80’li yıllar, küreselleşmenin şehre etkilerinin vahşi bir şekilde yaşandığı bir zaman dilimidir. Aynı zamanda muhalefetin susturulduğu, emek hareketlerinin bastırıldığı bir dönem. İnsan hakları ihlalleri, yargısız infazlar, kamusal alanların yağmalanması, yeşil alanların imara açılması, şehirdeki sanayinin deplase edilmesi, yıkımlar…
90’lar ise sivil toplumun kıpırdanmaya başladığı zamanlardır: Bir tarafta ekonomik kriz, siyasal skandallar, faili meçhuller, köy yakmalar… Diğer tarafta sivil alanda müthiş bir hareketlilik, canlılık… Bir tarafta kamu erkinin, imkanlarının, kariyer fırsatlarının etrafına saçaklanmış imtiyazcı zümreler, diğer tarafta bağımsız girişimlerin dinamizmi… Dönemin karanlık havası ile bağımsız kültür ve sanat girişimlerinin, sivil toplum kuruluşlarının dinamizmi tam bir tezat oluşturur.
Küresel rekabete açılan özel sektördeki patronajcı yapıların çözülüşü, profesyonellerin bağımsızlaşması, özel radyolar, televizyonlar ile medyanın devlet kontrolünden çıkışı bu gelişmeleri tetikler.
İthal ikameci kapalı ekonomiden küresel rekabete açılan özel sektörün nitelikli üretim için bağımsız kuruluşlara ihtiyaç duyması, bu dinamizmin ekonomik arka planını oluşturur. Bağımsız genç profesyonellerin ortaya çıkışı ile yeni sektörler gelişir. Pıtrak gibi tasarım, film, ürün geliştirme, reklamcılık şirketleri açılır. Buna karşılık siyaset tarafında ise skandallar, ekonomik istikrarsızlık yaşanır. Devlet kurumlarında patronajcı yapı yeniden üretildiği için, inisiyatif sivillere geçer. Siyaset kurumları bağımsız sivil alanın gelişmesi karşısında açıkçası bocalarlar. Sivil hareketlilik kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanır. Yöneticiler de sivil alandaki bu hareketliliği destekler gibi görünmeyi tercih ederler. Gelişmeler sanki biraz Doğu Avrupa’daki o dönemde yaşanan dönüşümü anımsatmaktadır.
Sivil toplumun baş döndürücü dinamizmi
Kadın hareketlerinin ağlaşarak güçlenmesi; halka mal olan, farklı toplulukları yan yana getiren Park Oteli, Gökkafes, 3. Köprü protestoları; hayvan hakları mücadeleleri; Habitat 2 Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Zirvesi; Susurluk kazası sonrasında kitleselleşen eylemler düzenleyen Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi; nihayet 99 Depremi sonrasında sivil toplumun yardım çalışmalarıyla kalmayıp, devletin yapamadığı koordinasyon işlevini üstlenmesi, Sivil Koordinasyon, Sivil Anayasa Girişimi…
Bağımsız sivil girişimler, yerel hareketler siyasal yapıları ve gündemi derinden sarsar. Bilsak, Bilar gibi kuruluşlarda toplantılar ve dersler, tartışma programları düzenlenir. Kadın, çevre, şehir, hayvan hakları kuruluşları medyada görünürlük kazanır. Bir dolu yayınevi açılır, haftalık dergiler basılır, çeviriler yapılır, güncel siyasal ve kültürel konular tartışılmaya ve izlenmeye başlanır.
Bu tarih aralığı aynı zamanda “STK”, yani “Sivil Toplum Kuruluşları” kavramının ortaya çıktığı dönemdir. Soldaki “Demokratik Kitle örgütleri” ya da sağdaki “Hayır Kuruluşları” gibi ayrı kavramların yerini müşterek bir jenerik kavram alır. İlk defa kadın, çevre, insan hakları kuruluşları, aralarındaki “ideolojik” farklara rağmen birlikte çalışmaya başlarlar.
“Disiplinler-arasılık” ya da “disiplinler-ötesi” gibi kavramlar sanat ve tasarım etkinliklerinde sıkça kullanımdadır. Ancak burada ortaya çıkan temel dürtü disipliner yaklaşımların ötesine geçerek, yatay, hatta “merkezsiz” ilişkilerdir. Kamusal alanda, devletle sivil toplumun ilişkilerinin eşitlikçi bir şekilde düzenlenmesidir. Bu nedenle bu dönemdeki şehir inisiyatifleri, sanat girişimleri küresel ağlar içinde yatay ilişki kurarlar. Hiyerarşik, himayeci ve imtiyazcı ilişkilerden uzak dururlar.
Nitekim İnsan Yerleşimleri ile ilgili 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi öncesindeki hazırlık toplantılarında en çok, o dönemin parlayan “dahi reklamcısı” Paul Mc Millen’in hazırladığı “devletle radikal bir iş yapın, ortak olun” sloganlı afiş dikkat çekmiştir. Bu afişteki slogan devletle sivil toplum arasında “seküler” denebilecek bir ilişki kurulması fikrini işlemektedir. Nitekim bu hareketin içindeki sanatçılar, mimarlar geçmişte olduğu gibi yalnızca kendi kamu yararı kavramlarını temsil eden, iktidarlardan isteklerde bulunan, onu merkeze alan, özne olarak kabul eden dikeyleştirilmiş ilişkileri değiştirmeyi, iktidarın gölgesinin, kontrolünün altından çıkmayı hedeflerler.
Peki sonra ne oldu? 90’lar nasıl buharlaştı?
“90’lar akımı” ile şehirde bir çok modern sanat kurumu, bir dolu bağımsız inisiyatif oluştu. Bu tarihler bir dönüm noktasıydı. Peki sonrasında ne oldu? Çığır açıcı “90’lar Akımı” neden kalıcı olamadı? Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda bu soruyu sormanın önem taşıdığı ortada. İçinde olduğumuz siyasal krizden çıkmak için de bu soruyu sormanın -ve özellikle de bu soruya cevaplar aramanın- zannedersem tam zamanı. Bu soruya benim cevabım: 28 Şubat sürecinin asıl hedefinin sivil toplum olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu süreçte çatışıyor gibi gözüken taraflar toplulukları kutupsallaştırarak imtiyazlarını geliştiriyorlar. Merkeziyetçi gerilim bağımsız hareketlerin, sivil toplumun, yerelliğin bastırılışını perdelemek için kullanılıyor. Şehirle, sivil alanla ilgili konular bu süreçte merkezi gerilim hattına taşınıyor.
Şehirselleştirilmiş çok yönlü, katılımcı bir yönetimsellik fikri bu süreçte adım adım askıya alınıyor. Bu “restorasyon” sürecinde kamu özel karışımı ilişkiler içindeki kurumlar, piyasaya ve erke bağımlı koşulları yeniden üreten kutupsallaştırılmış “sivil toplum” şehrin entelektüel kapasitesini felç ediyor. AKM, Tersaneler, işlevini yitiren kamusal alanlar, tarihi miras, şehrin müşterekleri, küçük üretim yapısı şehrin yaşantısını zenginleştirecek, istihdam yapısını geliştirecek şehircilik deneyimlerine sahne olmak yerine Feshane, Sütlüce, Süleymaniye, Surlar gibi alanlarda ya basmakalıp uygulamalara, ya da gayrimenkul yatırım operasyonlarına kurban ediliyor. Güncel sanat, mimarlık, yaratıcı işlevler “hayırseverlik” alanına, büyük sermayenin müzelerine, özel alanlarına izole ediliyor, kamusal alandan çekiliyor.
Bunun da nasıl başarıldığını bir başka yazıya bırakalım.