Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUlu Önder Franco ve Amedspor

Ulu Önder Franco ve Amedspor

“Franco, Zafer, Cumhuriyet, Cezasızlık ve Kentsel Mekân” adlı sergisinde görücüye çıkan başsız Franco heykeli. Belediye başkanı, “Franco rejiminin suçlarını ve hatta demokrasi döneminde bile süren cezasızlığı teşhir etmek” amacıyla sergiliyoruz dese de başsız da olsa, ironi de olsa Katalanlar ayağa kalktılar; heykel yumurta yağmuruna tutuldu, hızını alamayanlar bir de heykele Catalonya bayrağı bağladı.

Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.

taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.

parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,

taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın

odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.

yok oldu bir sabah!

yok oldu çizmesi meydanlardan,

gölgesi ağaçlarımızın üstünden,

çorbamızdan bıyığı,

odalarımızdan gözleri,

ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın, tuncun, alçının ve kâadın.”

Nazım Hikmet

Bir general

Etyen Mahçupyan’ın Kemalizm eleştirilerine gelen, ülke tastamam bir diktatörlüğün pençesine düşmüşken hâlâ derdiniz cumhuriyet mi, Atatürk kadar başınıza taş düşsün temennileri serzenişleri bana Nazım Hikmet’in Stalin’in ardından yazdığı bu şiiri hatırlattı. Yine bir 10 Kasım gününde, muhbir vatandaşın tekinin kendi duruşunu bozmasında bir çelişki bulmayarak iki işçiyi videoya alması, o işçilerin ters kelepçeyle derdest edilmesi, Amedspor’un eline zorla tutuşturulan ulu önderli pankart ve memleketten  daha birçok Kuzey Kore manzaraları, belki bıyıkları değil ama kaşları hâlâ bütün sulu yemeklerimizin içinde dedirtti.

Türkiye zor memleket; ne sabahın beşinde evinizin dibindeki müezzinin korkunç hoparlörlü ezanından rahatsız olmaya hakkınız vardır ne de bir 10 Kasım gününde dokuzu beş geçe yürüyüp işinize gücünüze gitmeye. Sokaktaki muhafazakârlık devletleşirken devletteki Kemalizm sokağa indi; çok şeyler değişti, Kemalizm’in borusu artık kuvvetli ötmüyor, sabıkalı laiklik kelimesinin yerini artık cumhuriyet alıyor. Kemalistler “kahrolsun müstebit AKP rejimi” diyemedikleri için “yaşasın cumhuriyet” diyor, Erdoğan’a sövemedikleri için Atatürk’ü övüyor ve bu acziyet biraz da insanın içini burkuyor. Yolun ortasına dikilip sabahın köründe hüngür hüngür ağlayan birine “neyin var hemşerim” diye hâl sormak şüphesiz insanlık vazifemiz ama bu ağlayan adam sahiden demokrasi ve laikliğin tesisini mi ister yoksa kendi hayat tarzının ordu ve yargı eliyle bir sopaya dönüştürüldüğü günlerin nostaljisini mi çeker, büsbütün emin olmamız gerekir. Çünkü bu ağır duygusallığın, bu militarist ritüellerin, Jean-Jacques Rousseau mertebesinde cumhuriyetçi değerlerimiz lakırdılarının tamamı “ah, o iktidar sopası benim elimde olacaktı” hırsını örtmekten ibaret olabilir ki böyle ise bile Kemalist güruhu eleştirirken asla bunu İslamcılarla bir olup yapmamak lazım gelir.

Sanıyorum, Atatürk’ü İslamcı bir muhafazakârın katiyen eleştirmeye hakkı olamaz; hatta haksızlığa uğramışsa bile kanımca sesini kısıp cezasına razı olmalıdır ve burada kesinlikle ironi yoktur. Kastım aşağı yukarı şu: Ne “bu âlem ki Muhammed Mustafa’nın yüzü suyu hürmetine yaratıldı” diyenin evreninde ne de “Ey Mustafa Kemal olmasaydın olmazdık” diyenlerin hayalindeki steril ülkede bize bir yer bulunabilir. “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” cümlesine yahut “Bu ülkeyi Atatürk kurdu, ya sev ya terk et” cümlesine muhatap biri için gidip bir ağacın tepesinde maymun gibi yaşamaktan başka çare yoktur. Yani devletin jakoben metotlarla amorf bir laiklik dayatması da toplumdan gelen dini temelli kültürün baskısı da sahiden hür yaşamak isteyen birey için aynı derecede fenadır; çünkü her ikisi de aynı ve tek olan hayat üzerinde tahakküm kurmak ister. Her iki dinin de kökenini merak edip karıştırmaya kalkarsanız Kouachi kardeşlerin AK-47’sinden bir yağlı mermi yahut 5816’dan kodes riskiyle yüzleşirsiniz. Türkiye’deki İslamcıların Mustafa Kemal meselesi o kadar ciddi bir mesele değildir; hatta kaymağı bol bir tatlıdır, biraz da can sıkıntısıdır. Bugünlerde iktidarın gücünü arkasına alıp “Atatürk’e zinhar mevlid okuyamayız, Allah’a rakıdan gelen vergileri afiyetle yediğimizin hesabını veririz de 10 Kasım mevlidinin hesabını asla veremeyiz” diyen imamların, “benim atam Sultan Fatih’tir” diyen müftülerin önüne Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde imamlık diye iki seçenek koysak ve Osmanlı’daki şartlardan haberdar etsek topunun, Diyanet Reisi dahil, isteyeceği düzen Atatürk’ünki olur. Zira Osmanlı, imam olanların günde beş vakit camide namaz kılmalarında bir alınteri görememiş şeyhülislam efendinin de tasdikiyle imamlığın bir meslek olamayacağına hüküm vermiş, imamların harçlıkları için cami vakfiyelerini adres göstermişti. Kırsaldakilerin durumu daha fenaydı köylüden gelen zekât ve fitreye ek olarak çobanlık ve çiftçilikle ömür geçirmek zorunda olan imamlar namaz vakti ahırdan tarladan camiye koştururdu. Devletin dinle ekonomik ilişkisi için hakiki laik bir model vardı, en azından Abdülhamit devrine kadar her şey tıpkı Avrupa’daki kiliselerin finansmanı gibiydi. Hülasa, cumhuriyet devrinde didişir gibi görünüp asla hakiki bir kavgaya tutuşmamış bu iki kesim sahiden hürriyet talebi olanların başını ezmek için de birbirini kollamaktan asla geri durmamışlardır. Mesela çoluk çocuğun başörtüsüne kafayı takmış derin devletin ete kemiğe bürünmüş timsali Teoman Koman Paşa, kendisine Diyarbakır’da kezzap timleri kuran, insanların başına çiviler çakan, sırf avlularına uçan güvercini sormaya geldi diye iki çocuğu bile alıp boğup yaşadıkları evin altına gömen ve o evin altında diğer 15 cesetle yaşayabilen bir melanet için: “Hizbullah yoktur; kendini PKK’ya karşı savunan imanı kuvvetli vatandaşlarımız vardır” diyebiliyordu. Yani adına Türkiye denen bu tutarsızlık, çelişkiler diyarında o zamanlar başını örttüğü için katledilen bir kadın yoktu ama etek boyundan ötürü satırlanan, saçı açık diye kezzaplanan liseli kızların haddi hesabı yoktu; hem de anti-türban generallerin desteğiyle yoktu. Okullarıyla, ordusuyla, medyasıyla ülkenin batısına  çakma bir laiklik empoze eden Kemalist düzen, ülkenin doğusunda ise din kardeşliği mayasına Hizbullah, Fethullah ne bulursa katıyordu (liselerde kezzaplanan  satırlanıp katledilen kız çocukları meselesi şehir efsanesi değil; onlarcası mahkeme kayıtlarına geçmiş, Türkiye tarihinin en vahim hadiselerinden biridir). Neyse ki bu zihniyetin radikal İslamla koyun koyuna bütün çabaları boşa gitti; nihayetinde bugün Diyarbakır, Konya’dan, Erzurum’dan çok daha yaşanabilir, modern, seküler bir şehir oldu. İşte bu yüzdendir ki Mustafa Kemal, laiklik, din tartışması bugünlerde birkaç Kemalisti hoplatmak için offensif mizaha konu edilmekten fazla ederi olamaz, olmamalıdır.

Teoman Koman ve yüzü

1881’de Zübeyde Hanım bir Atatürk doğurdu, 10 Kasım 1938’de saat 9’u beş geçe Atatürkçüler başka bir Atatürk’ü doğurdular ve her şeyi dondurdular. O geldi, yaptı dedi ve gitti dediler. Ve eklediler: Bazı sandıkların anahtarı sadece ondaydı, anahtarı da yuttu ve öldü; üstüne bir de o zamanlar açlıktan kırılan bir Anadolu’dan toplanan vergilerle 25 bin ton mermer, taş, çimento ne bulursak döktük, kaldırabilene aşk olsun. Artık diktatörsüz bir diktatörlük vardı ve müzakere edebileceğiniz, bir şeyleri değiştirebileceğiniz bir diktatör bile yoktu. Bir diktatörün yönettiği bir ülkeden daha kötüsü sanırım müzakere edebileceğiniz bir diktatörün bile olmadığı diktatörsüz bir diktatörlüktür. Bu kilitli sandıklarda Dersim’de, Zilan’da yargısız can veren binlerce masumun kemikleri vardı, İstiklal Mahkemelerinin urganları vardı ve en kötüsü de 1984’ün 15 Ağustos gecesine ertelenen bir iç savaşın sebepleri vardı, yani asıl konuşmaya değer mevzular.

Teoman Koman.

Bir suikast

Polis şefi Gaffar Okan Diyarbakır’a atandığında o vakitler şehir için tam aranan kandı. Milliyetçiliğe de İslamcılığa da aynı derecede uzaktı; bazı ülkücüler hâlâ onu 80’lerde işkence yapmakla suçlasa da katledildiği için bu iddialarında çok uzun ısrarcı olmadılar. İnsanların akşam 5’ten sonra dışarı çıkamadığı, camilerin Hizbullah kamplarına döndüğü, BBC World’un deyimiyle “ürkmüş bir memlekette” bir şeyleri değiştirmeye yeminliydi ve dediğini de yaptı hemde yapayalnız orduya emniyetin bir kısmına rağmen yaptı. Ama bunun faturası ağır oldu: 19 Ocak 2001 yılında Hizbullah’ın kusursuz denebilecek suikastında hayatını kaybetti. Diyarbakırspor’u şehre tekrar hayat vermek için bulunmaz bir enstrüman gibi gördüğü için o öldükten sonra devlet, bilhassa ordu, Hizbullah’la kirli işbirliğinin günahını çıkarmak için Diyarbakırspor’u dalavereyle Süper Lig’e çıkarmaya karar verdi. 1997’de Diyarbakır’da yedinci kolordunun komutanı olan, tanırım iyi çocukturcu son Kemalist darbeci Yaşar Büyükanıt Diyarbakırspor taraftar derneğinin de kurucusuydu. Yıllar sonra Genelkurmay Başkanıyken bile Diyarbakırspor’u Süper Lig’de görmek arzusunu medyaya çekinmeden söylemişti. Yönetimi MGK’dan, delegeleri subaylar ve polislerden, taraftarı da Diyarbakırlı Kürtlerden  müteşekkil  bir acayip kulüp olan Diyarbakırspor’u ite kaka artık son bir bariyer olan  13 Mayıs 2001’de Altay ile oynanacak maça getirdiler. Evvela maça uygun biri polis gözlemci dahil kalan dördü astsubay hakem atandı; daha sonra misafir takım tekme tokat dövülerek, soyunma odasına gaz verilerek, sahaya çıkarken kafaları bilardo toplarıyla kırılarak, silah gösterilerek, bütün bu rezaleti çekme ihtimali olan kameralar da al bayrakla örtülerek “her şey devletin alî menfaatleri içindir” mesajını vererek İzmir temsilcisi 3-1’lik skorla ezilerek evine  gönderildi; tıpkı 1943’teki 11-1 Madrid’in Barcelona’yı ezmesi için Santiago Barnebau’da Franco’nun kurduğu tezgâh gibi.

Diyarbakırspor Süper Lig’e çıkınca orduyla ilişkileri bir hayli iyi olan, Şark İstiklal Mahkemesi’nin Şeyh Sait isyanına destekten kurşuna dizdiği Erganlili Şevki Bey’in torunu Diyarbakırlı Aziz Yıldırım ve bir başka Diyarbakırlı Nihat Özdemir’den destek gördü. Fakat bu destekler bile kulübün Diyarbakır’da çoğunluğun “bu devletin takımı” diye sırt dönmesi, dışarıda da “PKK dışarı” diyenlerin dışlamasıyla; birkaç olaylı maç, birkaç yolsuz yöneticinin de katkısıyla haram yoldan tırmandığı dağın yamacından tepetaklak yuvarlanıp yok olup gitmesine mani olamadı; Diyarbakırspor tarihe karıştı.

Gaffar Okkan koruma polisleriyle Sur’da.

Diyarbakır Belediyesi adıyla mücadele eden şehrin diğer takımı Amedspor adını alınca, Öcalan’dan dolayı Galatasaray taraftarlığı bir hayli yaygın olan şehir aslına rücu etti. Amedspor, Sur’da 109 gün süren çatışmalar  sırasında Terörle Mücadele tarafından basıldı ve siyasi sebeplerle Terörle Mücadele ekipleri tarafından basılan Türkiye’deki tek kulüp olma şerefine nail oldu. Amedspor artık apaçık şekilde Kürtlerin takımı olmuştu, Tayyip Erdoğan şehre güzel bir stadyum da inşa edince adına 3 büyükler denen takımlarından sonra en popüler kulüp hâline geldi. Yeni rejim imar işlerinde son derece mahir; stadyumlar inşa edildi edilmesine ama öyle aman aman yenilikler de getirmediler. Mesela Türkiye’de pek kökeni bilinmese de bugün tartışılamaz bir zorbalık vardır: maç önlerinde İstiklal Marşı okunması. Dünyada millî takımlar arasında oynanacak maç önleri hariç emsali olmayan bu uygulamanın geçmişi de 90’lara, yine bir Diyarbakır ve Kürt düşmanlığına uzanıyor. Bu absürt uygulama doksanlarda Diyarbakırspor maçları öncesinde teröre tepki kılıfıyla başladı ve FIFA’dan Türk federasyonunun aldığı özel izinle devam ettirebildiği bir tuhaf iştir. Vatansever ahali kendi kendine maç önünde milli duygularına hakim olamayıp marş okumuş  federasyon da buna kayıtsız kalamamış bunu resmileştirmiş UEFA’dan ve FIFA’dan itiraz gelince biz bunu kimseye dayatmıyoruz Türkiye’de bu konuda tam bir uzlaşma var diye Lozan’da Kürtler de hemfikir yalanı gibi işi oldu bittiye getirmişler bu arada bilmeyenler varsa UEFA ve FIFA’nın merkezi de Lozan gibi İsviçre’de… Faşizmin her işi gibi meçhul işgüzar birinin kulağına karpuz kabuğu düşmüş; her hamasi fuzuli iş gibi artık vazgeçilmesi yeni fırtınalar koparacağı için dokunanın yanacağı bir bela hâline gelmiştir. Bugünün hükümeti de “Akif’in eseri” filan diye asla dokunmaz; halbuki Mehmet Akif gibi sözünün eri duygusal bir adam’a “yazdığın şiir insanlara zorla okutturuluyor, okumayanlar yaka paça derdest edilip götürülüyor” desek herhalde buna yeltenenlerin suratına tükürürdü.

Size bu İstiklal Marşı uygulamasıyla ilgili şöyle bir hatıramdan söz etmek isterim. Çocukluğumda Diyarbakır Atatürk Stadyumu’na biletsiz girmek için itfaiye kapısında beklerdik; o itfaiye tutulması zor büyük kapılar açılıp giriş yaptığı an sağından solundan kaçışırdık, atik olan paçayı sıyırırdı. İtfaiye kapısı kale arkasındaydı ama biz bu kadar bedavacılıkla yetinmezdik; bir de maratona geçmenin yolunu keşfetmiştik. İstiklal Marşı okununca polisler yüzünü bayrağa döner, selam durur asla kıpırdamazdı; işte bu fırsat anıydı, duvardan düşüp ölme riski bile olsa tribün değiştirirdik. Şu aralar ise marş okununca polislerden bazıları marşı okumaz, elinde kamerayla tribünü çeker ve marşı okumayan anında veya sonra gözaltı edilirmiş. İşte bu 10 Kasım’da kendisi de saygı duruşunda durmayıp durmayanları gammazlayan kişinin devletteki tezahürüdür; kendinden çok düşmanını kollayan, kendini övmekten çok düşmanını aşağılayan Türkiye’nin yeni faşizmidir. Eski faşizm çılgınca dağa taşa “Ne mutlu Türk’üm” yazarken bu devrin faşizmi böyle bir fırsata sahip olsa her yere “Ne yazık ki Kürd’üm” diyene sloganlar üretirdi. Eskinin o palavracı, böbürlenen, mübalağalı milliyetçiliğinin yerini almış bu agresif dalganın 100 sözünden 99’u düşmanını yermekle ilgili. Kim bilir, bu yeni ırkçı dalga belki de o eski abartısının iyice karikatürize olup değersizleşmesine, bilhassa düşmanları nezdinde gülünç hâle gelmesine duyduğu öfkeden doğdu.

Amedspor bulunduğu ligde şampiyonluğa yürüyor, Türkiye’de kulüpler arasında hiçbir rekabetin soylu bir hikayesi yok bütün futbol takımları sisteme aynı derecede ilişkili. Ne Boca-River Plate gibi sınıfsal ne Rangers-Celtic gibi dini ne de Bilbao-Madrid-Barça gibi etnik bir hikaye var. Türkiye 2026-2027 sezonunda ilk defa hikayesi olan bir takımla rekabete tanıklık edecek neler olacağını hep beraber görüp yaşayacağız.

Bu arada eski itfaiyeli Atatürk Stadyumu yıkıldı; yerine yeni rejimin mimari güzelliklerinden bir millet bahçesi yapıldı. O şiveli tezahüratların, balgamlı küfürlerin inlettiği yerde şimdi AK Partili kuşlar cıvıldıyormuş.

Diyarbakırspor eski Atatürk Stadyumu’nda.

Bir devir

Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,

Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!

Mehmet Akif

Katalan ama sıkı bir frankist olan Dali’den FC Barcelona’ya atfen.

Diktatörler bazen stadyumlar da yaparlar, hem de güzel stadyumlar; üstelik düşmanlarına yaparlar. Ve bunu Salazar’ın dediği gibi hiç de fado, fiesta, football’un gereği için de yapmazlar; evvela kendilerini iyi hissederler, toplanan yığınların tezahüratlarında duyulan minnete gözleriyle  kulaklarıyla tanıklık etmek isterler. Tıpkı İmparator Commodus’un Colessseum’da Romalıları görmek istemesi gibi, tıpkı 120 bin Catalan’ı bir arada kendisine müteşekkir görmek isteyen bu yüzden 1957’de Camp Nou’nun inşaatına ön ayak olan Franco gibi. Francisco Franco fikren Mussolini ve Hitler’le aynı kulvarda olsa da eylemlerinde onlara göre çok daha ölçülü ve dengeli biri oldu. Guernica tablosunun hakiki ressamı bu diktatör Katalanca’yı yasaklayacak kararlar da olsa düşmanlarının kökünü kazımayı tercih etmedi; 11-1’lik galibiyetleri daha zevkli buldu. Bu sebepten sadece Santiago Barnebau’yu değil, düşmanlarının Camp Nou’su için de krediler, bürokratik izinler ne gerektiyse gık demedi. O stadyumlar neredeyse 70 yılı devirince, önce Madrid şimdi Barça stadyumu neredeyse sıfırdan tekrar inşa etmeye karar verdi; hâliyle finansman sıkıntısı çekiliyor. Başkan Laporta geçen yıl Madrid’in Frankist geçmişten bu yana kayırıldığını dile getirince; Madrid, Franco döneminde FC Barcelona yöneticilerinin faşist yönetimle giriştiği bütün işbirliklerini biraz da dramatize edip abartarak özet geçtikleri  bir video ile cevap verdi.

Yani eski defterler hâlâ kapanmış değil. Yani onların arasında “O bizim takımı tutardı” yarışından ziyade “Sizi daha sevip kolladı” suçlaması var. Ve 70 yıldır başarmaktan gururdan yorgun düşen bu stadyumu yeniden yapan da muhaliflerin “Erdoğan’ın en favori beş iş adamından biri” olduğunu iddia edip seçimleri kazanmaları durumunda mallarına çökmeyi vadettikleri Diyarbakırlı Nihat Özdemir.

Başkan Laporta ve Limak holding’in başkanı Nihat Özdemir.

Mes que un club

Camp Nou’nun 1,5 milyar Euro’luk devasa yenilenme projesi için imzalar atılırken Başkan Laporta’nın önünde bir kulüpten daha fazlası  mes que un club yani bir kulüpten daha fazlası yazıyor. Başkan Laporta’nın makamında oturan Joseph Sunyol 1938’de Frankistler tarafından kurşuna dizilmişti. Bu ve benzeri yüzlerce hikâyeden ötürü sloganının hakkını fazlasıyla veren, dünya çapında çeşitli platformlarda 500 milyona varan takipçisiyle, içinden çıktığı Catalonya’dan 100 kat daha tanınırlığıyla, taraftarları arasında Joan Miró, Dalí, Tàpies gibi devasa sanatçıların hatta bir zamanlar Barcelona’da yaşadığı ve azılı bir Franco düşmanı olmasından ötürü Picasso’nun bile bulunduğu eşsiz bir hikâyedir Barça. Bu kadar övgüden tahmin edersiniz ki benim de ta çocukluktan takımımdır. Football Against the Enemy kitabının More Than a Club bölümünde Simon Kuper FC Barcelona’nın neden dünyanın en büyük kulübü olduğunu ekonomik verilerle, politik örneklerle ta 1992’den haber verir ve daha ilk cümlede “Barça’nın yanında Juventus a village team gibi kalır” demesiyle ne tür bir büyüklük kastettiğini tasavvura yardımcı olur (bu kitap Türkçe’ye “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” adıyla çevrilmiş).

Valle de los Caídos’taki (Şehitler vadisi) Franco’nun anıt kabiri.

Franco’nun hala bile tamamen gelmemiş akıbetine gelince; İspanya’yı adeta yeniden kurması, demir ağlarla örülen ülke, tarihî ve dinî yapıların ihyası, ekonomik atılımlar (Ekonomi tarihi literatürüne  geçmiş Spanish Miracle denen hadise), bugün bile İspanya’nın en önemli gelir kaynağı olan turizm patlaması ve en önemlisi de ülkesini İkinci Dünya Savaşı cehenneminden uzak tutma becerisi bile onun ebedi istirahatgahında rahatsız edilmesine mani olamadı. Çünkü o bir diktatördü ve insanlığa karşı suçlar işlemişti. Franco’nun birçok politik mahkumu da çalıştırarak faşistlerin anısına yaptırdığı, son olarak ana bölümde kendisinin gömüldüğü Valle de los Caídos’daki (Şehitler Vadisi) anıt kabri açıldı ve daha gösterişsiz bir yer olan eşinin yanına nakledildi.

Bir idam mahkumu

Geçmiş hiçbir zaman ölmez. Hatta geçmiş bile değildir.”

Faulkner

Doktor Fuat Bey.

DOSYA NO: 1

İLAM NO: 2/1

REİS: MAZHAR MÜFİD

AZA: ALİ SAİB

AZA: AVNİ

Müstakil bir Kürdistan teşkili maksadıyla hıyanet-i vataniyede bulunduğu iddiasıyla maznunumaleyh (zanlı) olan, Diyarbekir’de mütevellid (dünyaya gelen) ve mukim, 37 yaşında Müstakil Tabip Fuad Efendi bin Hacı İbrahim hakkında icra kılınan muhakeme neticesinde: Maznunumaleyh (zanlı) Doktor Fuad Efendi’nin müstakil bir Kürdistan teşkilini kendisine gaye-i hayat ve meşgele-i siyaset ittihaz eden ve bu sebeple memleket dahilinde…

……

……

……

…adde-i mezkure hükmüne tevfikan idamına, kezalik vicahen ve müttefikan (oybirliği ile) karar verildi.

16 Nisan 1341 – 16 Nisan 1925.

AZA — AZA — REİS

MAZHAR MÜFİD — ALİ SAİB — AVNİ

Doktor Fuat’ın hikâyesiyle bu yazıyı sonlandıralım. Osmanlı Türkçesi’yle yukarıda gördüğünüz Doktor Fuat’ın idam kararıdır. Doktor Fuat, Paris’te eğitim görmüş, halkın gayet sevdiği Diyarbakırlı bir Kürt münevveriydi. İdama mahkûm edildikten sonra zamanın müdde-i umumisi yani savcısı Süreyya Bey mahkeme heyetine başvuruda bulunmuş; doktor olması münasebetiyle genç cumhuriyete faydalı olma ihtimali göz önüne alınarak cezasının hafifletilmesini talep etmiş. Mahkeme reisi Mazhar Müfid Bey de böyle bir durumun oluşması için yeni bir delilin gerektiğini, o durumda iade-i muhakemenin koşullarının sağlanacağını belirtmiş. Hep beraber yeni delilin ancak Fuat Bey’in Kürt değil de Türk olduğunu iddia etmesi olabileceği konusunda hemfikir olmuşlar ve Fuat Bey’i tekrar huzura alarak “Türksünüz değil mi Doktor Fuat Bey?” diye, onaylanması en kolay olacak şekilde soruyu yöneltip cevap beklemişler. Lakin Fuat Bey; “Hayır, benim annem Diyarbakır Kürtlerindendir, babam da Çermikli Zaza Kürtlerindendir” diye cevap verince, İstiklal Mahkemelerinin cellat reisi Mazhar Müfid kalemi kırmış ve Doktor Fuat Şark İstiklal Mahkemelerinin ilk kurbanı olarak tarihte yerini almış.

Oğlu Muzaffer Bey şu cinayeti yeni kuşaklar unutmasın diye soyadını Öldürülenoğlu olarak değiştirmiş. (Fuat Bey’in torunu Dicle Öldürülenoğlu ismi belki birilerine tanıdık gelir; epey hayata dokunmuş, tanıyanların unutmadığı biriymiş diye işitmiştim.)

Doktor Fuat Bey’i hatırlatmakta maksadım “Bastığın yerleri geçme, düşün kefensiz yatanları” hamaseti değil. Tersine, geçmişi aşmak barışların ve toparlanmaların olmazsa olmazıdır, bilirim ama geçmişi aşmaktan kasıt kurbanları unutmak değildir elbet. Hatta asıl derdimiz, Doktor Fuat Bey hemen ölmeden önce dünyaya karşı hissettiğini, o kalp kırıklığını, o çaresizliği tastamam hatırlamak, anlamaktır. Yani İspanyolların yaptığı gibi Franco dönemi faşizmiyle yüzleşilirken unutulan, yok sayılan, ihtişamı azaltılan Franco oluyor; o dönemin kurbanları değil. İşte bu yüzden bir Bask veya Katalan siyasetçi o ceberut dönemin şeflerini hayırla yâd edince barış için faydalı bir iş makinesine dönüşülmediğini gayet iyi bilir. Faşizm Türkiye’de kurumlarıyla, her türlü ritüeliyle taptazeyken, Amedspor’un eline ulu önderli pankartlar tutuşturulurken, her maç öncesi 35 bin kişinin ayakta dikilip zorla marşlar okutulurken, Amedspor takımı düğün salonlarına kiralanan folklor ekibiymiş gibi Bursa’yla Trabzon’la maçlar oynamaya gitsin diye tekliflerde bulunan; 1925’in mezarsız kurbanlarını geçelim, hâlâ binlerce kabirsiz, yaslı aile dururken, çoluk çocuk toplaşıp Anıtkabir’e gidip şiirler okuyalım diyen légal Kürt siyasetçilerinin siyaset önaçıcı kreatif öneri diye ortaya attıklarının bu cringe cıvıklığı karşısında utancımdan çığlık atasım var. Ortadoğu’da bütün alevler sönümlenip ağır ağır bir barış devrine girdiğimizi hissettiğimiz bu zamanlarda Kürtler için belki de son 100 yılın en kritik günlerinde umalım ki Amedspor’u yönetenler, Kürtlük namına var olan kurumlar, Kürt siyasetinin içerideki ve dışarıdaki bütün légal temsilcileri biraz daha ciddi ve ağır olabilsinler. Varsa vakitleri, mecâlleri hayırlı işler için bunu Kemalistlere şirin görünmek için “Bugün ne yapmalı?” diye kafa patlatmak yerine hiç değilse oturup anadilleri olan Kürtçe’yi öğrenmek için kullanabilirler. Öğrenirlerse çok kereler dinledikleri Cıwan Haco’nun eşsiz eserinde geçen:

Min navê xwe kola li bircên Diyarbekir

Gava ku stêrk li ezmana stûxwar

(Adımı Diyarbakır surlarına kazıdım

Gökte yıldızlar boynu bükük iken)

sözlerde, şarkının şairi Rojen Barnas’ın “stêrk stûxwar – boynu bükük yıldız”dan kastının bir 1925’te idam mahkumunun yana düşen başı olduğunu anlayabilirler ve bunu sahiden anladıklarında çok şeyler değişir.

- Advertisment -