Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAB-NATO-Türkiye-Kıbrıs

AB-NATO-Türkiye-Kıbrıs

Türkiye NATO’dan ve Avrupa savunma sistemindeki geleneksel rolünden uzaklaştıkça yerini Güney Kıbrıs almaktadır. Konunun deprem felaketinden önce dahi tartışılmaması hatta muhalefet tarafından da gündeme getirilmemiş olması en azından bende hayret uyandırmıştır.

Avrupa bütünleşme hareketinin savunma ile ilişkisi biraz sancılı başlamıştı.  Oysa bütünleşmenin esas amacı 20inci yüzyılın ilk yarısında Avrupa kıtasında görülmemiş bir yıkım ve insan kaybına yol açmış iki Dünya Savaşının tekerrürünü önlemek olmuştu.  1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunun (AKÇT) kuruluş amacının kömür ve çelik imalatını uluslar üstü bir yapıya devretmek suretiyle silah sanayilerinin özellikle Almanya ve Fransa’da birbirlerini tehdit edecek surette gelişmesini engellemek olduğu malumdur.  Bir adım daha ileri gidilerek bir Avrupa Savunma Topluluğu (AST-EDC) kurulmasına çalışılmış ancak kuruluş anlaşması Fransa’da hala yaygın olan Almanya korkusunun etkisiyle Fransız Parlamentosu tarafından 1954 yılında onaylanmayınca fikir terk edilmiş ve yerine Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) simgelediği ekonomik bütünleşmeye öncelik verilmiştir. Bugünkü Avrupa Birliğinin (AB) kökeninin bu olduğu ve ekonomik bütünleşmenin gümrük birliği, tek pazar, parasal birlik aşamalarından geçerek takriben kırk yıllık bir süre içinde bugünkü yapılara geldiği bilinmektedir. Bu sürecin henüz tamamlanmadığı, bankacılık ve mali birliğe kadar gidilmesini isteyenlerin bulunduğu ancak AB’nin ABD’ye benzeyen gerçek bir federal yapıya dönüşmesini istemeyenlerin şimdiki halde hakim olduğu da açıktır. 

 Avrupa Savunma Topluluğu fikri terk edildikten sonra öncelik haliyle zaten mevcut olan NATO’nun güçlenmesine verilmiştir.  O tarihlerde NATO’nun görevi, şaka ile karışık şöyle özetlenirdi: “To keep the Americans in, the Russians out and the Germans down.” (Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları altta tutmak.) NATO’nun bütün Soğuk Savaş döneminde Avrupa’da barışın korunmasında başlıca rolü oynadığı inkâr edilemez.  Tabii Soğuk Savaş döneminde demir perdenin gerisinde Doğu Almanya, Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya’da mevcut Sovyet uydu rejimlerine karşı çıkan ayaklanmaların kanlı bir şekilde bastırılmasını NATO engellemeye çalışmamıştır.  Savaş sonrası kurulan düzende demir perdenin gerisinde çıkabilecek isyanlara destek Sovyetler Birliği ile Batı arasında Üçüncü Dünya Savaşının çıkmasına yol açabilirdi.  Aynı şekilde Sovyetler de 1948-49 döneminde Batı Berlin’i abluka yoluyla ele geçirmeye çalışmış, ablukanın ABD hava köprüsü ile kırılmasından sonra bir daha yeniden denemeye girmemiş ve Avrupa’da bir çeşit dehşet dengesi yoluyla istikrar sağlanmıştır.  Bu istikrarın bir neticesi de Almanya’nın savunmasını NATO ve ABD’ye teslim etmek suretiyle ekonomik kalkınmasına bilinen başarıyla hız vermesine imkân vermesi olmuştur.  İki Dünya Savaşının sorumluluğunun kendisinde olduğunu kabullenmiş olan Alman halkında zaten silahlı kuvvetlere şüpheyle bakma alışkanlığı oluşmuştu.  Subaylık mesleğinin eskiden farklı olarak prestijinin yok edilmesi amacıyla resmi elbiselerin özellikle şapşal olmasına özen gösterildiği söylenirdi. Fransa ve İngiltere nükleer silah sahibi olurken ve Almanya bu teknolojiye şüphesiz sahipken bu yola gitmesi müttefikleri tarafından engellenmişti.  Bu engele karşı çıkmamasının başlıca nedeni de tabiatıyla sırtında taşıdığı tarihi yük ve ABD nükleer şemsiyesine duyduğu güvendi. 

Bu durum Soğuk Savaşın bitmesiyle değişmeye başladı. Bir taraftan Sovyet tehdidinin ortadan kalkmış olması, diğer taraftan NATO için gerek Balkanlarda gerek Afganistan’da yeni sınamaların ortaya çıkması yeni yapılandırmaları da zorunlu hale getirmiştir.  Ayrıca Fransa’da ve bir ölçüde Almanya’da AB’ne NATO’dan kısmen bağımsız bir savunma rolü verilmesi arzusu de kendini göstermeye başlamıştı.  ABD tarafında da Avrupa’nın savunma ihtiyacının azalmasına paralel olarak Irak’a yapılan müdahalelerin gittikçe artan sayıda asker gerektirmesi ve maliyet getirmesi nedeniyle AB ile bir çeşit görev paylaşımına kapılar açılmıştır.  1998 yılından itibaren farklı cinsten yeni yapılanma modelleri oluşmaya başlamıştır.  Ancak AB bakımından bu alandaki sıkıntı Soğuk Savaş bitip de bir çeşit “barış temettüsü” tahsil edilmeye başlayınca kamuoylarının devlet kaynaklarının savunma harcamalarından ziyade başka alanlara kaydırılması konusunda ısrarcı olmalarıydı.   Haliyle böyle bir durum ABD ile bir ihtilaf konusu olmaya başladı.  ABD yönetimleri Avrupa ülkeleri kendi savunma harcamalarını azaltırken ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki kadar Avrupa kıtasının savunmasında rol almasını beklemesini kabul etmiyor ve bu harcamaları arttırmasını bekliyordu.  NATO’da bu harcamaların Soğuk Savaş dönemindeki gibi milli gelirin %2’ine ulaşması beklentisi ABD tarafından gittikçe daha yüksek sesle dile getirilmesi uzun bir süre sonuç vermemiş, buna karşılık da ABD’nin Almanya’da konuşlanmış kuvvetlerinin ciddi bir surette azaltma yoluna gitmesi de Rus tehdidinin uzaklaşmış olması nedeniyle pek bir sıkıntı yaratmamıştı. 

Soğuk Savaşın bitmesiyle Avrupa içinde otonom savunma yapılanmaları Fransa ve Almanya’nın önderliğinde ve Birleşik Krallığın daha soğuk bakmasıyla başlamıştı.  Bunların ayrıntılarına burada girmeyeceğim.  Ancak belli başlı Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarını arttırmak istememesi nedeniyle bu yapılanmaların çok büyük bir aşama kaydettiğini söylemek pek mümkün değildi.  Kağıt üzerinde Komuta merkezleri kurulmuş, özellikle Balkanlarda barışı korumak amacıyla kuvvet yapılandırmalarına gidilmiş ancak bu kuvvetlerin görev alanı da bir hayli sınırlı tutulmamaya dikkat edilmiştir.  Neticede AB kendi burnunun dibinde cereyan eden Yugoslavya savaşlarını durdurmayı kısmen kendi içindeki görüş farklılıkları, kısmen de maddi imkansızlıklar neticesinde becerememiş, sonunda ABD’ne müracaat etmek zorunda kalmıştır. 

Bu arada Türkiye NATO’nun ikinci en büyük silahlı kuvvetlerine sahip ülke sıfatıyla ancak AB bütünleşmesinin de dışında kaldığı için AB içinde otonom bir savunma yapılanmasına pek sıcak bakmıyordu. Ancak NATO’dan daha da eski olan ve o tarihlerde AB’den bağımsız olan Avrupa’daki ilk savunma iş birliği örgütü Batı Avrupa Birliğine (BAB) diğer NATO üyesi olup AB üyesi olmayan Avrupa ülkeleri Norveç ve İzlanda ile birlikte 1992 yılında ortak üye olarak kabul edilmesi bir ölçüde rahatlama sağlamış ve Türkiye’nin AB’nın Balkanlarda, hatta Somali açıklarındaki askeri operasyonlarına katılmasına kapıyı açmıştı.  Gerçi 1970’li yıllarda Türkiye’ye yapılan BAB’ne tam üye olma daveti o tarihlerde hâkim olan dış politika anlayışla reddedilmişti.  Bu teklif kabul edilmiş, ülkemiz BAB’ne tam üye olmuş olsaydı BAB’nin 2001 yılında AB tarafından devralınmasını engelleyebilir veya en azından ortaklık haklarının ve karar alma mekanizmalarındaki ayrıcalığının korunmasını sağlayabilirdi.  Ne yazık ki bu hata da tarafımızdan kaçırılan fırsatlar kataloğuna eklenmesi gereken konulardan biri olarak yerini almaya mahkumdu. 

Kıbrıs’ın 2004 yılında AB’ne katılmasıyla işler iyice çatallaştı diyebiliriz.  Karşılıklı vetolaşmalar başladı.  Türkiye Güney Kıbrıs’ın NATO ile ilişki kurmasını engellemeye, Güney Kıbrıs da Türkiye’nin AB askeri yapılanmasına, örneğin silahların uyumlaştırılmasını ve ortak üretimini hedefleyen Avrupa Savunma Ajansına (EDA) üye olmasını, ayrıca AB’nin başta Afrika olmak üzere önayak olduğu yeni operasyonlara katılmasını engelleme yoluna gitmiştir.  Gerçi Ukrayna savaşı patlak verdiğinde Avrupa silah sanayinin uyumdan çok uzak olduğu, her belli başlı AB ülkesinin kendi silah sanayini diğerleriyle ortaklığa gitmeden geliştirdiği açıkça görüldü.  Diğer taraftan Türkiye’nin AB ile son yıllarda gittikçe gevşeyen ilişkileri karşısında AB önderliğinde kurulacak yeni bir askeri operasyonda yer almak isteyeceği, Kıbrıs engeli olmasaydı bile şüphelidir. 

Türkiye Güney Kıbrıs’ın NATO ile ilişkiye girmesini engellemiş ama Fransa ve ABD başta olmak üzere münferit NATO ülkeleriyle iş birliğine hatta, anlaşma imzalamasına engel olamamıştır. ABD uzun yıllardan bu yana uyguladığı Güney Kıbrıs’a silah satış ambargosunu kaldırmış, Fransa’da Güney Kıbrıs’ta üs kurma yoluna gitmiştir. 

Yine de NATO ile Güney Kıbrıs arasında kurumsal iş birliğinin engellenebilmiş olması iktidar için bir başarı sayılmalı muhtemelen.  En azından son zamanlara kadar bu sağlanabilmişti. 

Son zamanlara kadar diyorum çünkü 10 Ocak 2023 tarihinde NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen arasında imzalanan AB-NATO İşbirliği deklarasyonu durumu değiştiriyor gibi geliyor.  Bu kadar önemli bir metnin Türk basını tarafından gözden uzak tutulması ve Dışişleri Bakanlığı tarafından bir açıklama konusu yapılmaya değer bulunmamış olması epey ilginçtir.  Normal şartlar altında NATO Genel Sekreterinin tüm üye ülkelerin rızasına sahip olmayan ve ileriye dönük bir çalışma programı içeren belgeyi imzalaması beklenmezdi. 

Belge incelendiğinde daha önce 2018 yılında imzalanan benzer içerikli bir deklarasyonda yer alan ifadeler içerdiği görülmektedir. O tarihte de Dışişleri Bakanlığının konuyla ilgili herhangi bir açıklama yaptığına rastlamadım.  Her iki metinde de Kıbrıs’ın NATO ile ilişkilerine kapıyı aralayan ve ülkemizin 2004 yılından bu yana takip ettiği bu ilişkileri engellemeye yönelik tutumuyla ters düşen ifadeler bulunmaktadır. Metinde bir taraftan AB üyesi olmayan NATO üyeleri AB inisiyatiflerine imkanlar ölçüsünde katılmaya davet edilmekte, diğer taraftan da NATO üyesi olmayan AB üyeleri için de NATO faaliyetlerine kapı aynı ifadelerle açılmaktadır.  Diğer taraftan bu alanlarda alınacak kararlar her iki örgütün karar alma mekanizmalarındaki otonomiye saygı gösterilmek suretiyle alınacağı tasrih edilmektedir.  Başka bir deyimle Türkiye ile ilgili olarak AB’de alınacak kararlarda Güney Kıbrıs’a, Güney Kıbrıs’la ilgili NATO’da alınacak kararlarda ise Türkiye’ye engelleme imkânı verilmiş gibi görülüyor. 

Bir NATO üyesi olan Fransa’nın Güney Kıbrıs’ta deniz üssü kurmak için yaptığı anlaşmanın NATO-AB arasında 2018’e kabul edilen İşbirliği Bildirisinin sonrasına rastlaması belki bir tesadüf değildir.  2018 ve 2023 bildirilerinden sonra AB üyesi olsun olmasın NATO üyesi ülkelerin Güney Kıbrıs’la askeri iş birliğine öncelik vermesinin yolu açılmıştır.  ABD silah ambargosunun kalkması da bu bildiriler sayesinde kolaylaşmıştır şüphesiz.  

Bu konuda ülkemizin tutumunun ne olduğu hakkında herhangi bir açıklama yapılmamış olması en azından ilginçtir.  Anlaşıldığı kadarıyla NATO Genel Sekreterinden ülkemizi rahatsız eden ve Kıbrıs’a kapıyı açan ifadeleri çıkarması istenmiştir.  Ancak Genel Sekreterin bu itirazları dikkate almadığı görülmektedir. Makamlarımızın belki de İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmesine tarafımızdan konan engellerden dolayı kaybettiğimiz ağırlık ve krediden dolayı konuyu büyütmek istememiş olmaları mümkündür.  

Ancak bu durum Kıbrıs Rum Yönetimi için bir başarıdır.  Yukarıda da belirttiğim gibi Türkiye’nin mevcut iktidar tarafından takip edilen politikası nedeniyle AB ile askeri alanda daha fazla bir iş birliği isteyeceği yoktur.  Buna karşılık Kıbrıs’ı NATO’ya yaklaştıran her adımın Rum Yönetimi için yararı tartışılmaz. Takip ettiğimiz yüksek perdeden atma ve yalnızlığımızı arttıran politikalarının bir olumsuz örneği de burada.  Bu metin takip edilen politikanın bir başarısı olarak görülmüş olsaydı, şimdiye kadar reklamı her düzeyde yapılmış olurdu.  Bunun yapılmamış olması şüphesiz duyulan rahatsızlığın işaretidir.  Ne yazık ki Türkiye NATO’dan ve Avrupa savunma sistemindeki geleneksel rolünden uzaklaştıkça yerini Güney Kıbrıs almaktadır.  Konunun deprem felaketinden önce dahi tartışılmaması hatta muhalefet tarafından da gündeme getirilmemiş olması en azından bende hayret uyandırmıştır.  

- Advertisment -