Korona vakaları durdurulamaz bir şekilde yükselirken iktidar hınca hınç dolu salonlarda kongre yaptı. Sosyal mesafeye dikkatin zaten mümkün olmadığı o ortamlarda insanlar maske de takmadı. Düşünün ki yerel kongrelere bile kent dışından çok sayıda insan geldi ve kongre sonrasında yaşadıkları yerlere döndüler…
Neredeyse bu kongrelerle aynı gün veya hemen sonrasında Erdoğan halka ‘tedbirli olma, yasaklara uyma’ talimatı verdi. Bu grotesk gelgit sürekli tekrarlanırken muhalefet ‘yaman çelişkiye’ işaret etti, ama iktidarın tutumu değişmedi.
Acaba Erdoğan’ın burada bir çelişki görmeme ihtimali var mı? Dahası, acaba o kongre salonlarını dolduranlar için korona günlerinde kalabalıkların salonlara tıkışması ‘normal’ olabilir mi?
AKP Gençlik Kollarının kongresinde Erdoğan şöyle demişti: “Gençler, ben de âşığım sizlere. Sizde bu heyecan olur da bizde bu aşk olmaz mı? Dolayısıyla… şu anda bu salonu tıklım tıklım dolduran gençlerimizle beraber inşallah sadece 2023 değil 2053 ve 2071… Yürüyeceksin millet yürüyecek arkandan, yürüyoruz ve millet de yürüyor arkamızdan.”
Aşk, gelecek ve rehberlik… Gençlerin Erdoğan’a âşık olduğunu, aşkın karşılıklı bir bütünsellik yarattığını anlıyoruz. Geleceğin dur durak bilmeden ileriye doğru kesintisiz genişlediğini, liderin zamana direnen ölümsüz rehberliğini ve takipçilerin yürümesinin milleti peşinden ‘doğal olarak’ sürükleyeceğini duyuyoruz. Bugün gelecekle, rehber takipçileriyle ‘tekleşiyor’. Sadece tek devlet, millet yok… Bir de tek rehber var.
Söz konusu bütünleşme o denli tarihsel bir anlama sahip ki korona gibi konjonktürel olayların bu vecd halini zedelemesine izin verilmiyor. Erdoğan kongre salonlarının lebaleb (dudak dudağa) dolu olmasını bir ‘doğal durum’ olarak sunuyor. Çünkü o salonlar dolmasa yaşananın anlamı olmazdı. Yaşanmakta olan şey sadece rehberin mesajlarının bir kitleye iletilmesi değil. Rehberin o kitleyle birlikte özel ve benzersiz bir deneyimin parçası olması.
Erdoğan tabii ki koronanın farkında ama yaşananın değerini artıran da bu. Rehber salonları dolduranlara şunu söylemiş oluyor: “Ölüm tehlikesine rağmen, buradaki varlığımızın, birlikteliğimizin hayattan daha önemli olduğunu bilerek, kendinizi feda ederek buraya geldiniz… Allah kabul etsin.”
Erdoğan’ın siyasetine baktığımızda ilkel cemaatçiliğin körüklenmesini, muğlak ve sığ bir ‘dava’ kavramı etrafında tahkim edilmesini ve nihayet devletleştirilmesini birer tespit olarak öne sürebiliriz. Ancak bu tutumun lideri rehberlik payesine yükselttiğini de görmemiz lazım. Erdoğan’ın elinde sadece siyasi değil, ‘dinsel’ bir güç var ve kongreler bu dinselliğin performans alanları.
AKP kongreleri Erdoğan’ın doğal rehberliği etrafında sanki bir arınma, güçlenme ve yeniden doğma ayini gibi yaşanıyor. Belirli anları trans hali oluşturan grup meditasyonunu hatırlatıyor… Kongre salonları bir tür ibadethane gibi işlev görüyor… İnsanlar oraya kendilerini hazırlayarak geliyor, enerji dolup ‘yükseliyor’ ve dış dünyadaki görevine hazır olarak yüksek motivasyon, kararlılık ve özgüven duygusu ile ayrılıyor.
Yaşanan ortak coşku kendisini bir bütünün parçası olarak algılayan aktörler yaratıyor. Kişi bu deneyimde kendisini iyi hissetmekle kalmıyor, yücelmişlik duygusu ve mücadele dürtüsü geliştiriyor. Bu halisane duygu ortamının katalizörü, giderek sürükleyicisi ve sahibi ise rehberin ta kendisi. Öyle ki rehberin o salonda fiziksel olarak bulunması bile gerekmeyebiliyor. Bir süre önce bir toplantıda Erdoğan’ın mesajının okunması esnasında nasıl herkesin ayağa kalkıp hazırola geçtiğini hatırlıyoruz…
Ahali kendi yücelmesinin nedenini O’nda görürken bu yücelmenin karşılığında kendisinden fedakârlık istendiğinin farkında. Söz konusu fedakârlık ‘kendini davaya hasretme’ olarak tanımlansa da onunla sınırlanmıyor… Nitekim koronaya yakalanma, ölme ihtimali bile bu iç deneyim yanında ikincil kalabiliyor.
Bu türden ortak ‘ayinsel’ deneyimlerin inandırıcılığını sorgulayan biriyseniz, bilimin sayısız örnekle kanıtladığı iki olguya bakmanız önerilir. Bunlardan biri olan hipnotizma egonun arka plana itilmesini, önemsizleşmesini ima ediyor. Kişi önce kendi iradesini kenara koyuyor, sonrasında ise ‘yeni ve doğru’ yönde bir irade geliştiriyor.
Deneyimin ortak nitelik kazanması, birçok kişinin aynı anda aynı deneyimin parçası olması, hipnotizmanın niteliğini değiştirirken daha işlevsel de kılabiliyor. Bu durumda kişi iradesini bir kenara koymuyor, ancak etrafındakilerin de aynen kendisi gibi etkilendiğini gördüğü ölçüde taklit modalitesine geçiyor. (Meraklıları bunu ‘memetik bir akış’ olarak değerlendirebilir).
Aynen bir pop konserinde ortak hezeyan hali içindeki izleyiciler gibi, AKP kongre katılımcıları da kendilerini bütünlüğün içinde ‘erimiş’ hissediyor. Aynı hareketleri yapmak, aynı kelimeleri haykırmak, bu eylem ve sözlerin kendilerini kuşattığını görmek, kendilerini büyük ve engellenemez bir gücün parçası olarak yeniden tanımlamalarına vesile oluyor.
Hipnotizmanın işlevsel olabilmesi kişinin kendisini ‘akışa’ bırakmasını gerektirir. Hipnotizmacı sizi rahatlamaya, gevşemeye davet eder. Toplu hipnotik deneyimlerde ise tam aksi dinamikler işliyor. Kişi gevşeme yerine, yanındakilerle birlikte ortak bir duygu frekansına takılı kalıyor. Zihinler ortak bir algılama, anlamlandırma, gerektiğinde yanılsama sayesinde birbirine kitleniyor.
Ortak ayinsel deneyimlerin arka planındaki ikinci olgu muhtemelen daha kritik, çünkü insanları hipnotizma deneyimine hazır hale getiriyor. Buna bilim dünyası kısaca ‘plasebo etkisi’ demekte…
Plasebo tıbbi deneylerde kullanılan bir deyim. Bir ilacı bazı hastalarda denerken, aynı anda benzer niteliklere sahip başka bir hasta grubuna da sıradan, etkisiz bir madde veriliyor. Böylece ilacın gerçek yararı ölçülmeye çalışılıyor. Ancak deneyler ilginç bir olguya işaret etmekte: Plasebo verilmiş hastalarda da iyileşme gözlemleniyor ve bu iyileşme oranı plasebo (veya ilaç) verilmemiş hastalara göre daha fazla.
Eklemeye gerek olmayabilir ama hastalar kendilerine ilaç mı, plasebo mu verildiğini bilmiyor. Dolayısıyla sırf ilaç verilmiş olma ‘ihtimalinin’ bile hastalarda iyileşme yarattığı anlaşılıyor. Çünkü bu ihtimal, ilacın yararlı olduğuna dair inançla birleştiğinde, beyinde sanki ilaç alınmış gibi bir etki yaratıyor.
Beynin aynı bölgesindeki aynı nöronların ‘ateşleme’ yaptığı, yani bir durumu belirli şekilde algılayıp tepki verdiği gözlemleniyor. Kısacası beyin ilacın fiziksel olarak alınması ile ilacın alınmış olma ihtimali arasında net bir ayrım yapmıyor. Beyin aynı tepkiyi verdiğinde vücut da (plasebo verilmiş olsa bile) sanki ilaç alınmış gibi etkilenebiliyor.
Araştırmalar plasebo etkisinin sosyal olaylarda da geçerli olduğunu gösteriyor. Plasebo beyinde ödül beklentisi ve deneyimi ile ilgili olan bölgeyi etkilemekte. Dolayısıyla eğer bir deneyimden ‘ödül’ bekliyor, örneğin coşku ve yücelme yaşayacağınızı ve bunun size iyi geleceğini umuyorsanız plasebo etkisi güçleniyor. Bunun anlamı o deneyimde kullanılan içeriğin, duyduğunuz sözlerin gerçekliğinin, dünyanın gerçekte ne halde olduğunun önemsizleşmesidir. Ayinin ortak coşkusu bütün bunların üstünü bir hamlede örtecektir.
Plasebo etkisi hayvanlarda şartlanmaya tâbi. Ancak insanlarda mekanizma daha karmaşık ve esas olarak beklentilerden besleniyor. Kişinin bir kongreye belirli bir deneyimi yaşamak üzere gidiyor olması zihnini bulanıklaştırıyor ve duyguların sürükleyiciliği öne çıkıyor. Kongre öncesinin duygusal atmosferi, kongre anında bilinçdışı zihinsel mekanizmaların kolayca devreye girmesine yol açıyor.
Kişi kongreye büyük bir iyimserlikle, yücelmişlik deneyimine hazır geliyor. Rehberin ona ne anlattığının, bu anlatılanların gerçeklerle ne denli uyumlu olduğunun önemi yok. Ona bunları nasıl anlattığı, nasıl bir gerçeküstü hikâye ile onu sarmaladığı önemli…
Bilim plasebonun en fazla depresyon ve acı vakalarında etkili olduğunu gösteriyor. Çünkü gerçeklik acıtıyor… Belki AKP kongrelerine katılanlar da bir süre için acı veren gerçeklikten uzaklaşmak, rehberin hikâyesinin peşinde gerçeküstü hayallerin parçası ve öznesi olmak istiyorlar.
Toparlarsak AKP kongreleri ortak bilinçdışının rahatlatıcılığına sığınma deneyimleri… İçerik (dava) aslında sadece sembolik, çünkü rehberin senden beklentisi zaten ‘davanın’ kendisi. Rehber ‘benim fikrim yeterli’ derken, takipçileri de bir ağızdan ‘senin fikri yeterli’ diye yankı veriyor.
Eklemek gerek ki Erdoğan da bu kongrelere muhtemelen benzer beklentilerle, ağzına kadar dolu salonlarda takipçileri ile aşk içinde hipnoz ilişkisi yaşamak üzere geliyor ve yine onlar gibi ‘yeniden doğmanın’ coşkusuyla ayrılıyor.
Bu deneyimler rehbere manevi bir tını kazandırırken, takipçileri kişi olarak ikinci plana itip cemaati öne çıkarıyor. Söz konusu cemaatin dışarıdan ‘muhafazakâr’ veya ‘dindar’ olarak gözükmesi gerçeği yeterince betimlemeyebilir. Çünkü içeriden bakıldığında Erdoğan kendi cemaatini üreten bir ayin yürütücüsü, ’adeta’ bir şaman gibi algılanmaya çok müsait…
Literatürde anlatıldığına göre şamanlar üst varlıkların uzantısı olarak görülürler ve ayin sırasında da o varlıklarla doğrudan irtibatlı olduklarına inanılır. Şamanın ruhu gövdeden ayrılıp göğe ve yerin dibine ulaşır, kimsenin göremediğini görüp anlayamadığını anlar ve cemaatine doğru yönde rehberlik yapar.
Ataerkil zihniyete dayanan kültürlerde her erkek kendi krallığının (ailesinin) şamanıdır. Gerçekliğin ve normların tek sahih yorumlayıcısı olarak krallığının mutlak hâkimidir. O eve girdiğinde ritüel başlar. Kadın ve çocukların ‘ev’ denen bir saklı ibadethanede kendi hayatlarını olabildiğince ayin düzeni içinde geçirmeleri ‘doğal’ görülür.
Eğer cemaatin, giderek milletin ‘babası’ iseniz şamanlık ailenin sınırlarını aşar. Diğer deyişle ‘aile’ genişler, kapsamadığı hiçbir alan ve grup kalmaz, ‘milletleşir’. Bu ‘millete’ katılmak istemeyenler manevi olarak dışlanır, belirli kimliklerle yaftalanır ve insanca muamele görmeleri için bir neden kalmaz.
Bu perspektiften ele alındığında AKP kongreleri birer şaman ayinini andırıyor. Erdoğan (‘adeta’) dindar milliyetçilerin hayalci, gerçekdışı beklentilerinin (ortak bilinçdışının) iradeye dönüşmüş, cisimleşmiş halini temsil eder gibi gözüküyor.
Nitekim Yeni Şafak gazetesinin 22 Mart manşet haberinde şöyle denmişti: “Son 20 ayda faiz yanlısı politikaları nedeniyle dört Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, 83 milyonun yüksek faizin faturasını ödemek istemediğini ortaya koydu.” Görevden alan, atayıp tekrar alan, bu arada ekonomiye 500 milyardan fazla ek maliyet yaratan ve aslında faizlerin artmasına neden olan kişi bizzat Erdoğan. Ama O ne yaparsa doğrudur ve tüm ‘milleti’ doğal olarak temsil ettiği için O’nun iradesi ‘aslında’ herkesin ortak iradesidir…
Bu hastalıklı algıda gerçeklerin peşinde gitmek, yapılanlar doğru mu diye sormak anlamsız… Gerçekliği unutmak ve gerçekdışı bir hikâye ile yeniden uykuya doğmak, rehberin takipçileri için yeterli. Hele kongreye gidip toplu hipnoz seansının gönüllü parçası olduklarında, gerçekdışına olan inancı bilinçle taşımaya da hazırlar.
Böylece bilinçli beklenti sonucu kendisini bilinçdışına teslim edenler, ortak deneyimlerinden bir başka ‘bilinç’, yani siyasi tavır ve eylem üretebiliyorlar. Erdoğan’ın lider olarak işlevi bu. Anlaşılan cumhurbaşkanı olmanın karşılığı olarak devletin de beklentisi bu…
Birçok kişi nihayette normal zamanlarda yaşadığımızı ve ona uygun şekilde AKP/MHP koalisyonunun iktidardan gideceğini öngörüyor. Ama iktidar normal zamanlarda yaşamadığımızı düşünüyor ve ona uygun bir atmosfer yaratıyor.
Başarılı olabilir mi bilmiyoruz. Ancak bu amaca, iradeye ve hevese uygun olarak kongreleri ‘dudak dudağa’ dolduranların hali, bu stratejinin ‘uygun ortamda’ siyasi bir karşılığının olabileceği yönünde bizi uyarıyor.
Kongrelerin bu şekilde yapılmasını kınayanlar tabii ki sağlık açısından haklılar. Ne var ki işin manevi/siyasi boyutuna geldiğimizde eleştiri gücünü yitiriyor. Çünkü laik cemaat de benzer deneyimleri yıllardır, üstelik hayatta olmayan birinin manevi huzurunda yaşamaktan bir türlü vazgeçemiyor.
Dindarların durumu da gayet hazin… Deizmden ürküyorlar ama hayatın onları sürüklediği bu yeni ‘sentezi’ yadırgama dürtüsüne bile sahip gözükmüyorlar…