Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI27 Mart ve kutsal tiyatro: Cumhuriyet tiyatroyu neden kutsallaştırdı?

27 Mart ve kutsal tiyatro: Cumhuriyet tiyatroyu neden kutsallaştırdı?

Türkiye Cumhuriyeti’nde modern tiyatronun kurulması, ülkenin etnik homojenleşmesinden nasibini almıştır. Gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının uğraşı olan sahne sanatları, onların gitmesiyle neredeyse yok olmuştur. Tohumları İttihat ve Terakki’yle atılan ve cumhuriyetle devam eden Türkleştirme politikası sadece sahne sanatlarını değil, pek çok iş kolunu yok olma noktasına getirmiştir. İşte “kutsallık” da hayatımıza takriben bu zamanlarda girmiştir. Vergi kutsaldır, aile kutsaldır, devlet kutsaldır ve daha nicesi…

Tiyatro kutsaldır!

Eskisi kadar çok ve yüksek sesle duymasak da, sanatın ontolojisi göz önüne alındığında oksimoron teşkil eden bu ifade hala toplum içinde yaşamaya devam ediyor.

Sanat nasıl kutsal olabilir? Kutsallık bir zırhtır; dokunulmazlık, tartışılmazlık, mutlaklık bahşeder yapıştığı her kavrama. Oysa sanat tam da dokunulur, tartışılır, her defasında yeniden tanımlanabilir olduğu için insanlığın evrensel, kültürden kültüre çevirilen, ortak ve süreğen bir uğraşı. Tiyatro özelinde bu ifadenin nasıl işlediğini, neden bu kadar kavi olduğunu ve kabul gördüğünü düşündüğümüzde, karşımıza çıkan tablo pek parlak değil, maalesef.

Türkiye Cumhuriyeti’nde modern tiyatronun kurulması, ülkenin etnik homojenleşmesinden nasibini almıştır. Gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının uğraşı olan sahne sanatları, onların gitmesiyle neredeyse yok olmuştur. Tohumları İttihat ve Terakki’yle atılan ve cumhuriyetle devam eden Türkleştirme politikası sadece sahne sanatlarını değil, pek çok iş kolunu yok olma noktasına getirmiştir. Öyle ki, genç cumhuriyetin ilk ve en önemli işi sanayiden ticarete, eğitimden sanata Türk aktörler yaratmaya çabalamak olmuştur.

İşte “kutsallık” da hayatımıza takriben bu zamanlarda girmiştir. Kutsal, muhatabına itaat ödevleyen hayli eski ve dediğim gibi güçlü bir kavramdır. Haddinden fazla sabır, inanç ve bağlılık gerektiren durumlar için ideal kavramlardan biridir. Öte yandan, nitelikli insan kaynağının çok büyük bir bölümünü kaybetmiş eski Osmanlı tebaası, yeni Türkiye Cumhuriyeti halkı olan toplum içinse, içselleştirilmiş, tanıdık ve olağan bir kavramdır. Öyle olunca, genç cumhuriyet, tabiri caizse, bu kullanışlı kavramın sırtına binmiştir adeta. Vergi kutsaldır, aile kutsaldır, devlet kutsaldır ve daha nicesi… Böylelikle yönetim makamı -ona kumanda eden kadroların hülyalarına giden yolda- halk nezdinde güçlü bir dokunulmazlık elde etmiştir. Yapılan ve yapılacak olanların halk tarafından tartışılmaz görülmesi amaçlanmış ve çok büyük oranda da başarılı olunmuştur.

Bu, çok işe yarayan, bugün dahi gücünden pek bir şey kaybetmemiş kavramlaştırma, sırtını devlete dayayan her kişi ve kurumun şiarı olmuş sonrasında. Fakat rasyonaliteye dayalı, değişkenlerin çok fazla olduğu somut işlerde kutsallık verimsiz bir parametredir. İşlerin daha iyi olmasından ziyade, karar verme mekanizmasındaki kişi ya da kişileri otoriterleşmeye götürür. Tiyatroda da farklı olmadı, maalesef. Kısa sürede yeni devletin meşru aparatına dönüşen devletin ve kollarının kutsallığı anlayışı, tiyatroyu da kuşattı. Yapılan, çağın gerisinde, yetkinlikten uzak, gayri estetik işlerin “kutsal tiyatro sanatı” olarak halka dikte edilmeye başlaması çok sürmedi. İzleyicide karşılık bulmayan “kötü” tiyatronun genel adı “kutsal tiyatro sanatı”na dönüştü. Bu durumu fark edenler, alternatiflerin mevcut olduğunu söyleyenler, yönetime dahil olup harcanan maddi kaynak ve emeği daha iyi yönetmeye talip olanlar -bugün bize hiç de yabancı olmayan bir şekilde- kutsala el uzatıyormuş muamelesi gördüler, çemberin dışına itildiler. Çok sınırlı imkanlarla ve muktedirlerin şeytanlaştırmalarına karşı özgür sanat için mücadele ettiler.

Sonuçta elimizde kalan, bir asırdır devam eden tiyatro faaliyetinin 84 milyonluk toplumun yüzde biri tarafından bile içselleştirilmemiş, sahiplenilmemiş, kimliğinin bir parçasına dönüştürülmemiş olması gerçeği. Özgür tiyatrocular için de durum pek değişmedi, hala çok sınırlı kaynaklarla çağın ruhunu yakalamaya, evrensel olana katılmaya çabalıyorlar. Sayısız engel ve zorluğa karşın Türkiye’de tiyatro alanında kayda değer yegane işleri de hala onlar üretiyor.

Bunca olumsuz ve hatta şikayetvari söylemden sonra ne yapılmalı sorusuna da birkaç cevap önermek istiyorum. Tiyatro da, sanat da, devlet de kutsal değildir, eli sopalı rahiplerce korunmaya ihtiyaçları yoktur. Bu üç kavram da toplumsal birer aygıttır, enstrümandır. İdeolojik saiklerle şekillendirilmeye, dar çıkar gruplarınca mühendisliğe tabi tutulmaya ihtiyaçları yoktur. Aksine kaynakların minimum israfıyla, en verimli şekilde nasıl işleyeceklerine kafa yorulmalıdır.

Ödenekli tiyatrolar (Devlet ve Şehir Tiyatroları), özel tiyatrolarla karşılaştırılınca, halkın vergileriyle oluşturulan devasa bir bütçeye sahipler. Özel tiyatrolarsa, öz sermayeleri dışında, komik tutardaki bir maddi desteği gayri adil ve gayri şeffaf bir biçimde dağıtan Kültür Bakanlığı fonuna başvurma hakkına sahipler. Öte yandan, bir de belediyeler faslı var ele alınması gereken. Belediyeler, kentlilerin vergileriyle tiyatro festivalleri düzenliyor, tiyatro sahneleri açıyor ve işletiyor, -ki genelde tiyatro sahnesi değil çok amaçlı kültür merkezi salonları oluyor bunlar ve çağdaş ihtiyaçlara cevap veremiyorlar. Akla başka bir soru geliyor. Devlet ve kurumları yapısal olarak sanat üretmeye uygun aygıtlar mı?

Sanat, özgür düşünmeyi, cüretkar olmayı, risk almayı, yeniyi icat etmeyi gerektirir. Her sanat eseri kendi sınırlarını çizer, kendi kendini tanımlar. Peki devlet devamlılık, istikrar, adalet, denge gibi ihtiyaçlar için dizayn edilmiş bir aygıtken sanatın ihtiyaçlarını karşılayabilir mi? Bu sorunun cevabı apaçık bir hayır. Örneğin, bahsettiğim çok amaçlı salonları belediyelerin kültür işleri müdürlükleri işletiyor. Festivalleri yine aynı müdürlük düzenliyor. Peki devletin bir müdürlüğü risk almayı, cüretkar olmayı, icat çıkarmayı göze alabilir mi, velev ki almaya çalıştı, bunda muvaffak olabilir mi? Yapısı ve amacı göz önüne alındığında cevap yine hayır. Bahsi geçen eylemler için oluşturulan bütçenin şeffaf olmayan yönetimi, adam kayırmacılık gibi handikapları işin içine katmıyorum bile.

 Malum 27 Mart haftasındayız, bir süre tiyatroyu güzelleyen, içkin ya da aşkın tanımlayan türlü yazı, ruh hali hakim olacak meydana. Fakat, gerçekte ihtiyacımızın bu olmadığı yüz yıllık tarihimize bakınca rahatça görülebiliyor. Sanat üretiminde ve icrasında memuriyetin olmadığı; destek fonlarının çeşitlendiği; doğrudan vergilerden fon üretmeyle değil, vergi indirimleri ve düzenlemeleriyle özel sermayenin sanatı fonlamaya teşvik edildiği bir düzene ihtiyacımız var. Fonlar çeşitlendikçe ve kümülatif olarak arttıkça, dağıtım mekanizmaları da çeşitlenecek. Hayatta kalmaları verimlilikleriyle, işe yararlılıklarıyla orantılanacak. Rekabet, rekabete uygun şartlar sağlandığında, demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi beraberinde getirecektir.

Öyle görünüyor ki, Türkiye’de tiyatro, üretimden icraya, tesisten fonlamaya sivilleşmedikçe bir yüzyıl daha içinde bulunduğu toplumla özdeşleşmeden, yarı yaşar, yarı ölü halde varlığını sürdürmeye devam edecek. Paranın ve tesisin kime verileceğinin kavgasından ziyade bir zihniyet değişikiliği için çalışmaya başlamak lazım bir an önce.

____________

Görkem Şarkan: 1985 İstanbul doğumlu oyuncu, yazar ve yönetmen… Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünden mezun oldu. 2014’te yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi ‘Nergis Hanım’ ile 33. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Seyfi Teoman anısına verilen En İyi İlk Film Ödülünü aldı. Yüksek lisansını Sahne Sanatları üzerine tamamladı ve 2018 yılında akademisyen olarak İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda Dünya Tiyatro Tarihi ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersi verdi. Yazdığı ve yönettiği oyunlardan ‘Çatı’ ve ‘Yok Oğlum Biz Evdeyiz’ ile yılın en iyi yazarı ödülünü aldı. Oyuncu, yazar ve yönetmen olarak çalışmalarına devam ediyor.

- Advertisment -