilk seansı beklerken açılıyor. Ortam gergin, taraflar ilk anda biraz dilsiz… Öylesine lafların ardından Louise mevzuyu açmaya çalışıyor. Lâkin “aldatma” meselesini konuşmak istedikçe, Tom göstere göstere, kel alaka mevzularla lafı değiştiriyor.

Evlilik ve yan ürünleri

Louise “Ben olmasaydım burada olmayacaktık” deyince eteklerindeki çakıl taşları yavaştan dökülmeye başlıyor.  Tom onu anında, yargıç tokmağıyla onaylıyor, eşi “Bunda senin hiç sorumluluğun yok mu?” deyince net olarak “Hayır” diyor: “Sen başkasıyla yattığın için buradayız”. 

Oradan yola çıkıyor gibi görünse de, dizinin odağı “aldatma” değil bir sorun alanı olarak evlilik… Öne çıkan sorunlar, evliliğin yan ürünleri. “Aldatma” deyince onların bu mevzudaki kelimelerinin bizden daha aklı başında olduğunu da görüyoruz.  Hayret, meseleyi “ihanet” kelimesini kullanmadan da konuşabiliyorlar!  

Dile getirdikleri sorun da zaten “ihanet” değil yürek burkan bir tökezlenme… Louise kısa süreli, bir iki hafta süren birlikteliğini samimiyetle “büyük bir hata” olarak tanımlıyor. Birbirlerini seviyorlar ve bu yılların alışkanlığı, birikimiyle elde kalan bir sevgi değil. Terminolojide bir kıyamet gibi görülmeyen açık evlilik gibi bir şeyi ikisi de hiç, kesinlikle istemiyorlar.

Kara değil edepsiz mizah(!)

Yaşadıkları süreçte tansiyon inip çıkıyor ama evliliklerini bitirmek değil onarmak niyetindeler. Sevgi biterse, o duygunun koltuğuna üçüncü bir kişi oturursa evlilik de biter, herkes yoluna gider, düşüncesindeler. Sadâkatleri evliliğe değil sevgiye…

Diyaloglarında erkeğin kendini üçüncü kişiyle kıyas rahatsızlığı biraz seziliyor ama daha çok o ilişkinin “ne gibi bir şey” olduğu öne çıkıyor. Ve o tanıdık kıskançlığa, kıskançlık krizine dönüşmüyor. Tom’un “Neden”, “Neden yaptın” sorusu, “ne kadar süre”, “ne sıklıkta, kaç kere” gibi yanıtların peşine düşse de, detaycı, paldır küldür değil.

Buralardan bakınca… Evliliklerdeki en işkillenmeli, en ağır, en cinai “ihanet sorunu”nu böyle konuşabilmeleri… Dizinin türünün bizdeki künyesine “komedi-kara mizah” olarak filan değil, “edepsiz mizah-bilimkurgu-fantazik” uyarısıyla geçirilmesi beklentisini yaratıyor bende.  

Sanat değil zanaat mı?

Birbirlerine uzun süreli birlikteliklerin, bilhassa evliliklerin “kazandırdığı” nazarlarla baktıkları da oluyor. Başkalarının bazen zor çözeceği şifrelerle, bazen de hatıralı, ortak espriler, dokundurmalarla konuşuyorlar. 

Duygu, heves, espri paylaşımlarında da kimi zaman Evlilik Dili Kurumu’nun sözlüğünden esintiler, onlara özgü tefsirler hissediliyor. Hayal kırıklığının, kıskançlığın, öfkenin, hüznün ifadesinde de… “Evli ev hayatı” başka bir şey.

İki insanın iletişimi, dili, söyleme sanatı ile evli ya da “evli gibi” iki insanınki farklı. Sanat değil de zanaat mı acaba? Evlilik ortak yahut ortak olmasa da kurumsal bir dil kuruyor ama bu, o ortaklığın, o dilin iletişim için her zaman uygun, sağlıklı olduğunu göstermiyor elbette.

Zihin okumanın tehlikesi

Aralarındaki alışkanlık, birbirlerinin lisanlarını, mimiklerini, jestlerini, şifrelerini kendilerince çözme, “Sen öyle diyorsun ama bence bunu kastediyorsun…”  tuzağına da düşüyor bazen. Hatta dizide de böyle “bence”ler, nadiren de olsa zihin okuyuculuğuna gidebiliyor.

Ama bunun tehlikesinin, evlilikteki vahim yansımalarının farkındalar. Yine de konuşmaları sırasında kullandıkları kelimeleri, kastını aşırarak yorumlama, düz bir lafı “şifre” olarak görme yargısı/yanılgısı bazen onlara da bulaşıyor. Bunu farkındalıkları ile düzeltiyorlar.

Bu yönüyle geçen yılların, pozitif olmayan bir tecrübeyi, tahlilleri-teşhisleriyle yargıları beslemesi de sürpriz değil. İstihzalar, hırpalamayan bir seviyeyi korusa da esprili laf sokmalar, bilerek-bilmeyerek, nötr yahut art niyetle de olsa sohbeti aksatıyor bazen.

Gündelik sohbetin kıymeti

Davulun sesi uzaktan da gelse, sorunlar en azından bazı çevrelerde tanıdık. Ama hurda, az gelişmiş klişelerle mesafeli. Sorunlarına rağmen çoğu yönüyle ehvenişer, neredeyse “özenilesi” bir evlilik örneği desem, bu cümleyi hemen silmem. Zira konuşabiliyorlar, üstelik dinleyebiliyorlar.

Hataları, onları itiraf etme, kabullenme medeniyeti de özendiriyor. Tebessüm eden ya da hüznünü saklamayan, çıplak, bazen sert gelen ama sempatik dürüstlükleri de… Konuşurken, geçen onca yıla, aralarındaki sorunlara rağmen flört de edebiliyorlar. İstihzalar, iğnelemeler olsa da, anlaşmazlıklar, fikir aykırılıkları, en hararetli, tehlikeli anlarda bile bağırıp çağırmaya dönüşmüyor. Birçok ilişkiden farklı olarak -çifte manasıyla- “anlayış” var. Kanalları kapalı değil açık…

Sohbetleri, evliliğin ağır, okkalı sorunlarının bilgece sıralanması, entelektüel, derin çözümlemelerle irdelenmesi filan değil. İki çocuklu, 15 yıllık bir evlilik hâli nihayetinde… Bazen sadece evlilikte, ilişkilerde konuşulan, belki onların dışında kimsenin sohbete değer bulmayacağı sıradan şeylerAma kişilikleri, karakterleri, dünyayı, sıradan olayları ele alış biçimleri, gündelik sohbetlerine de değer katıyor. Eğlenceliler bir kere…

Evlilikte “iyi ölüm” nadir

Ortak noktalarını sayıyorlar: İki çocuk, bulmaca çözmek, Game of Thrones izlemek… O gerilimli süreçte akla sadece bunlar gelse yahut öyle ifade edilse de, ondan ibaret olmadığını kısa sürede anlıyoruz. Evliliğin başarısında upuzun bir ortak nokta listesinin her zaman gerekli, kullanışlı olmadığını da…

Tom “Tıbben kurcalanmamız gereken bir evliliğimiz olduğunu düşünmemiştim” deyince Louise soruyor: “İçini açsalar ve kanserin her yeri sardığını görseler kapatıp dikmelerini mi isterdin? Evlilik kaynaklı hastalığı kapmamış olsaydık burada olmazdık…” 

Tom iç geçiriyor, “O yüzden doktora gitmeyi sevmiyorum ya”… Louise, “Öleceksen olduğun yere yığılıp kaldığında öğrenmek istiyorsun yani” diye giriyor araya. “Evet, kesinlikle…” diyor Tom, “Bak sen Gerontoloji uzmanısın. İyi ölümleri biliyorsun, yani pat diye yığılmak onlardan biri olmalı”.

Louise sakin sakin açıyor meseleyi: “Ama o dediğin kalp krizi. Evlilikler pat diye ölmez. Ölmeden önce bir süre hasta olurlar. Belki şöyle diyorsun, tıbbi açıdan konuşuyorum… Ya hiç dokunmayız ve bizi öldürür… Ya da baktırırız. Tamam mı?” Tom, onaylıyor: “Terapi seanslarını iple çektiğimi söyleyemem ama tamam…”

“Biz onlar gibi değiliz ki”

Louise biraz mantığın izinde, Tom ise daha çok duygularının arazisinde… Duygusal direnci de daha fazla. Duygularını da saklayabiliyor ama haznesi sızdırıyor. Yüzü çok konuşkan… Başta müzik olmak üzere entelektüel yönleri de var gibi ama daha klasik, yer yer muhafazakâr. Bazı alanlarda değişime pek de hevesli olmayan bir psikolojinin içinde…

Mesela terapistin kadın olduğunu öğrenince espriyle karışık eyvahlanıyor. Louise “Erkek olduğunu öğrenseydin de kötü diyecektin” dediğinde, “Evet ama farklı bir şekilde kötü diyecektim. Erkek olsa tabii ki özel şeylerden bahsetmeyecektim. Ama kadın olunca, of ya, canımı çıkaracak…”

Tom yüzleşmeye de daha kapalı. Sorunları var olan şekliyle değil başka bir şeyler üzerinden, farazi tartışmayı yeğliyor. O zaman yüzleşmesi gerekmeyecek: “Biz onlar gibi değiliz ki…” Tom sorunları aşırı büyütmemek, yutkunup, gömüp, devam etmek arzusunda biraz. Bir köşeye yığılmışlık, bırakmışlık var üzerinde.

Evlilikte “onlar”la kıyas olmaz

Sohbet sırasında Tom işi gücü, sorunları bir yana bırakıp, kendilerinden önce terapistin yanından çıkan ve sertçe tartışan çifti, “dışarı”yı, merakla, heyecanla izliyor. Tamam… Louise de evliliğe dair “Magazinel Ajans Haberleri”ne ortak bir ilgi gösteriyor. Ama Tom çok daha hevesli, neredeyse “dedikoducu merakı, heyecanı” içinde. Öyle ki Louise onu uyarıyor: “Tom, öyle bakma… Gözünü dikme…”

Dozu farklı da olsa ikisinde de “Beterin de beteri var” hâli seziliyor. Belki de evliliklerin standartlarından birisi de bu. Tom da bunun altını çiziyor, o mâhut cümleyle: “Biz onlardan iyiyiz…” Ama Louise sözünü kesiyor; “İlişkilerde bu şekilde kıyaslama yapamazsın. Tanımadığın bir çifte bakıp en azından biz onlar gibi değiliz diyemezsin”.

Tom yine sancağı dik tutmaya çalışıyor: “Ben derim”… Louise, “Bu kıyaslamanda kendi mutluluğunun payı yok mu, o daha önemli değil mi?” diye sorunca, Tom ne pahasına olursa olsun sancağı düşürmeme inadında:  “Hayır, tamamen başkalarının mutsuzluğuna bağlı.” Ama Louise bu nafile direncine izin vermiyor: “Sen sabahları yatağından kalkıp, Suriye’de yaşamadığı için neşe içinde uyanan, şükreden biri değilsin”… Evet, Tom öyle biri değil.

Siyaseten değil inadına Brexit

Louise bir süredir işsiz yaşayan Tom’un hayatı bırakmışlığının farklığında… “Farklı yaşlandık” diyor, “Bana göre 40 yaş 30 yaş gibi, sana göre ise 44 yaş 65 yaş gibi. Bırakma kendini, hiç bir şey bitmedi, hadi mücadele et”…

Tom’un bu özelliği onu boş vermişliğin yanında, istihzaya, ironiye de sürüklüyor. Louise’in bir arkadaşına, And Dağları’nı tek başına geçen Lucy’ye dokunduruyor mesela: “Bir daha And Dağları’nı tek başına geçen birisiyle tanışmak istemiyorum, varsa yoksa onu anlatıyorlar. Çok istiyorsan Instagram’a fotoğraflarını koy ve hayatına devam et. Bitmiş gitmiş…”

Eşinin iyi işlerde çalışan, başarılı, Avrupalı çevresinin yarattığı rahatsızlık, 2016’daki Brexit referandumuna dair diyaloglarında da ortaya çıkıyor. Referandumda Louise Brexit’e tereddütsüz “Hayır” derken, İrlandalı Tom ayrılmadan yana oy vermiş.

Ancak Brexit yanlısı tutumu, siyasi düşüncelerine uygun, üzerinde düşünülmüş, politik bir tercih değil inadına, gıcığına… Louise’i ve pek de haz etmediği Avrupalı arkadaşlarını sinir etmek için. Anlık ama referanduma katılabilmek için İngiltere vatandaşlığına bile geçecek kadar inatçı da o örnekte. Louise de fırsatı kaçırmıyor: “Sen Brexit’den çok önce ‘birlik’ten çıkmıştın. ‘Arkadaşlar’ dışarı, ‘evlilik’ dışarı, ‘hayat’ dışarı…”

Barışma-hapishane seksi

Her şeye rağmen Tom sevimli. Çocuksu, duygularını gizlemeye çalışsa da hep konuşkan yüzü, mimikleri buna izin vermiyor. “Hatamla sev beni” meselesini mümkün kılacak sempatide bir profil çiziyor. Zaten anlık inadı, uçucu direnci, kendi açısından da güldürükçü biraz. Direnirken, inat uğruna bir şeyler gevelerken, kendi de gülüyor.

Tom ve Louise ilişkilerindeki kaybolan, azalan tutkuyu da (aslında arzuyu, coşkuyu) tartışıyorlar. Tutkuyu sadece iptila ya da saplantı olarak tanımlamıyorsak, “passion”u 15 yıllık evlilikte, onun yitirildiği yerde aramak, elinle koymuş gibi bulmak kolay değil de…Tercümesini, yorumunu biraz değiştirmek, bir ucundan tutmak imkânsız da değil.

Nitekim aralarındaki buzlar çözülünce, “sekiz günde iki kez seks” yapınca, kelebekler larvasından çıkıp, uçuşuyor. Yaşadıklarını hevesle “hapishane seksi”ne benzetiyorlar; hapisten çıkınca hemen yapılan sekse, o arzu, o heyecana… Louise ve Tom eski “barışma seksleri”ni de yad ediyorlar ama hüzünle değil, tebessümle, yaşamışlığın keyfiyle…

Evlilikteki duygusuz sevgi mi?

Son buluşmada aşk olmayan sevgilerine, duygularına da teşhis koymaya çalışıyorlar. Ama o kısım tehlikeli… Sevgili duyguları açığa çıkabilir. Tom “Bu bir sevgi ama duyguları olmadan” diyor, kendi sevgisini ele vermeden.

Bu buluşa, önermeye Louise de atlıyor… Yoksa sevgisi açığa çıkacak: “Kesinlikle! Duygusuz sevgi… İşte bu. Hani çocuklar durmadan der ya, seni seviyorum anne, seni seviyorum baba… Onun gibi. Sence biz bu nedenle mi birbirimize seni seviyorum demiyoruz?” Onaylıyor Tom, “Evet, laf olsun diye kullanmıyoruz”… 

Louise, geçmişte bu konuda biraz sabıkalı olduğunu anladığımız Tom’u şaşırtan bir öneriyi hevesle getiriyor: “Hadi bir içki daha içelim mi? Hatta hadi sarhoş olalım… Seansı da çocuklarla ilgili bir şey uydurup, erteleriz.”

Tom da şaşırarak ama neşeyle “Ne diyeceğimi bilemiyorum” diyor. Biraz duralıyor… Ardından ekliyor: “Aslında ne diyeceğimi biliyorum, seni seviyorum!”

Eğer seyrederseniz. Her bölümü 10 dakika, toplamda bir film kadar, 110  dakika süren diziyi bir oturuşta bitirmeyin. Fikrimce yazık olur. Zira porsiyonları bence dolu, lezzetli… Sindire sindire izlemek daha hoş olabilir. Hem evliliğin seansları öyle pat diye geçiştirilmez.

İKİNCİ SEZON FARKLI KADROYLA

Yazar Nick Hornby ve yönetmen Stephen Frears’ın hayata geçirdiği dizinin yönetici yapımcılığını da iki isim üstleniyor. Hornby roman ve deneme yazarlığının yanında dizinin kahramanı Tom gibi müzik eleştirmenliği de yapıyor.

Louise’i canlandıran Rosamund Pike, benim hiç tat almadığım “Gone Girl”den de bol ödüllü bir oyuncu. Belki Tom’u oynayan Chris O’Dowd’a olan sempatim nedeniyle, Pike’ı dizide, bazı sahnelerde biraz “abla” buldum. Ama oyunculuğuna elbette sözüm yok.

İrlandalı aktör, komedyen ve yönetmen Dowd’la ilk bölümünden öte ilerleyemediğim “The It Crowd” dizisinde karşılaşmış, “Get Shorty”de ısınmıştım. Sevdiğim bir klişeyle, “Tam Coen Kardeşler tarzı bir oyuncu” diye düşünmüştüm kendi kendime… İçimde kuvvetli bir his; Dowd kısa süre içinde başka filmleriyle, daha kuvvetli gündeme gelecek.

State of the Union’ın ikinci sezonu bu yıl içinde, yeni bir kadroyla geliyor. İkinci sezonda “In Bruges” ve Coenlerin “The Ballad of Buster Scruggs filmleriyle de öne çıkan yine İrlandalı Brendan Gleeson var. Onun da evli ve çocuklu hâli harika olabilir. Yanında birçok ünlü filmin, yönetmenin gözdesi Patricia Clarkson var. O hırçın, sevimli İrlandalıya bence de soğuk pansuman gerekebilir. Kadroyu tanımadığım oyuncu, şarkıcı, dansçı Esco Jouley tamamlıyor.

- Advertisment -