Cumhurbaşkanlığı sistemi sayesinde seçimlerin bir referandum havasına girmesi ve ardından gelen ‘yenilgi’ belki de laik kesim için bir düşünme fırsatı yaratır. Çünkü parlamenter sistem, hiçbir partiye çoğunluk sağlamadığı ve farklı partilerin koalisyonuna yol açtığı ölçüde gerçekleri bir miktar bulanık hale getiriyordu. ‘Azınlıktaydık ama iktidarın parçası olabilirdik.’
Cumhuriyet ana doğrultu olarak Kemalizm üzerinden yürüdüğü sürece sorun hayati değildi… Ötekiler arada bir iktidara ortak çıksa, hatta ele geçirse bile bunun geçici olacağına inanılıyordu. Ne de olsa ülkenin ideolojik anlamda asıl sahipleri ‘bizler’dik.
Toplumun kültürel muhafazakarlar (dindarlar) ve kültürel ilericiler (laikler) şeklinde bölünmüş olduğu ‘gözlemi’ laik kesim açısından ayrıca rahatlatıcıydı. Hayat kaçınılmaz olarak ‘ileriye’ gideceğine (sosyolojiyi o yönde tetikleyeceğine) göre, bugünkü azınlıkta olma hali de geçiciydi. Nicelik açısından handikaplı durumda olunsa bile nitelik açısından üstünlük barizdi…
Bu basit (kaba?) değerlendirmenin, laik kesimin bilinçdışında köklü şekilde yerleşik olduğunu düşünüyorum. En entelektüel ve derinlikli olanlarımızın bile psikolojik beklentisi bu yönde ve buradan hareketle de bir tür ‘haklılık’ ya da üstünlük duygusuna sahibiz.
Ancak şimdi karşımızda beklenmedik bir durum var: Arkasına devleti de almış İttihatçı bir iktidar cumhurbaşkanlığı sistemi sayesinde azınlıkta olan her türlü kimlik ve düşünceyi ‘sonsuza dek’ yenilgiye mahkum etme şansına sahip. Kemalizmin ‘ışığında’ niteliksel üstünlüğe sahip olmanın değeri yok, çünkü Yeni İttihatçılık niteliği yeniden tanımlıyor.
Bugünkü iktidar kendi takipçilerine sadece niceliksel üstünlük (dolayısıyla siyasi güç) değil, niteliksel üstünlük (dolayısıyla devletin sahipliğini) de sunuyor.
Şu an, yaklaşan yerel seçimler nedeniyle maruz kalınan travmanın etkileri yoğun olarak gözlemlenemiyor. ‘Ne de olsa bir şansımız daha var… bu iş henüz bitmedi.’ Ancak bu kez yerel seçimler bir öncekine benzemeyecek ve büyük ihtimalle iktidar kazanacak. Çünkü laik kesim (dolayısıyla muhalefet) yaşananı anlama idrakine çok uzak.
Öte yandan, uzun sürebilecek bir yenilgi döneminin yaklaştığını sezgisel olarak hissediyoruz. Belki de o nedenle hayatın tadını çıkarma yönünde bir gayretkeşlik sergiliyoruz. Gündelik hayatın keyiflerine dönmekle kalmıyor; onları sosyal medyada, yazılı basında sergiliyoruz. Yani hem kendimize hem ‘ötekilere’ şunu söylüyoruz: ‘Kalite bizde, sanat estetik tarz bizde… hayatı bilen, tadını çıkaran, onu sahiplenen bizleriz… bunu elimizden alamazsınız… asıl galip esasta yine biziz.’
Ne yazık ki bu ‘rüya’ kısa zamanda bitecek ve laik kesim akut bir ‘yabancılaşma’ sorunu ile karşı karşıya olduğunu hissedecek. Çünkü laiklerin ‘öteki’ dedikleri artık ‘yerli’… Ve laikler de artık ‘yabancı’. Aralarından yerlileşmek isteyenler varsa bunun yolu ‘millileşmeden’ geçiyor. Diğer deyişle yabancılıktan kurtulmak için önce (yeni) devlete biat etmeniz gerek. Bu sayede yerliliğe (kimlik olarak olmasa da) siyaseten yaklaşmanız mümkün.
Laik kesimin asıl yenilgisi bence seçimdeki başarısızlık değil. Nitekim herkes biliyor ki iktidar özellikle ekonomideki akla ziyan yanlışları yapmasaydı seçimi zaten büyük farkla kazanacaktı. Kendimizi aldatmayalım… Asıl resim budur. (Şu an için) iktidarın tek rakibi kendisi.
Laik kesimin asıl yenilgisi yaşanmakta olan değişimi anlamamış, kavrayamamış, idrak edememiş olması.
‘Yerlilik’ bir yeniden sahiplenme hikayesi. Yüz yıllık bir ‘parantez’in sonrasında mülkün asıl sahiplerinin merkeze geri dönme ve merkezi yeniden tanımlama iddiası… Dolayısıyla ‘milli’ olan da geçmişteki ‘milli’den farklı. Köklerini farklı yerlerde arayan, ihtiraslı ve savaşkan bir milli bu…
‘Yeni İttihatçılık: Onurlu faşizme davet’ (22 Kasım 2022) başlıklı yazımda, Kemalizm ile İttihatçılığın devlet anlayışı arasında temel bir fark olmadığını söylemiştim. İkisinde de ‘Tahakkümcü, topluma rehberlik yapan, onun adına düşünen ve karar alan bir devlet anlayışı’ söz konusuydu. Bizde devletin otoriter ve ataerkil zihniyetleri birleştirmesi ve devletle vatandaş arasındaki hiyerarşik mesafe nedeniyle yüzeysel bir yorum yapmışım.
Çünkü devlet zihniyet olarak emir-itaat (otoriterlik) anlayışından rehberlik-rıza (ataerkillik) anlayışına doğru kayıyor. Birincisi dindarları kamusal alanın dışına itmişti, ikincisi onları kamusal alanın sahibi kılıyor. Kemalizmde (otoriter zihniyet ağırlıklı rejimde) ‘ötekileşmiş’ olanlar, şimdi Yeni İttihatçılıkta (ataerkil zihniyet ağırlıklı rejimde) ‘yerliliği’ ve yeni bir sahiplenmeyi ifade ediyorlar.
Bilinçdışımız bizlerin gözünü kolayca karartabiliyor. Gerçekliğin değiştiğini öne süren ben bile o değişen gerçekliğin ‘içinden’ değil ‘dışından’ bakma alışkanlığıma yenik düşebiliyorum.
Söz konusu makalede şöyle demiştim: (ideolojik yaklaşımlar arasındaki) “mukayeseyi 5 kriter üzerinden yapacağım: devlet anlayışı ve devletin toplum karşısında konumu; ulusal kimliğin ve dolayısıyla milliyetçiliğin kimliksel içeriği; dindarlığa yaklaşım ve dolayısıyla laikliğin içeriği; Batı karşısında ideolojik konumlanma; ve Türkiye’nin (geçmişte Osmanlının) dünya içindeki yerine ilişkin tasavvur.”
Ardından da İttihatçılığı tanımlayan paragrafım şöyleydi: “1) Tahakkümcü, topluma rehberlik yapan, onun adına düşünen ve karar alan bir devlet anlayışı; 2) Türk kimliğini dışlayıcı bir ölçüt olarak kullanan, diğer etnik kimliklere müsamahasız, ancak Sünni Müslümanlığı kuşatan bir milliyetçilik; 3) Dindarlığı gündelik hayatta özgür bırakan, dini kimliğe giriş çıkışı ve her türlü Müslüman inanç sentezini doğal ama ‘siyaset dışı’ kabul eden bir laiklik; 4) Batının son kertede ezeli ve ebedi bir hasım olarak tanımlanmasından, amacının Türk varlığını ortadan kaldırmak olduğu inancından beslenen bir Batı düşmanlığı; 5) Türklüğün haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan yayılmacı bir dış politika.”
Şimdi kendime soruyorum… Bir yaklaşımı bu şekilde 5 maddeyle tarif ettiğimizde bu maddelerin ağırlığı birbiriyle eşit midir? Acaba hiç düşünmeden (bilinçdışımızda) baştaki maddeyi en önemli, sondakileri en önemsiz sayma eğilimimiz olabilir mi?
Bence öyle. Yukardaki sıralama devlet vatandaş ilişkisiyle, yani siyasi alanla başlıyor ve giderek ‘flu’ bir arka alana ulaşıyor. Gayet ‘modern’ bir bakış. Somut, gözlemlenebilir, hesaplanabilir ve öngörülebilir bir alanı öne çıkarıyor.
Ya Yeni İttihatçılığı anlamak için tersten yaklaşmak daha doğruysa?
Sıralamayı (birkaç küçük değişiklikle birlikte) şöyle yapalım: 1) Türklüğün ve Müslümanlığın haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan bir hissiyat ve ondan beslenen yayılmacı bir dürtü; 2) Batının son kertede ezeli ve ebedi bir hasım olarak tanımlanmasından, amacının Türk varlığını ortadan kaldırmak olduğu inancından beslenen bir Batı düşmanlığı; 3) Dindarlığı gündelik hayatta özgür bırakan, dini kimliğe giriş çıkışı ve her türlü Müslüman inanç sentezini doğal ama ‘siyaset dışı’ kabul eden bir laiklik; 4) Türk kimliğini dışlayıcı bir ölçüt olarak kullanan, diğer etnik kimliklere müsamahasız ancak Sünni Müslümanlığı kuşatan bir milliyetçilik; 5) Tahakkümcü, topluma rehberlik yapan, onun adına düşünen ve karar alan bir devlet anlayışı.
Bu sıralamanın kültürel muhafazakarlara, yani dindarlara, yani ‘yerli’lere çok daha uygun düştüğünü sanıyorum. Onların da zihninde bir bilinçdışı faktörü var ve onlar da kendilerince önemli olanı başa alıyorlar.
Bizlere irrasyonel gözüken ‘beka’ meselesi onlar için gayet rasyonel… Bize gayrı meşru, kabul edilemez gelen birçok idari ve hukuki uygulama onlar için detay ve (baştaki maddelerin ışığında) meşru.
Laik kesim kendi tarihsel üstünlüğünden o denli emin ki, ‘yerlileri’ anlamamak bir yana, onları kendi rasyonalitesi ışığında, yapaylaştırarak kategorize ediyor ve böylece anlama imkanını hepten elden kaçırıyor.
Dolayısıyla ‘yerlilerin’ gözünde nereye oturduğunu da göremiyor… Giderek kendisini tanıması da zorlaşıyor.
Eğer depresyona girilecekse bu çok daha iyi bir sebep…