[31 Aralık 2020] Metin Karabaşoğlu’nun Bir şehzadenin romanı (25 Aralık) yazısının çağrıştırdıklarına ancak şimdi, yılın son günü dönebiliyorum. Söylemiştim, Karabaşoğlu’nun arayışına ikisi roman ikisi hikâye, toplam dört eserle karşılık vereceğimi. Aslında Nâzım da beşincisi oluverdi (Bir altın leğende kardeş kanıyla apdest alarak, 28 Aralık). Şimdi zaten çok kederli geçen 2020’nin solup tükenişine, Osmanlı tarihinin en romantik şehzadesinin kederi karışıyor.
Daha doğrusu, en azından ilk başta yakalanmayıp 13 yıl daha hayatta kalabildiği için, romantize edebildiğimiz… mi demek lâzım acaba? II. Mehmet (Fatih) 3 Mayıs 1481’de öldüğünde, kendisi 51, hayattaki iki oğlundan Bayezid (1447-1512) 33 küsur, küçüğü Cem (1459-1495) 22 yaşında, Bayezid Amasya’da sancak beyi, Cem ise Karaman’da. Mülkün (devletin) bölünmemesi kuralı var Osmanlının, ama 17. yüzyıla kadar bir “ekber evlât” (primogeniture) usulü de yok, “en yaşlı/kıdemli erkek akraba” (seniority) usulü de. Bunun yerine, “kazanan hepsini alır” anlayışı hâkim (winner takes all). Tahttaki padişah bu dünyadan göçtüğünde, birden fazla yetişkin aday varsa (ki kalmamış da olabilir), İstanbul’a kim varacak yarışı başlıyor. Payitahta ulaşıp da rical, ulema ve hassa ordusu (yeniçeriler) tarafından benimsenen, sarayın ve imparatorluğun hâkimi oluyor.
Bunun klasik örneği Fatih öldüğünde patlak veren şehzade kavgası. Topkapı’dan iki mektup gidiyor, biri Amasya’ya, diğeri (gizlice) Karaman’a. İlki zamanında yerine ulaşıyor, diğeri hiç ulaşamıyor. Bayezid gelip tahta oturuyor; Cem ise bir yıldan fazla direnip Mısır ve Anadolu’da çeşitli ittifaklar peşinde koştuysa da başarılı olamıyor ve ölümün önünden kaçıp 1482’de, babasının 1480’de kuşatıp da alamadığı Rodos’taki Hastane Şövalyeleri’ne sığınmak zorunda kalıyor. Hospitaliye Şövalyeleri, St. Jean Şövalyeleri, Aziz Yuhanna Şövalyeleri, Rodos Şövalyeleri, sonra Malta Şövalyeleri olarak da biliniyorlar. Küçük bir korsan-devlet. Bir diplomatik yazışma birimleri var; bir baş kâtip (veya birinci şansölye) ve yardımcısı yönetiyor. 1462-1501 arasında ikinci kâtip ya da şansölye yardımcısı, hep Guillaume Caoursin diye biri. Önemli diplomatik görevlerde bulunuyor. Birkaç defa Papa’ya elçi gönderiliyor. 1484’deki gidişinde, Latince yazdığı resimli tarihçeyi de takdim ediyor (Obsidionis Rhodiae Urbis Descriptio). Gerek çok yakından tanık olduğu 1480 kuşatmasının, gerekse iki yıl sonra Cem’in gelişinin (yukarıdaki) öyküsü, bu eserde yer alıyor.
Cem Rodos’ta kalmayacak, kalamayacak. Oradan Roma’ya ve sonra Fransa’ya gidecek; sığınmacı, misafir, mahpus ve rehin kimliğiyle oradan oraya taşınacak; ağabeyi II. Bayezid “geçim masrafları” niyetine, ya da serbest bırakılıp yeni bir haçlı seferinin başına geçirilmemesinin rüşveti olarak, her yıl büyük paralar ödeyecek; dillere destan aşklar yaşayacak; Avrupa’da Turcomania’yı, Oryantalizmin habercisi sayılabilecek bir “Türk modası”nı tetikleyecek — ve 13 yıllık bu sürgün serüveni 1495’te ölümüyle noktalanacak. Vera Mutafçiyeva’nın Cem Sultan romanının büyük kısmını bu “olamamışlıklar” yılları kaplıyor. Mutafçiyeva (Mutafchieva) ciddî, profesyonel bir Osmanlı tarihçisi (1929-2009). Bulgaristan Bilimler Akademisi’nin Tarih, Balkan Araştırmaları, Nüfus Araştırmaları ve Edebiyat Enstitülerinde çalışmış. Komünizmin çöküşünden sonra Akademi’nin başkan yardımcılığına kadar yükselmiş. Ama bu arada tarihsel romanlar ve film senaryoları da yazmış. Cem Sultan’ın Türkçesi 2002’de yayınlanmış (Örgün Yayınevi; çevirenler S. Mollov, S. Velikov, Nurer Uğurlu). Kapağında, Caoursin albümünden yukarıdaki resim görülüyor.
Metin Karabaşoğlu’nun gündeme getirdiği sorunlar açısından, Cem Sultan’ın ilk 23 sayfası kritik. Bunun bir roman olduğunu, kurmaca olduğunu, tarihsel bir kaynak sayılamayacağını unutmayalım. Bunu hatırlatmak zorundayım, çünkü bazen edebiyat realiteyi aşıp bizi gerçeklikten daha gerçek bir dünyaya taşıyor. Kişiler ve olaylar belgelerden fışkırıyor, ete kemiğe bürünüyor, hayatiyet kazanıyor. Nitekim bu ilk 23 sayfa, bırakın Osmanlı devletinin dış savaşlarını, içsel kan ve şiddet dünyasına ilişkin bazı eşsiz anlatımları içeriyor. Karabaşoğlu’nun üzerinde durduğu çelişkinin kurumlaşması ve insanların hayatını kuşatmasına ilişkin ipuçları sunuyor.
(1) Sadrazam Nişancı (Karamanî) Mehmet Paşa’nın 3-5 Mayıs (1481) olayları ile ilgili anlatımı. Mutafçiyeva ilginç bir teknik kullanmış romanında. Karakterlerini bugünle konuşturuyor. 15. yüzyıldan bizlere, çağdaş okuyucularına uzanan bir mahkeme salonunda gibi tasavvur ediyor. Sanki ifade veriyorlar. Biraz, Kurosawa’yı Kurosawa yapan eşsiz Raşomon filmini andırıyor. Bildikleri kadar anlatıyor ve sonra susuyorlar.
Fatih’in son sadrazamının üç günlük öyküsü 3 Mayıs sabahı başlıyor. Ordu sefere çıkmak üzere (bugün Gebze ilçesindeki) Hünkâr Çayırı’nda toplanmıştır. Nereye gidileceğini sadece sultan biliyor; henüz kimseyle paylaşmamış. Derken beklenmedik haber sadrazama ulaştırılıyor. Sonrasında, iktidarın gizli yöntemlerini, sıradan vahşetini ve yörüngesine çektiği herkesin bu vahşeti nasıl kabullendiğini bize Mehmet Paşa açıklıyor:
Gün doğarken belli belirsiz bir sesle uyandım. Korkuyla başımı yastıktan kaldırdım. Çünkü sadrazam olur olmaz şeyden dolayı uyandırılmazdı.
Artık yatağımda oturmuştum. Soluk soluğa seslenenin kim olduğunu seçmeye çalışıyordum.. Alaca karanlıkta güçlükle tanıyabildim. Sultanın kapıkullarından biriydi.
(…) “Paşam!” dedi kapıkulu.” Mehmet Han sizlere ömür…” Az kalsın kendimi kaybedecektim. (…) “Sus! Mezar gibi susacaksın! Kaç kişi biliyor bu başımıza geleni?” Kapıkulu yarı ölü bir durumda mırıldandı: “Ben… ve sultanın peşkirdarı…” Bu sözlerin her ikisini de ölüme götürdüğünü biliyordu.
Ona, “Burda kal!” dedim. Peşkirdar için de hemen önlem almak gerekiyordu. Yunus’a, benim dilsiz Sudanlıya buyruk verdim. Arap hemen koştu. Ben giyinene kadar ötekisiyle döndü. Yakasından tutmuştu.
“Derhal burada, çadırın içinde, ikisini de temizle! Halıyı bir yana çek yalnız, kan sıçramasın! Sonra benim minderin altına sokuver ikisini, akşama gömersin!”
Sarığımı dolayıp silahlık kemerimi kuşanıncaya kadar Yunus ikisinin de işini gördü ve söylediğim gibi minderin altına tıktı. (s. 39-40)
Bu iş bitince sadrazam ve dilsizi çıkıp sultanın otağına gidiyorlar. İki yüz bin kişinin uyuduğu çadırların arasından geçerken, Mutafçiyeva bize sadrazamın ağzından II. Mehmet’e ilişkin düşüncelerini sunuyor; daha çok sipahi tımarı verebilmek için, ulemayı kızdırmak pahasına vakıf araziye dahi el koymaktan çekinmemesine atıfta bulunuyor:
“Fatih’in devri başka hiçbir döneme benzemiyordu. (…) bizim zamanımızda iki peygambere inanılıyordu: Muhammed ve İsa! Mehmet Hanın ise kendi peygamberi vardı: Zafer! Zafer adına yapmayacağı yoktu. (…) benzeri görülmemiş bir orduya sahip olmak için toprağı sipahi tımarına çevirdi. İstediği orduya kavuştu ama din adamlarının korkunç kinini de kazandı. Fakat Mehmet Han o kadar güçlüydü ki, böyle bir kine sırt çevirebilirdi. (…) Fatih için inançlı ve inançsız yoktu. Ona hizmet eden ve bu yetenekte olan herkes İstanbul’a ve Topkapı Sarayı’na kabul edilirdi. (…) Fatih, zaferin her şeyin üstünde olduğuna ve kendini yasaklarla, korku veya acımayla sınırladığın zaman zafere ulaşamayacağına bizleri inandırmayı başarmıştı.” (s. 41-42)
Otağa varıyorlar. Sadrazam sultanın yükçülerini çağırtıyor. Ceset soğumaya başlamış. İki kat daha ağır. Tahtırevanına oturur vaziyette yerleştirip üzerine sırmalı kaftanını örtüyorlar. Perdeleri çekiyor ama tamamen kapatmıyorlar. Kısmen yüzü ve bir eli gözüküyor. Yürümenin sarsıntısıyla azıcık sallanıp askerini selâmlıyormuş gibi oluyor. Ordugâhın içinden geçişleri bitmek bilmez geliyor sadrazama. Uzakta Üsküdar’ın minareleri ve sabah sisleri içinde İstanbul gözüküyor. Mehmet Paşa kendisini nelerin beklediğini düşünüyor:
“Bizde ordu her sultanın ölümünden sonra bir kural olarak ayaklanır; vezir kaftanı giymek amacındaki her kişi, varını yoğunu dağıtarak yeniçerileri ve din adamlarını kazanmak üzere bu saltanat değişimi gününden yararlanmak ister. Böyle bir günden sonra sağ kalan sadrazamımız parmakla sayılacak kadar azdır.” (45)
Aklından, taht kavgasına girecek iki şehzadeyi geçiriyor. Düşünceleri sevmediği Bayezid’e kayıyor:
“O zaman çok genç olan bu adamın büyük bir niteliği, duygularını gizleme gibi bir özelliği vardı. Kızgınlığını veya çocuksu sevincini hiçbir zaman yabancı gözler önüne sermezdi; oysa babası bunu severek yapardı. Bayezid neleri yeğ tuttuğunu ve nelere sinirlendiğini hiç sezdirmezdi. (…) Din adamları, kutsal bilimleri benimseyen ve başı secdede, inançlı bir kişinin, kendilerini Fatih’in düşürdüğü aşağılık durumdan ve yoksulluktan sıyırıp çıkaracağını umuyorlardı. İşte onların bu umutları, bana, sofuluğun da – Bayezid’de her şeyin olduğu gibi – nedensiz olmadığını düşündürüyordu.” (46)
Boğaza, Üsküdar’a varmışlardır. Yükçüler ve baltacılar bu işler için kullanılan sala (ağır şat veya mavnaya) biniyor. Koruyucu yeniçeriler birkaç büyük kayıkla arkadan geliyor. Henüz 1453 nüfusunun o kadar artmadığını öğrendiğimiz İstanbul’un sokaklarından geçerken, Fatih’in ağır eli sallanmaya devam ediyor. Topkapı Sarayına giriyor; sadece Yunus, yükçüler ve baltacılarla birlikte Üçüncü Avlu’ya geçiyorlar. Cesedi indirip sultanın döşeğine yatırıyorlar. Kapatıp çıkıyor. “Haşmetli efendimizin yatak odasının anahtarını iki kere çevirince, omuzlarımdan dağ gibi bir yük inmişçesine hafifledim.” (48) Yükçülere ve baltacılara bir baş işaretiyle hazine mahzenine girmelerini emrediyor. Onları da oraya kilitliyor ve anahtarını kemerindeki diğer anahtarın yanına sokuyor. Eli ayağı titremektedir. Sıra kime haber verip vermeyeceğine geliyor.
“Mektupları tek başıma divanhanede yazdım. Hiç de o kadar uzun şey yazdığım yoktu. Bu işleri gören özel kâtiplerimiz vardı.” (48) Birinci mektup Amasya’daki Şehzade Bayezid’e gidecek. Bunu yazmaması mümkün değil. İkincisine “kendi ölüm kararım” diyor. Yazmakta tereddüt ediyor, bütün gücünü toplamaya çalışıyor. Zira “Sultanın iki oğlundan hangisi tahta çıkarsa çıksın, iki mektup birden yazdığımı, çifte oyun oynadığımı bağışlamayacaktı.” (49) Ama sonra kendi kendini Bayezid beni nasıl olsa öldürtecek diye ikna ediyor. Fatih’in dine ve ulemaya karşı önlemlerine katılmış. Devşirme değil sipahi soyundan. Yani vakıfların müsaderesinden o da yararlanmış. Kurtuluş yok velhasıl. Buradaki çaresizlik ve boyun eğiş tüyler ürpertici. Muazzam bir çark var ve kimse dışına çıkamıyor.
Cesaretini toplayıp yazıyor ikinci mektubu da. Kısacık birkaç söz. Üzerine saklıyor. Dışarıya elinde görünmeyen gözlerin görebileceği tek bir kağıtla çıkıyor. Güvendiği bir posta tatarına veriyor. Derhal Amasya’ya yolluyor. Her menzilde at değiştirmesini emrediyor. On günde varacağını tahmin ediyor. İkincisini ise, hazine mahzeninden çıkardığı kendi dilsizi Yunus’a emanet ediyor:
… koynunu açtım ve siyah derisine mektubu yapıştırdım. Diri veya ölü! diye Yunus’un kulağına fısıldıyor, ama aynı zamanda bağırdığımı, bütün İstanbul’un beni duyduğunu sanıyordum. En iyisi Konya’ya diri ulaş! Yalnız menzillerde değil, her üç saatte bir at değiştir! İnsanlarla karşılaşmaktan kaçın, gizlenmek için sıçan deliğinden bile yararlan! Bir hafta sonra Konya’da olmalısın. İşte sana bol bol para, kime gerekirse dağıtırsın. Seni kimin gönderdiğini sakın bildirmeyesin, duydun mu? Beni tanımıyorsun ve sen kimsenin adamı değilsin! Konya’da Cem’i arayacaksın. (50)
Amasya’ya tahminen 10, Karaman’a belki 7 gün. Ve ardından dua ediyor: “Allahım, şu Arap dilsizi koru!” (50) Fakat olamayacak; olamadığını göreceğiz. Derken uzaktan bir velvele duyuluyor. Ordu uyanmış, öğrenmiş, geliyor. Her nasılsa karşıya da geçmişler. Geleneksel başıbozukluk ve yağma başlıyor. Sadrazam sonunu hep aynı tevekkülle karşılıyor:
Oysa daha bir gün önce, bir tek geminin bile Boğazı geçmemesini emretmiştim… Yahudi ve Rum mahallelerinden yükselen çığlıkları bütün gece işittim. Boğazda yangınların göğe vuran parıltısını bütün gece seyrettim. Kaçmak aklımdan bile geçmedi. Konağım yeniçerilerle çevriliydi. Onlar olmasaydı bile, inanın, kaçmayacaktım. Niçin kaçacaktım? Bir hafta sonra yeni sultanın emriyle öldürülmek için mi? (s. 50-51)
Hassa veya muhafız ordusu, yani yeniçeriler kilit aktör. Şüpheleniyorlar sadrazamdan. Sözlerime son veriyorum. 5 Mayıs 1481’den sonra olup bitenlere tanıklık edemem. 5 Mayıs akşamı beni öldürdüler. (51)
(2) İsmet oğlu Ethem’in, 8-22 Mayıs 1481 olayları ile ilgili anlatımı. Bundan sonra devreye, Anadolu beylerbeyi Sinan Paşa’nın baltacıbaşısı Ethem giriyor. Arap dilsizi ele geçirmişler; 8 Mayıs öğleye doğru baltacı Ahmet yanına getiriyor komutanının. Neden yakaladığını açıklıyor; baltacıbaşı da hak veriyor:
Madem ki dilsiz, madem ki delicesine at sürüyor ve tam şehir ağzında ormana doğru saptı, sen ne düşünürsün benim yerimde olsan? (…) Doğru, dedim. Yalnız vezirlerin dilsizleri vardır. (52) Sorguya çekiyorlar: Seni sultan mı gönderdi buraya? Sadrazam mı? Yunus sadece ağzını açıp kapatabiliyor. Gömleğini çıkarıp ser! Kimin dilsizi olduğunu hemen hatırlayacak! Fakat işkenceye gerek kalmıyor. Falakacıları getirmek için çıkıyordum ki, Ahmet arkamdan bağırdı: Baltacıbaşı, bir kağıt düştü! Gömleğinin altından… Ethem büsbütün uyanıyor: Ooo, kağıt! Neden dilsizle gönderiliyor, bu işi tatarlar görürken? Demek, bu işi yapan mektup gönderdiğinin bilinmemesini istiyor. (53)
Beylerbeyinin evine koşturuyor. (Rum) Sinan Paşa, Bayezid’in ana bir kızkardeşiyle evli.
Mektubu kâhyasına okutuyor (bütün bu kâhya deyimleri herhalde kethüda diye çevrilmeliydi): Yüce hükümdarım! Bugün, 886 senesi 4 rebiyülevvelinde, nur-u âlem Sultan Mehmet Han Gazi vefat etti. Vefatı ordudan gizli tutulmuştur, ordu ise Hünkâr Çayırı’ndadır. Yüce hükümdarımın emirlerine âmâdeyim. (54)
Sinan Paşa köpürüyor: Kim bu hükümdar? Kime bildiriyorlar, böyle gizlice? Bayezid’e bildiriyor olsalardı bu gizliliğe ne gerek vardı? Başkasına, ama kime? Adım adım çözüyorlar. Baltacıbaşı Ethem izliyor. Aslında Cem’e taraftar. Ancak o da devlet çarkında küçük bir dişli ve kıpırdaması imkânsız. … ben içimden “Bu mektup Cem’edir!” dedim. Ama susuyordum (…) Ama paşanın aklı çok değilse de, dalkavukları çoktu. Kâhya: “O İstanbul miskinleri herhalde Cem’i çağırıyorlar” dedi. (…) “Eh” dedim içimden, “Cem’in kısmeti buymuş. Mektubu gelsin gelsin de, Anadolu paşaları içinde Şehzade Bayezid’den yana olan biricik paşa olan bizimkinin eline düşsün!” (55) Beylerbeyi kararını veriyor. … efendimiz bir ara bana dönerek “Ethem” dedi. “Dilsizi hemen temizle! Boş yere hiçbir şey sorma [sorgulamaya devam etme], her şey aydınlandı. Öğleden sonra kâhya ile yanınıza on beş yirmi kişi alıp Amasya’ya yollanacaksınız…”
Amasya’ya varıyorlar. Gerçi sadrazamın İstanbul’dan yazdığı ilk ve resmî mektup onlardan önce varmıştır. Ama tabii, bu grubun getirdiği bilgi, Cem tehlikesi açısından anlamlı oluyor. Orada kâhyaya yeni bir görev veriliyor. Baltacıbaşı Ethem’e anlatıyor:
Önemli bir işim var. Mektup götürüyorum. Mektupta ne yazılı biliyor musun? Dört kelime. Bayezid Han beni okuma bilmez sandığından önümde yazdı: “Cem’i boğmakta acele et!” Kötü çeviri; Osmanlı üslûbu “biti sana ulaşanda tez boğdurasın” gibi bir şey olmalı. Neyse. Devamı, bütün bu görevlilerin birbirini her an nasıl gözlediğine dair bir fikir veriyor: Kâhya gözlerini kısmış bana bakıyordu. Askerdim ve asker oğluydum ya, belki çok heyecanlanacağımı ve Cem için yüreğimin sızlayacağını sanmıştı. Fakat Ethem açık vermiyor: “Git işine bak, be!” dedim. Öyle ya, bana ne? Bayezid Han işini bilir. “Elbette. Ben de öyle diyorum” diyerek uzaklaştı. (58)
Amasya’dan İstanbul’a, her an çarpışmaya hazır vaziyette, devlet yeniden fethedilmeye gidiliyor: Şehzade Bayezid ise İstanbul’a doğru yola çıkmak için akşamı bekledi.. Birliklerini savaşa gider gibi hazırladı, bu kez askerinin çok olduğunu gördüm. Dokuz gün dokuz gece, hep at sırtında, eyer üzerinde uyuyarak yol alıyorlar. Şehzade de öyle. Çok dayanıklı çıkıyor. Bu dokuz gün boyunca, Bayezid bir kere bile yüzünün belirtisini değiştirmedi, içini kimsenin okumasına olanak vermedi. (59)
Ve ancak Üsküdar’dan İstanbul tarafına geçerken, karşılamaya gelenlerden bir selâmlama uğultusu yükseldiğinde, ne olacak gerilimi sona eriyor. (59-60)