Programın tamamını izlemek için:
Bu tablo büyük bir tahammülsüzlüğün göstergesi. Futbol sahalarında insanlar maç seyretmek için toplanırlar. Zaman zaman duygusal sloganlar da atarlar. Askerler öldüğü zaman, ağır bir ulusal felaket yaşandığı zaman veya hükümet tartışmaları sorumluluk, sorumsuzluk açısından öne çıktığı zaman bunun olması son derece tabiidir. Tribün kendi başına bir siyasallaşma hali ve yeri değil. Sloganlar anlık bir duygunun dışa vurulmasıdır.
Buna bile tahammül edilemiyor olması Türkiye’yi yöneten kişilerin geldikleri noktayı, fütursuzluğun ve otoriterlik dozunun ne kadar yükseldiğini gösteriyor.
‘Seyircisiz maç oynansın’ diyebilmek aslında esas olarak insanlar toplanmasın, insanlar bir araya gelmesin demek. Çünkü onlara göre bir araya gelen insanlar eleştiri yapabilirler ya da onların mantığıyla bir araya gelen insanlar her zaman provokasyona açıktırlar, kullanılabilirler. Tipik faşist rejimlerde, uygulamalarda gördüğümüz bir bakış açısıdır bu. Bahçeli bunu çok kuvvetli dillendirdi. Belki işletmesini Bahçeli yapmadı, AK Parti’nin etrafı yaptı ama esas olarak böyle bir tablo var.
Evet futbol-siyaset ilişkisi her zaman vardı, siyasetin ne olduğuna bağlı olarak. Futbol bir vitrin olarak siyasete imkân verir. İnsanlar oralarda sivrilir, kimlik edinirler. Çok sıradan, paralı müteahhit vardır, kendisini kamuoyuna bu yolla lanse eden. Daha sonra bunlar birer kamusal figür olarak siyasete doğru ilerlerler. Ayrıca bir güçtür orası. Böyle bir bağlantı var. Onun dışında başka tür bağlantılar var tabii futbol ve siyaset arasında. Futbol büyük bir endüstri ve içerisinde herkesin dolaşabildiği bir endüstri. En çok da kara paranın, büyük paraların döndüğü, aklandığı bir alan. Çok iyi hatırlarız, örneğin zamanında Beşiktaş kongresinde Alaattin Çakıcı’nın oynadığı rolü, Sedat Peker’in varlığını, mesela Dündar Kılıç’ın futbolcu transferlerinde adam kaçırıp devreye girdiğini…
Ayrıca şunu da söylemek lazım, futbolla istihbarat teşkilatları arasında her zaman çok güçlü bir bağlantı olmuştur. Hatta Süleyman Seba MİT’in İstanbul Bölge Başkanı iken Beşiktaş’ın kulüp başkanıydı. Yine Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kimi mafya elemanlarına, Beşiktaş kulübü üstünden pasaport verdiğini, kimi imkânlar sağladığını da biliyoruz. Bir de diğer taraftan baktığınız zaman; kulüplerdeki yöneticilerin siyasi bağlantıları, siyasi ayakları, kulüpler üzerinden siyasi partilerin etkinliği velhasıl bir karmaşık ilişkiler ağı.
Kulüplerin durumu, yönetimlerinin hali gerçekten çok vahim. Mesela FIFA hakkında Netflix’te bir belgesel var. Ne kadar büyük kara paranın, rüşvetin, baskının döndüğünü görüyoruz. Özellikle petrol zengini ülkelerin bu kirliliğe nasıl paralar akıttığını görüyoruz ve kimi futbol teşkilatları bunlara zemin hazırlayabiliyorlar.
Fakat bu sefer durum biraz daha farklı. Farkın ilk unsunu, söylediğim gibi otoriter bakışın gelmiş olduğu seviyeyi açıklaması. İkincisi ise sürekli bir komplo arayışı. Yani bir araya gelen kalabalıkların manipüle edilebileceği ve bu manipülasyondan hareketle mevcut iktidara darbeler, devirme hamleleri yapılabileceği paranoyası bir otoriter rejim olarak Türk otoriter sisteminin de artık damarlarına işlemiş durumda. Örneğin Bahçeli’nin açıklamasında bir siyasi komplo var. Ona göre birtakım adamlar aynı Gezi’deki gibi bağırtılıyorlar. Tıpkı Gezi olaylarını bir kalkışma olarak tanımlayan, Gezi olaylarının içine birçok örgütün sızdığını, bazı insanların kullanıldığını, bu işin hükümet devirmeye kadar gidecek bir kalkışmanın başlangıcı olduğunu düşünen, bununla ilgili tedbirler alan, bugün geldiğimiz noktaya ülkeyi getiren bir bakış açısı bu.
Bu tür rejimlerin toplum tasavvurunu da yanıtlıyor durum. Otoriter düzenlerin farklılık içeren toplum algıları, toplum tasavvurları yoktur. Onun yerine millet diye bir kavramları var. Millet, kitaplarda okuduğumuz, okuttuğumuz millete de benzemiyor. Millet mevcut siyasal sistemin arkasında duran, onu destekleyen, suskun, itaatkâr, disiplinli, liderinin söylediğini izleyecek bir toplum tanımı etrafında ya da bir grup tanımı etrafında yapılıyor. Böyle bir milleti meşru gören, bunun dışında kalan herkesi gayrimeşru gören bir bakış açısı bu. Millilik, bütünlük, birlik adı etrafında toplumu bölerek yöneten bir anlayışın -futbol sahalarında bunu bir kere daha gördük- yansıması bütün bunlar. Kayserispor maçında Fenerbahçe taraftarı alınmıyor, bağırmasınlar diye. Bir araya gelmesinler diye. İşte bunlar tam faşizan bir yürüyüşün işaretleridir.
Ne diyor Soylu? ‘Geliriz oraya, dağıtırız.’ Şimdi bir İçişleri Bakanının böyle bir açıklama yapması ne demek? ‘Benim kolluk gücüm var, istenmeyen adamlar bir araya gelirse dağıtırım’ düşüncesini ön plana çıkaran bir bakış açısı. Bu tabii çok tehlikeli; bizden ve bizden olmayanlar olarak toplumu ikiye bölmek ve öyle yönetmek.
Burada bir devlet var, bir lider var. Onu destekleyenler, onunla hemhal olanlar, ondan faydası olanlar, onun arkasında yürüyenlerle ona itiraz edebilenler arasında bir ayrım yapıyorlar. Dolayısıyla demokratik değerlere, evrensel değerlere inansa da inanmasa da içinde dolaşan kişilerin tümüyle ilgili, onları şüpheli gören bir sorun var. Bu sorun, bu futbol hikâyesiyle iyice ortaya çıktı. Çok hafife alınacak bir hikâye değil.
Merkezden Şark’a doğru gittikçe devlet her şeyin üstünde aşkın bir güç olarak varlığını zihinlerde sürdürüyor.
O zaman ‘hükümet istifa’ deyince devlete yönelik saldırı olarak bunun algılanması, bu tür insanların zihninde de bir cümleyi bize tercüme ediyor. Bu nedir? ‘Hükümet diye bir şey yoktur, devlet vardır. Devlet de benim.’ Kimsin sen diye sorduğunuz zaman bunu en çok hak eden, buna layık olan, o millet tanımının içinde olan ve beni onun gibi insanların temsil ettiği, onunla özleşmiş bir yapı. Burada da başka bir hastalığın ortaya çıktığını görüyoruz.
Ama yöneticilerdeki bu hükümet devlet özdeşliği, devlet-ben özdeşliği o kadar çok ilerlemeye başladı ki burada bu organik lider, değişmez iktidar gibi anlayışların da ipuçlarını farklı biçimlerde görüyoruz. Özellikle seçimlere doğru böyle bir seyir olması insanı rahatsız ediyor.