Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAşırı duygusal

Aşırı duygusal

Ekim Devrimi, 7 Kasım 1917 gecesi nasıl (ne kadar küçük ölçekte) başlamış olursa olsun, dalga dalga yayıldı ve milyonları kapsadı. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, muazzam bir depremdi. Bütün bir çağı etkiledi. Dolayısıyla Nâzım Hikmet gerçek bir devrim gördü. Bizlerse 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında sübjektif hayallerimizde yaşadık. Toplumdan kopuk, dünyadan habersiz çoluk çocuktuk. Koşullar sıfırken devrimcilik oynadık.

[18-19 Haziran 2022] Boris Kustodiev’in yukarıda soldaki Bolşevik tablosu 1920 tarihli. Sokakları, caddeleri küçük insanların kalabalığı dolduruyor. Hepsinin üzerinde bir dev yürüyor, elinde gene devâsâ bir kızıl bayrak. Gözleri ufka dikili, yüz hatları kararlı. Ressam herhalde Leninist açıdan öncü – kitle ilişkisini göstermeye çalışıyor. Fakat çok problemli. Çünkü komünistlerin devleştirilmesinin, olağanüstüleştirilmesinin, gizemlileştirilmesinin tohumlarını taşıyor. 19. yüzyıl “burjuva tarihçiliği”nde (Marksistler öyle diyor), tarihi dehaların, kahramanların, büyük adamların yaptığı gibi yukarıdancı bir fikir var. Marksizm ilk ağızda bunun yerine tarihi kitlelerin yaptığı gibi aşağıdancı bir görüş getiriyor. Fakat görüyorsunuz işte; bir yerden sonra gene kahramanlara, büyük adamlara ihtiyaç duyuluyor. Parti ve lider kültü asıl Stalin zamanında doruğa çıkacak. Ama daha 1920’de, Lenin döneminde uç veriyor. Bolşeviklerin bu şekilde yüceltilmesi, bir yönüyle neredeyse Carlyle’ın On Heroes, Hero Worship, & the Heroic in History’sine dönüş (1841; Tarihte Kahramanlar, Kahramanlara Tapma ve Kahramanlık Unsuru Üzerine). Diğer yönüyle, bu fetişizm üzerinden geleceğin diktatörlüğünün kutsallaştırılmasını haber veriyor.

Öyle de olsa, o ateşli yılların heyecanını da kuvvetle yansıtıyor kuşkusuz. Yeryüzünde devler savaşıyor ve kendi efsanelerini yaratıyor. Buna karşılık, siyasî planda böyle epik, heroik boyutları yok benim gençliğimin. Bizim gençliğimizin. Daha çok salaklıkları, akılsızlıkları, hoyratlıkları var. Ölenler de boşuna öldü, topyekûn bir hatâ uğruna. Bir çılgın süper-solculuğa kapıldık. Geçti. Oral Çalışlar anlatıyor, yakında çıkacak kitabında. Ben yazmam, yazamam. Nâzım’ın kendini kahramanlaştırması ve devleştirmesinden farklı olarak, ben sevmiyorum o Halil Berktay’ı. Güzelleyemiyorum. Affedemiyorum. El sıkışmak istemiyorum kendisiyle. İnandıklarının pek çoğuna inanmıyorum. Bugünkü gençlere, o gençliğimi örnek gösteremem. Tersine, ancak bizim yaptıklarımızı yapmayın; kendi inanç mecralarınızda sakın benzeri bir dogmatizme, “tek yol”culuğa kapılmayın diyebilirim. Birçok düşünsel akımın kendi Stalinizmi olabilir, uzak durun diyebilirim. Marksizmi de ancak tarihselleştirerek ve dolayısıyla eleştirerek; şöyle bir 19. yüzyıl ideolojisiydi, belirli bir ortamdan çıktı, öyle bir siyasî proje oluşturdu, 20. yüzyıl uzantıları şunlar oldu, sonu da şu şu şu nedenlerle, işte böyle geldi, bütün artı ve eksileriyle, çökünce ardında büyük bir boşluk bıraktı… diye anlatabilirim. Zaten öyle anlatıyorum. 

Madalyonun diğer yüzünde, hem yaşadığım hem okuduğum için öyle anlatıyorum. Hem içinden hem dışından anlatıyorum. Ve işte bunu düşünüyorum bu Cumartesi sabahı, dün notlarını girdiğim öğrencilerim gözlerimin önünden geçerken. Kalıcı olan bu, o yıllardan. Bir bilgi ve düşünce birikimi. Militan Halil’le barışık değilim. Öğrenci, önce iktisatçı, derken tarihçi, aydın, öğretmen Halil’le barışığım. Küçükten itibaren, okumaya ve öğrenmeye ne kadar tutkun olduğumu hatırlıyorum. Bu iyi geliyor bana. Biraz toparlıyor, tedavi ediyor. Sanırım bu yüzden, ders vermeyi bu kadar seviyorum. Süründüm. İndim çıktım. Düştüm kalktım. Hayatta bana en uygun, belki tek uygun şeyi buldum. Öğretirken öğrenmeyi yaşıyorum.

Gene bu yüzden, daha fazla içine girip kendim öğrenmek (veya tekrar yaşamak) istediğim alanlarda yeni dersler tasarlamaktan da çok hoşlanıyorum. Yaşar Sökmensüer çokça ölüm yazıyor şu sıralar. Hepimiz ölüme ve unutulmaya çare arıyoruz. Zamanla yarışıyoruz. Kimimiz çözümü dinde (öbür dünya inancında), kimimiz çok çocuk yapmakta, kimimiz ismimizi yaşatmakta arıyoruz. Servet düşkünlerine, mallarını mülklerini, banka hesaplarını, adalarını, yat ve malikânelerini mezara götüremeyecekleri söylenir. Ben bildiklerimi ve anladıklarımı götüremeyecek olmanın telâşındayım. Nasıl boşaltabilirim, içimde topladığım her şeyi? Bir, yazmak. İki, konuşmak. Üç, hibrid formül. Konuştuklarımı yazmak, kitap yapmak.

Parantez. Keşke her yeni dersim, hemencecik bir kitaba dönüşebilse. Böyle yedi sekiz yarım kalmış projem var, önümdeki beş yıl için. Ama bitmiyor, yenileri ekleniyor habire. Geçen yıl, 2020-2021 ders yılında, HUM 406 diye bir ders açtım: The Twentieth Century Through Art and Literature (Sanat ve Edebiyat Aracılığıyla Yirminci Yüzyıl). Erich Maria Remarque okuduk, Wilfred Owen,  Mayakovsky, Brecht, Fütürist Manifestosu, Eluard ve Aragon (Fransız Direnişi), Nâzım, Orhan Veli, Ernest Hemingway, George Orwell, W. H. Auden, Koestler, Soljenitsin. Resim: Picasso, Nikolay Getman. Nazi sanatı ve Sovyet sanatı. Filmler: Eisenstein, Potemkin ve Oktyabr; David Lean, Dr Jivago; John Ford, Gazap Üzümleri; Zinnemann, Julia; Riefenstahl, İradenin Zaferi; Marta Meszaros, Kisvilma; Alain Resnais, Savaş Bitti; Tarkovsky, İvan’ın Çocukluğu; Wajda, Kanal; Rossellini, Roma Açık Şehir; Jean-Pierre Melville, Gölgeler Ordusu. Sırf bunlardan, öğrencilerimin sınavlarda yazdıkları dahil, hayli kalın bir cilt çıkar, belki iki cilt. Ah, bir yapabilsem. Heyhat. Bu yıl (2021-2022 ders yılında) bir de HUM 405 açtım üzerine: Imperialism and Colonialism Through Art and Literature (Sanat ve Edebiyat Aracılığıyla Emperyalizm ve Sömürgecilik). Bu sefer Kipling’le başladık, sonra Joseph Conrad, Lu Hsun, Franz Kafka, Franz Fanon, Rex Wargbier’nin Hindiçini’si ve Pontecorvo’dan Cezayir Savaşı, şairler: Nâzım Hikmet, Pablo Neruda (nedir ikisinin farkı, seçip yaslandıkları farklı tarihler?); nihayet Gurnah’ın son iki romanıyla bitirdik. Desertion ve Afterlives. İki ayrı sınav verdim, uzun kompozisyon soruları içeren. Emperyalizmin insanlarını karşılaştırmalarını istedim, sömürge ordularını, yerel toplumları, yerel İslâmları, kadınların konumunu. Kendi kendime, en çok Nâzım’ın, Neruda’nın ve Gurnah’ın anti-emperyalizmlerini karşılaştırın sorusuna kafa yordum, yoruyorum.

Bunları, klasik ifadedir ya, böyle karmaşık bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdiğimde, farkediyorum ki ben (1) Marksizmin tarihi açıklama gücü ve zenginliğiyle birlikte, (2) sinema ve edebiyat üzerinden tarihçi olmuşum, tarihi sevmeye başlamak anlamında. Şimdi diyeceklerimi daha önce de yazmış olabilirim; hayal meyal hatırlıyorum. Çocukken, babamla sinemaya giderdik ve dönerken, Basmane’den Heykel’deki, Cumhuriyet Meydanı’ndaki evimize yürürken, şimdi sence bu film neydi, ne diyordu, ne anlatıyordu diye sorardı ufak ufak. Yorumlamayı öğretirdi. Ya, demek her şeyin bir anlamı varmış! İlk metin analizi egzersizlerim bunlar olmalı. Sonra Pazar sabahları şiir okurduk birlikte: Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Arif Damar. Akşam yemekleri de önemliydi; o zamanın küçücük İzmir’inin küçücük entelicensiyasından aile dostlarımız misafir gelir, bir zamanlar dedemin yaptırdığını sonradan öğrendiğim büyük ve ağır masanın kanatları açılır, herkes etrafına oturur, baş köşeye hayattaysa dedem 1957’den sonra babam geçer, rakı sohbeti sürekli Türkiye’nin azgelişmişliği ve Osmanlı-Cumhuriyet geçişi etrafında döner, edebiyat (meselâ köy romanı) tartışma malzemesi olarak kullanılırdı. Derken liseye İstanbul’a, Robert Koleje gittim ve tarihi tarih derslerinden çok İngilizce (edebiyat) derslerinde tanıyıp sevmeye devam ettim: tabii Homerik destanlar, sonra Dante (Inferno), Shakespeare, Melville (Moby Dick), Sartre (No Exit, aslı Huis Clos), Arthur Miller (Satıcının Ölümü, Cadı Kazanı), Keats, Shelley, Byron, Dostoyevsky (Suç ve Ceza), T. S. Eliot, William Hazlitt’in ve George Bernard Shaw’un denemeleri, gene Shaw’dan St Joan (Jan d’Ark) ve Candide. İlk ağızda aklıma gelenler. Ve daha bir yığın kısa hikâye, tek tek sayamayacağım. Her biri, kendi estetik zevkiyle birlikte, insanlık serüveninin şu veya bu ânına bir pencere açıyordu. O lise yıllarımda, Çeşmealtı’ndaki “direkli ev”imizde bütün bir yazı da hatırlarım, hemen sırf Stendhal’la geçirdiğim: Kırmızı ve Siyah ve Parma Manastırı. Fransız Devrimi ve sonra Restorasyon; Fabrice del Dongo ve Julien Sorel. Yıllar geçti; Yale’de gene bir dünya edebiyatı dersi alıyordum. İlk sınavdan önceki geceydi; aramızda lâflıyorduk. Bildim, büyük essay’lerden, kompozisyon sorularından biri olarak ne soracaklarını. Hapishanedeki Raskolnikov ile hapishanedeki Julien Sorel’i karşılaştırın diyecekler dedim. Doğru çıktı. Ben de böyle tarihe geçtim. Efsane oldum.

Şaka bir yana. Yani hemen bütün kültürel formasyonum bu denli tarih, sanat ve edebiyat üzerine kuruluyken, neden gidip de Amerika’da ekonomi lisansı ve yüksek lisansı yaptım, onun da cevabı çok açık: tamamen yanlış (çünkü ideolojik) gerekçelerle; (a) Marksizmden hareketle, ekonominin başatlığına; (b) gene ekonominin (= sosyalist planlamanın) dünyayı kurtaracağına ve ulusal kalkınmacılık yoluyla Türkiye’yi de kurtaracağına inandığımdan. Hayli de yaygın bir yanılsamaydı, 1960’lı yıllarda. Bir yandan sosyalist blok kapitalizme piyasasız (dolayısıyla âdil?) bir modernite alternatifi sunuyor; diğer yandan, dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığına yeni kavuşan ülkelerin önünde heyecanlı ve başarılı olacağı sanılan bir KOKY (kapitalist olmayan kalkınma yolu) uzanıyordu.

Eh, bugün belki daha iyi görüyoruz ne kadar kurtardığını. Fakat kesinlikle pişman değilim, ekonomi okumuş, hattâ ekonomi doktorasına başlamış, sonra bir fasıl da Ankara SBF’de ekonomi asistanlığı yapmış olmaktan. Soyutlama kapasiteme, sert ve sıkı bir mantık güdebilmeme, limitte (marjda) düşünebilmeme, evrensel teorik kaçınılmazlıkları (Kantçı kategorik emredicilikleri) özel kaçamaklar kurmaksızın kabullenebilmeme, (makro-ekonomiden) “büyük tablo”yu görme alışkanlığı edinmeme çok katkısı oldu. Ama son tahlilde bana göre değilmiş bu kadar soyutluk düzeyi. Bana daha somut, daha gri, daha kirli, daha zengin, daha etten kemikten bir şeyler lâzımmış. Gerçi dürüst olacaksam, burada da bir çelişki var gibi. Eski Yunan’da, Olimpos tanrılarından Apollon güneşi, düzeni, akıl ve mantığı, rasyonel düşünceyi; buna karşılık Dionysos şarabı ve dansı, irrasyonelliği, duygu ve tutkuların egemenliğini temsil eder. Günümüz tarihçiliğinde buna bir yanda daha Apolloncu structures (yapılar) vurgusu ile diğer yanda daha Dionysosçu agency (aktörler, failler) vurgusu karşılık geliyor. Şikâyetçi değilim ama sanırım benim tarihçiliğim daha Apolloncu bir strüktürler ve büyük resim, büyük tarih (Big History) kertesinde kaldı. İnsan ve birey faktörüne çok giremedi. Gerçekten Dionysosçu denebilecek düzeyde kirli ve etten kemikten bir tarihçiliğe tam ulaşamadı. Gerçi “tarihin yönü” ve “yasaları” gibi aşırı deterministik kavramları reddettim. Ama her şeye rağmen postmodernizme kıyasla modernist yanım (hele realist-materyalist bir bilgi teorisi açısından) ağır basıyor. Bu da gerek Marksizmin, gerek ekonominin üzerimdeki formatif etkisinden olmalı.

Öyle veya böyle; ekonomiyi doktoranın ilk yılında bıraktım, tâ 1969’da sosyalizmin sonunu kötü gördüğümden değil, sıkıldığımdan, bütün bir ömrü iktisatla geçiremiyeceğimi sezmeye başladığımdan. Yılın henüz ortalarıydı. New York – Paris ucuz charter uçağının kalkmasına aylar vardı. Başka türlü dönemezdim. Kendime gündüz part-time bir iş buldum. New Haven belediyesine bağlı bir inşaat projesinin muhasebesinde çalışıyordum. 22 yaşımda ve yapayalnızdım; üç dört yıllık kız arkadaşımdan da ayrılmıştım. Edebiyata sığındım. Akşamları iş çıkışında kendime bir hazır yemek, bir de iki üç dolarlık ucuz ama içilebilir bir şarap alıp odama kapanıyor, saatlerce Tolstoy’un Harp ve Sulh’ünü (şimdilerde Savaş ve Barış diyorlar) tekrar ve baştan sona okuyordum.

Aylar geçti ve sonunda döndüm Türkiye’ye. Demin de söylediğim gibi, 1969 yazında SBF’ye asistan girdim. Güya ekonomi doktorasına devam ediyordum. Ama siyasî radikalleşme hızla ağır basıyordu. Yüzde yüz doğru, saf ve temiz bir Marksizm arayışı içinde, Maocu oldum (zaten olmuştum da, Türkiye’ye taşıdım). Girmeyelim teferruatına (dedim ya, Oral Çalışlar anlatmış zaten). Yakalandım. İki küsur yıl hapis yattım. Afla çıktım (yoksa, 20 yıla mahkûm olacak ve 1974’ten itibaren 11 yıl daha yatacaktım). Ancak 1985’te tahliye olsaydım, hayat nasıl bir yol izleyecekti, asla bilemiyeceğim. Kuşağımdan binlerce gence kıyasla, çok şanslı çıktım. Ucuz kurtuldum. Ne yapıp yapıp bilime, akademik hayata dönebildim. Bu sefer bırakmadım. Bir gelgit daha yaşamadım. Üstelik aradım, arandım ve tarihi, tarihçiliği buldum.

Şimdi bütün bu öykü geri geliyor, benden yaklaşık 55 yıl daha genç öğrencilerimi düşündüğümde. İçimdeki, tarih ve edebiyat karışımı, adını koyamadığım o merakın peşinden gitmeye devam ediyorum. Dış dünyanın tabii farkındayım. Geçenlerde, “Kendimi artık her yeni günde ve gündemde bir türlü bitmeyen bir kara mizahta, deneysel bir absürd filmin içinde hissediyorum” diye yazdı bir arkadaşım. Sanırım beni bilim, derslerim ve öğrencilerim koruyor. Etrafımda yumuşak bir emniyet kuşağı. Onlar sayesinde, güncelliğe tümüyle kapılmadan varolabiliyorum.

Yazarken kalkıp dolaşıyorum evin içinde. Etrafa bakınıyorum. Görmediklerimi görüyorum. (Yukarıda sağdaki) bu koridor, bu raflar, bu kitaplar nereye gidiyor böyle? Koyver gitsin. Nereye giderse gitsin. Herhalde Bolşevik’in tersi bir yön olur. Bilim için bilim. Bilimin varacağı yer gene bilim. İsteyenler, destekleyenler, vesile olanlar bin yaşasın.

Bir Cumartesi sabahı. Sonra bir Pazar sabahı.

- Advertisment -