2002, Türkiye’de ekonomiden demokrasiye kadar ülkeyle ilgili hemen hemen her konuda hem değişime ihtiyaç duyulan hem de değişime imkan tanıyan şartların başlangıcı olması itibarıyla, ülkedeki her kesim tarafından iyi ya da kötü bir milat olarak kabul ediliyor.
Literatüre girmiş bir kavramla ifade edecek olursam, “Türkiye’nin resmi ideolojisini” savunanlar için, yani milliyetçi-ulusalcı reflekse sahip, laik, seküler, şehirli ve Türkiye tipi beyaz olmayı bir değer kabul eden, demokrasiye minimum miktarda ihtiyaç duyan ve hatta ihtiyaca göre ordunun yönetime el koymasını dahi makbul bulabilenler için, 2002 kabusun başlangıcıydı. Zira, öteki kabul ettikleri, meşru siyasete dahi dahil olmasını istemedikleri, dindar kesimden gelenlerin kurduğu, liberal-demokrat bir siyaset izleyeceğini taahhüt eden bir partinin iktidara gelmesi, ülkenin neredeyse düşman işgaline uğramasıyla eş değerdi. Sanki siyasi bir değişim yaşanmamıştı da ülke elden gitmişti. 2002’den ortalama 2010’a kadar, AK Parti ve AK Parti seçmeni, devleti devlet yapan kurumların taraflı tutumlarının, siyasi yasakların, ordudan gelen sert açıklamaların, direktifle atılan manşetlerin muhatabı olarak ayakta kalmaya çalıştı. Cumhuriyet mitingleri ve Gezi eylemleri bu tavırların sokağa yönelmiş somut ve toplu şekliydi.
Diğer yandan AK Parti’ye oy veren ortalama % 50’ye tekabül eden kesim için -ki bu kesimin homojen bir yapısı da yoktu, dindarlardan liberallere ve hatta sol-liberallere kadar ve Kürtler de dahil olmak üzere çok farklı kesimlerin oluşturduğu bir % 50’den bahsediyorum- özellikle 2002-2012 arası ekonomik gelişim, demokratik açılımlar, özgürlüklerin önünün açılması, kadın haklarının savunulması, medyanın çok sesli olması, din ve vicdan hürriyetinin tanınması için bir imkan sunmuştu. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı diyebileceğimiz bu süreç, ülke için olumlu gelişimlerin olduğu bir dönemdi. En azından bu ülkede böyle düşünen % 50’lik bir kesim vardı.
Şimdilerde iktidar, hem siyasi söyleminde hem kendinin arka bahçesi medya eliyle, bugünü konuşmak zor olduğu için sürekli geçmişi konuşuyor ve eski Türkiye de o konuşmaların baş aktörü. Sürekli düne bakarak yaşayamayız diyen yok, dünün bugünden farkı olup olmadığını sorgulayan da… İktidar ve iktidarı destekleyenler bazen öyle yorumlar yapıyorlar ki, sanki her şey bizler yaşarken olmamış gibi… Zannedersiniz ki, neredeyse 20 yıldır Türkiye’yi, eski Türkiye’den kurtarmakla övünen iktidar değil de Finlandiya Sosyal Demokrat Partisi’ydi.
Sahi AK Parti’nin eski Türkiye dediği yer nasıl bir yerdi?
Resmi ideolojiye tabi olmayanların eşit vatandaşlık hakkına dahi sahip olmadığı bir Türkiye idi. Kürtlerin partileri kapatılırdı, Aleviler’in “okumaya gerek yok bizi devlet memuru yapmazlar” şeklinde espriler yaptığı -artık bir yerden sonra espriye vurmaktan başka çareniz kalmıyor-, resmi ideoloji ile barışık olmayan cemaat-tarikatların fişlendiği, basının resmi ideolojinin beklentileri ve direktifleri dışında hareket etmediği, dindar kesimin medyadan patronlar kulübüne kadar birçok yerde istenmediği ve hatta o dindar medya denen medyanın reklam alamadığı, devletçi-ulusalcı-milliyetçi ideolojik söylemin kutsandığı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin olduğu, Batı Çalışma Gruplarının kurulduğu, hastane kuyruklarının olduğu, her şeye ama her şeye her gün zam gelen, yüksek enflasyon ile boğuşulan, daha iyi bir yaşam için yurt dışına giden-gitme imkanı arayanların olduğu, haber alma hakkının kısıtlanabildiği bir ülkeydi… listeyi uzatabiliriz, ama sanırım bu kadarı kafi, evet tam olarak böyle bir ülkeydi.
AK Parti’nin ilk on yılı bu eski Türkiye’den kurtulma çabasıyla geçti ki doğru bir çabaydı. Ancak bugün AK Parti’nin yeni Türkiye’sine baktığınızda gördüğünüz şey eski Türkiye’den çok farklı değil. Yani en azından bazı farklar var, mesela siyasilerle ilgili karikatürler en azından çizilebiliyormuş şimdi ise böyle bir girişimin direk hakaret davasına dönüşmesini geçtim, kimse böyle bir şeye tevessül dahi edemiyor. Bir kere 2012’de başlayan, 2016’da hız kazanan ve günümüze kadar zirve noktasını gören AK Parti’nin yeni eski Türkiye’sinde işsizlik oranları her gün artarken, Türk lirasının değeri azalıyor. Bir yerlerde yılın herhangi bir çeyreğinde büyüme görülüyor ama 2 yıl içinde, aylık kirası 2 bin lira olan evlerin aylık kirası 8 bin lira olmuşken o büyüme vatandaşın sokağına uğramıyor. Sokak röportajı yapan gençler, sosyal medyada paylaşılan birkaç görüş nedeniyle sokakta gözaltına alınıyorlar. Bir yanda korku diğer yanda baskı var. Dezenformasyon yasası başlığı altında ne yazsam diye değil ne yazmasam diye düşünüyorsunuz. Ev, araç almak artık hayal bile değil. Şu durumda alamayacağımız TOGG’un başarılı, yerli ve milli olması vatandaşa bir umut vermiyor. Yazdığınız tweetler, muhtemelen yazdığınızı bile hatırlamadığınız birkaç cümle, birkaç yıl sonra amel defteri gibi yargı önünde karşınıza geliyor. 10 Kasım’da söylenenlere bakarsanız Atatürk hiç de öyle bir zamanlar eleştirilen bir lider değil, kutsanması gereken bir lidermiş. Milliyetçi-devletçi söylem kutsanıyor ve sürekli güvenlik politikaları üzerinden toplum şekillendiriliyor. Başörtülü polisimiz var ama bir başka başörtülü kadını sert biçimde gözaltına alabiliyor. Her hafta en az bir gazeteci Adliye’den “ifade vermeye geldim” selfie’si paylaşıyor. İktidara eklemlenmemiş medyanın reklam pastasından aldığı dilim sıfır. Daha fazla uzatmama gerek yok sanırım. İşte AK Parti’nin yeni eski Türkiye’si bu, yani eskisi gibi bir yer. Aksini iddia edebilir miyiz?
Gerçeklikten kopuşun temel sorusu: Yeni Türkiye nerede?
Bir köşe yazısında, yakın tarihte yaşanmış, yaşadığı ülkede olan bitene asgari miktarda dikkat edenlerin kolayca hatırladığı meseleleri neden yazdım? Öyle ya, bir köşe yazısı size bariz bilinenleri değil bir miktar da fark edilmeyenleri ifade etme zorunluluğu taşır. Öyle ise neden bilinenler yazıldı? Bilindiğinden pek de emin olmadığım için…
Elbette Türkiye -her ne kadar öyle arzulansa da- AK Parti ve yardımcı kadrosu etrafında dönmüyor. AK Parti’de önemli görevler yapmış, ekonomi bakanlığı ve başbakanlık gibi konumlarda bulunmuş iki isim Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın kurduğu iki parti var. MHP-AK Parti ittifakına razı olmayanların kurduğu İYİ Parti var, her şeyden önce ana muhalefet partisi CHP var. Elbette başka partiler de… Bu partiler, bir yandan iktidar tarafından muhalefet oldukları için karşı cephede yer almak nedeniyle eleştirilse de en fazla eleştiriyi, eski partilerine yönelik eleştiri yapmaları nedeniyle etik-ahlak üzerinden alıyor. Bir nevi ihanet içinde oldukları, gömleklerini çıkarttıkları ifade edilirken, iktidar ve iktidar müttefikleri istikrarlı olmakla, rüzgara karşı durmakla tanımlanıyorlar.
Eski Türkiye’de “devletin ideolojik aygıtları”, yöneticilerin özellikle kendi vatandaşına reva gördüğü olumsuz şartları fark etmemesi, anomali olmadan toplum tarafından kolayca kabul edilmesi için etkin bir biçimde kullanılırdı. Bugün aynı aygıtları, aynı biçimde iktidar kullanıyor. Ve nihayetinde toplum da bunları kolayca sindirebiliyor. Bu nedenle, 6’lı Masa bünyesindeki partiler, AK Parti’nin ilk on yılındaki politikalara dönüşü vaat ettiği halde AK Partili seçmen ve iktidar tarafından ihanet içinde olmakla itham ediliyor. Haliyle, sosyoloji bilmeseniz dahi bu toplumun en temel eksiğinin sosyal gerçeklikten fizan kadar uzaklaşmış olmaktan kaynaklandığı sonucuna varıyorsunuz.
Güvenlik politikaları üzerinden eskiden korkutulan Türkiye halkı, bugün yine güvenlik politikaları üzerinden 7 gün 24 saat korkutuluyor çünkü korkutulmuş kitleler panik halinde davranır ve makulü yakalamakta zorlanır. Dolayısıyla karşımızda duran eski Türkiye’ye, sanki yeni bir eski değilmiş muamelesi yapabiliriz. Ama…
Ama “ama muhalefet, ihanet, terör, eski Türkiye” demeden önce, en basit soruyu sormak gerekiyor; nasıl bir Türkiye’de olduğumuzun, nasıl yaşadığımızın, bizden bir kuşak öncesinin yaşadığı problemlerin aynısını yeni kuşaklar olarak yaşadığımızın ve hatta bir kuşak öncesinin aynı olumsuz şartları ikinci kez yaşadığının farkında mıyız?
Bence Türkiye’nin siyasi sorunlarını, toplumsal karşılığı ile tartışmak gerekiyor zira gerçeklikle bağı bu denli kopmuş bir toplumda seçim sonuçlarının kimi-neyi gösterdiğinin bir ehemmiyeti yok, aksi halde Pareto’nun işaret buyurduğu gibi iktidar, bir seçkin gruptan bir başka seçkin grubun eline geçerken, toplumun yaşayan hücreleri olarak Adliye’den selfie çekmekle, orta sınıf araç için bile hayal kurmakla, ay sonunu getirememenin verdiği buhranla kendi kendimizi yönettiğimizi zannetmeye devam edeceğiz.