Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Ayrılık da sevdaya dâhil”

“Ayrılık da sevdaya dâhil”

Ankara’yı sevmek, o aidiyeti yaşayan insanın kendisini de sevmesiyle büyüyen bir sır sanki. Temelinde sadakat, bir tür güven filan var. Sürprizsiz… Yani kedi sevgisi gibi değil, daha çok köpek sevgisi gibi. İstanbul’un kedilerini ise edebiyatı, hikâyesi, hayatla, denizle, balıkla iç içe efsaneleriyle de tanıyoruz. İstanbul’la sadece “rakı-balık” özdeş değil, “kedi-balık” da var. Başkentin ise Ankara Kedisi… Hayatım boyunca şahsen tanışamadım.

Kedilerle ilgili bir yazı dizisine hayatımıza hep sızan ama yedi yıl önce katılan, yerleşen kediler neden oldu. Köpekler hep vardı yanımızda, yamacımızda. Lâkin kedileri sahiplenerek sevmeyi, o hayatın cilvelerini, büyüsünü geç yaşadım. Sahiplenmek deyince köpekteki gibi bir “sahiplik” ilişkisinden, iletişiminden söz etmiyorum elbette. Lafın gelişi… Adını koymak belki.

Kedileri biz mi hayatımıza aldık, yoksa onlar mı bizi hayatında -uygun- bir yere yerleştirdi o da net değil. Karşılıklı bir durum var ama bunun devletlerarası mütekabiliyet prensibiyle filan alakası yok. O esasa dayanarak barış da yapamazsın,  savaş çıkarman da saçma olur.

Kedi sevgisinin asıl öğretisi, bilmecesi de orada belki. Sahiplenmenin, “Benimsin” demenin yol açacağı müzmin arızalarla boğuşmadan, her şeyini bilmeye, aklınca çözmeye ihtiyaç duymadan sevebilmek.

Ankara Kedisi etkisi

Kedilerin hayatıma sonradan yerleşmesinin nedenlerini her insanın içindeki bıkkın, kocamış psikiyatrist gibi çocukluğuma giderek, o Divan’a uzanarak arıyorum tabii. Önce yaşadığım şehirden başlamayı deneyeyim. Ankara’yı sevmek, o aidiyeti yaşayan insanın kendisini de sevmesiyle birlikte büyüyen bir sır sanki. Temelinde sadakat, bir tür güven filan var. Sürprizsiz…

Böyle nedenlerle kedi sevgisi gibi değil, daha çok köpek sevgisi gibi. İstanbul’un, misal Cihangir’in kedilerini ise edebiyatı, hikâyesi, hayatla, denizle, balıkla iç içe efsaneleriyle de tanıyoruz. İstanbul’la sadece “rakı-balık” özdeş değil, “kedi-balık” da var. 

Başkentin ise Ankara Kedisi… Hayatım boyunca şahsen tanışamadım. Anca fotoğrafından, resminden… Ki Başkan Melih Gökçek onu bıyıklarını esas alarak Angara amblemi, heykel vs. yapınca, bir kedinin bile sevimsizleştirilebileceğini gördük. Zararını bilemem de bir faydası olmadı kedi sevgisine. 

“Havhavcı” hanede büyümek

Kedisiz, köpeksiz muhit “mahalle” sayılmaz. Eksiktir tarifi. Ankara’da da mahallenin kedileri, sokaktakiler, onları emaneten okşama, doyurma ritüelleri hep vardı tabii. Lâkin çocukken bir yavruyu alıp “benim yapma” çabam kısa sürdü. Biraz büyüttüler, bir akrabaya sürdüler. O günden sonra o eve ziyaretlerimiz, “Pamuklara gidelim”e dönüştü.  

Ebeveynlerim “Havhavcı”ydı zira. Kedi-köpek didişmesi/kavgası da o günlerin gözde metaforlarından. Bir kavgaya, marazaya tanık olanlar durumu bugünkü gibi memleket normallerinden, hatta gerekliliklerinden saymazdı pek. Ayıplarlardı öyle benzetmelerle…   

Huzurlu ev ortamı köpeğe alışık; dekorasyonu, hatta muhabbeti-sohbeti de ona göre. Herkes memnun. Evde derdini anlatacak/anlayacak kadar çat pat “Havhavca” konuşuluyor ikinci dil olarak. “Miyavca” sıfır. O tercihle büyüyorum biraz.

Köpekli-kedili tecrübe farkı

Tecrübesi, bilgisi de ona göre… Mesela o yıllarda köpeğin içerde duş yaparken “Kedi yıkanır mı?” sorusunun yanıtını mahallendeki, semtindeki yahut online veterinerden filan bulamıyorsun. Bir bilene, bir “Hoca”ya soracaksın. O da Nasrettin Hoca’yla hafızanda: “Kediyi yıkarken değil sıkarken kaybettik”. Kedi işkillendiriyor insanı…

Evdeki görev dağılımında kedinin köpek gibi bir faydası, rolü de yok esasen. Yine terliklerini kendin bulup getireceksin, eve giren hırsız pervazdaki sardunyayı devirirse ya da seni dürterse uyanacaksın. Ötesi kedi karakteri, Yaramaz Sarman’ın Maceraları, çocuklar için Milli Eğitim Bakanlığı’nca tavsiye edilen temel eserler, hayırlı örnekler arasında da değil. 

Eh, köpekli ev hayatı da bütün bunlarla biraz farklı bir birliktelik, alışkanlık, lafın gelişi “düzen” bir bakıma. Lafın gelişi zira onlar, kediler, köpekler o büyük harfli Düzen’in, insanı doğuştan, durmadan düzleyen o hayat, ömür törpüsünün de organik ilaçlarından. Öyle düzenlerin öğretmediği, hatta istemediği türden bir sevgi muhalefeti, birliği, dayanışması, tahayyülü.

Kedinin adı “Mesafe”…

Hâl böyle olunca köpeklere oranla kedilerle mesafeli yaşadım bir süre. Erkin Koray’ın kedisine onur madalyası olarak, büyük bir isabetle “Mesafe” ismini takması misali, onların da umurunda değildim doğrusu. Adam olacak kedi ilk adımı atar, ısrar-sebat eder, hep dediğimiz gibi “kendini zorla sevdirir”, olmadı söz dinler biraz. Ne o, ne öbürü… Evcil hayvan değil başlı başına şahsiyet.

Kedinin onca “evcil” çağrıya, onca içli dışlı olma çabamıza, “Çök, yat, kalk, koş, getir” komutlarına tuhaf, “mahlûk mahlûk” bakması da bir çocuk için cazip değildi herhalde. Askerlikte öyle komutlara biz bile mırıldanmadık, kuralınca, elden geldiğince askercilik oynadık.

O günlerde kedinin bakışındaki “Benden böyle bir şeyi nasıl istersin, nasıl beklersin?” sitemini de hissetmemiştik tabii. İnsanın isteklerinin ayarını karşısındakinin isteklerini de gözeterek tutturması zaman alıyor, çok şey gerektiriyor. Okulda, her türden “Devlet Dersi”nde de bunu öğretmiyorlar. Önce sadakat…

Konforu rakibinle paylaşmak

Hem özgürlük, asilik, “tırnak çıkarmak”, benci(l)lik, başına buyrukluk, keyif iktidarı ulaşırsak şahsımıza has konforlar. Öyle olunca emsalsiz, sorunsuz. O bünyenin ikizinden, rakibinden çok egemenliğimize, saltanatımıza uyanı lazım bize, bugün de görüldüğü gibi.

Giderek arkadaşların kedileri yerleşti hayatımıza. Kimi misafirlere tümüyle ilgisiz, hatta surat takınan bir ifadeyle kayboldu ortadan, kimi zıplayıp kucağımıza yerleşti. Sık buluşmalarda hepsi kendince bir denge tutturdu; onun hayatında bir misafir olduğumuzu unutturmadan.

Bazı ev sahipleri “Allah Allah Sarman yabancılara hiç yanaşmazdı ama…” gibilerinden bize iltifat mı, kediye, ondan çaresizce beklediği bağlılığa sitem mi olduğu belirsiz bir şeyler söyledi. Bazısı kedili yaşamını bizimle paylaştı, iade-i ziyarete onunla geldi.  

Hayret bir kedi bile yok

Uzak, bahçeli bir eve taşınınca değişti dünya. Kışın ilk yerleştiğimizde kaba inşaatlarıyla duran birçok evden ibaret kooperatifin ıssızlığı beklediğimiz bir şeydi. Günlerce sokağımızdan geçen bir Allahın kulunu görmemek bile normaldi hatta. Ama “Hayret, bir kedi bile yok” dediğimizi biliyorum.

Varmış meğerse… Karlar eriyip, doğaya, bize kışın ardından bahar geleceğini hatırlattığında göründüler. Yiyecek, mama vermeye başlayınca, sökün ettiler. Hiçbirinin zayıf, gariban, partal, çaresiz gözükmemesi mutlu etti, rahatlattı bizi; “Kediseven Kooperatifi”ndeydik belli ki.

Kedilerin salınışında “Biz burada sizden daha eskiyiz” bakışı…  Merakla süzüyorlardı bizi, hanemizi. Bizdeki menüyü tatmaya gelen, bir görünüp bir kaybolanların yanında, ara öğün, atıştırmalık olarak ziyaretlerini üç-beş gün, arada sırada sürdürenler de çıktı. Her renkten, üyeleri durma değişen bir kedi trafiği…

“Gel pusu, pusu, pusu…”

Bir süre sonra verandaya ilk yatılı misafirimiz geldi. Forma pantolon grisi, erkek… Adını yaptığı, o hayata kattığı şeylerle, maharetleriyle alan kızılderililer gibi kendi kazandı: Pusu… Her şeye, her kıpırtıya, hatta o yönde bir belirtiye, pozisyonunu alıp pusu kuruyordu sektirmeden. Gölgesine bile… Hayır, ürkekliğinden, kendine güvensizliğinden filan değil tam tersi. Her canlı başa çıkabileceği, oynayacağı, bir anlamda avlayacağı bir şey gibiydi sanki.

Pusuları, bir yerden fırlayıp aniden yol kesmesi, bahçeye giren hemen herkesi hoplattı. Ona yönelik “Pisi, pisi, pisi” çağrımız da değişti: “Gel pusu, pusu, pusu…” Gündüzleri yemek saatleri dışında görünmezdi pek, hava kararınca gelir, güneşle ısınan verandadaki koltuğa uzanır, uyurdu sabaha kadar.

Eve girmeye hep gönülsüzdü, bir kulübe yaptık. Birkaç hafta sonra kayboldu ortadan, aradık başka bir bahçede zevcesiyleydi.  Duruşu değişikti orada. Çağırdık “Pusu, pusu…”, hiç pas vermedi. Kediler de evlenince değişiyor olmalı…  

“Firar oyunu”nun aktörleri

Bir yerden çıkıp gelen, anında hoplayıp kucağımıza yerleşen istisnai örnekler de oldu, iki sevdirdi kendini, evine, kolonisine döndü. Bazılarının evci(l) olduğu, kaybolduğu kaygısıyla fotoğrafını çekip, sitede oturan herkesi kapsayan merkezi WhatsUp zincirine yolladık. Ama ya aranmalarına meydan vermeden evlerine de uğruyorlardı ya da bu sitede kolektif beslenen, yeri yurdu belli kolonilerin gezgin üyeleriydi. Kaybolmuyorlardı, geziyorlardı her köşeyi. “Firar oyunu”nu seviyorlardı.

Sonra gri-beyaz afili, bakımlı bir kedi bir süre yerleşti verandaya… Kurduğumuz iletişimi düşününce kalası vardı sanki ama bir gün epey iri, saçı, tüyleri “Hendrix modeli” bir erkek kedi haşmetle yerleşti yerine. Diğeri tabanları yağladı o külhan girişi görünce… İriydi, biraz tombuldu ama mamaya iştahlı, yuva yahut kendi tahtını arayan ve bulan bir hâli vardı sanki. Kaldı, gece-gündüz… “Hodor” koyduk adını. 

Karamel’in Hodor olması

Bir ay sonra biri ergen, iki kardeş çaldı kapımızı: “Bizim kedimiz o, Karamel…” Yakındaki bahçelerinde kendisine ait geniş, müstakil evi de varmış, bir iki yıldır onlarla yaşıyormuş. İsmini söyleyince gitti yanlarına Hodor, bacaklarına sürtündü biraz.

Ne yapalım “Tamam” dedik, kucaklarına alıp götürmek istediler ne mümkün. Hemen çırpınıyor. Ellerine mama torbası verdik, birlikte yürüdük bir süre, gittiler. Ama akşamına döndü bize. Bu kez ailecek gelip götürdüler, birkaç saat sonra yine… Bir deneme daha, nafile. Ayrılmıyor bizden.

Karşılıklı kabullendik. Yan komşumuzun da gözbebeği, o bahçenin de sultanı oldu. Üç yıl düzenli kaldı Hodor. Sitede tur atma saatleri dışında hiç ayrılmadı; her derdini, arzusunu anlatıyordu, dediğini de yaptırıyordu doğrusu. Kucakta oturmasını hiç başaramadık, teması, okşamayı ise gösterdiği, öğrettiği koşullarda. Uzatmadan… En sevdiği oyunları bile oynasak, birkaç dakika.

Kuş avcısı kediye nasihatler

Avcıydı, kuş avlıyordu maalesef. Tamam, tabiatı öyle de buna tanık olmak başka şey. Hafiften azarladık, sonuç getirmeyeceğini bile bile: “Hayır, hayır” dedik, köpek tecrübemizle, o tonla… İçinden gülmüştür muhtemelen. Kelime dağarcığını, ezberini kendi seçiyor kediler. Misal “Ciğer!” dersen, nerede olsa anında koşturuyor: “Hah, şimdi aynı dilden konuşuyoruz…”

Bahçedeyken pozisyon alırsa koşup abuk sabuk hareketlerle görmediğimiz kuşları kovaladık. Popüler bir çaresi kedinin boynuna zil takmak, o sayede kuşlara yavaşça, usulca yaklaşmasını engellemek. Ama Yaşar Kemal’in o beter “Zilli Kurt” hikâyesi var aklımızda: 

“Zilli Kurt”un acı hikâyesi

“Doğu Anadolu’da bir kurt, koyun veya keçi sürüsüne dalar, bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur. Köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlanırlar, köpeklerini, iplerini alırlar, kurt avına çıkarlar. Kurtları diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü bilirler, kurdu yakalarlar.

Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurdun boğazına sağlam bir telle ya da kirişle bir zil takarlar ve kurdu salıverirler. Zilli kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz. Sürüsü onu artık kabul etmez. Boğazında zil, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca koşar durur ve bir gün açlıktan ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından biridir. Türkiye’de pek çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir.”

Bu hikâyenin kıssası Hodor için farklı. Evde ama siteyi dolaşmaya meraklı, tutkun. Mümkün değil gezecek etrafı.  Eh, zil olursa boğazında sitedeki -bu mevzuda sabıkalı- köpeklere sesli, alarmlı hedef olacak. Fikrimce zil her açıdan ters kedi ruhuna/psikolojisine…

Mıncıklama eğitiminin sonucu

Bir gün muhtemelen gökten parlak, simsiyah, bahtı da kara bir kedi yavrusu düştü bahçemize. Avuç içi kadar, biçare, her hücresiyle titrek. Çevrede annesi, ailesi filan yok. Aldık yerleştirdik Hodor’un mekânına… Bir iki gün söylense de bağrını açtı, aldı koynuna.

O pür siyah siluetinde iki yıldız gibi parlayan gözleriyle aldı popüler ismini: Gece… Göbek adı da torunumuzun diksiyonuyla “Siyakh” olarak geldi. Onu her yere çanta gibi taşıması sayesinde kucak, hatta koltukaltı kedisi, Hodor’un da kızısı oldu kısa sürede. Her insanın kucağında, Hodor’un kollarının arasında yatsın, keyfi kekâ.

Bir yaşını geçti, iyice büyüdü ve bir gün sırra kadem bastı. Günlerce arasak da nafile, sonra birisinin alıp götürdüğünü öğrendik. Kedilerin tersine uydum akıllıydı. Mıncıklama eğitimiyle insana benzetmiştik el birliğiyle… İnsancıllığın kedilere yaramayacağını düşündük o vesileyle, tehlikeliydi.

Esmeri, sarışını, kumralı

O yıllarda adını koyamadan üç-dört günde, bir haftada hayatına dönen, arada bir gelen “esmeri, sarışını, kumralı” türlü kedilerle tanıştık. Huyları farklı, selamı-sabahı farklı… Hepsinin hikâyesi var ama anlatsam -dizi değil- roman olur diyeyim, o beylik deyişle…

Gezginliklerinin nedeni sadece huyları değil sanıyorum. Hayvansever bir çevrede olmaları onların tek adrese bağımlı olmalarını, oranın düzenine, sıradanlaşan hayatına katlanmalarını da önlüyor sanıyorum. Bunu imkânı varsa gençlere de tavsiye edebilirim. Ama düşünmem lazım.

“Terrier cinsi” Bıdık

Sonra Bıdık geldi, yedi-sekiz aylık, yaşından küçük, baştan aşağı gri. Zaman geçince azıcık büyüdü ama “Terrier cinsi” bir kedi sanırsam. Hâlâ minyon, hatları yuvarlak, fındık gibi. Gündüzleri hızla yemeğini yiyip gözden kaybolsa da, geceleri Hodor’la birlikte yatmaya başladı. Otel muamelesi…

Hodor bir başka benimsedi onu, aşkla kabullendi belki; sabahlara kadar yaladı usanmadan. Mama tabakları ayrı olsa da, onun iki tabaktan da atıştırmasına hiç ses etmedi. Biraz çekildi, onu sabırla bekledi, her kaprisine, uyurken kuyruğunu ısırma dâhil her haşarılığına katlandı.

Dememize gerek kalmadan “O küçük abisi…” meselesini idrak etmiş. Kısırlaştırılmış olmasına rağmen Hodor’un ona aşkla tutulduğunu düşünmek de kuvvetle mümkün. İnsan bir bakıştan, bir “mır mır”dan seziyor öyle halleri… Kedice bile olsa. Ama sorsan, “Benimki kardeş, arkadaş sevgisi” diyecek, hep öyle derler.

İnsan ruhu da yaralıyor

Onca zaman Bıdık’a beş-altı metre bile yanaşmayı başaramadık. Ne denediysek, asla. Bedeninde, yüzünde tek bir faça, çizik görmesek de insanlara, sokağa dair tecrübeleri ağır travmalarla dolu olmalı. İnsanlar hayvanların ruhunu da yaralamayı iyi beceriyor.

O güne kadar hayatı nasıl geçtiyse, ezberlediği hayat tecrübesi neyse, bu kadar ürkek, bu denli firari başka bir kedi görmedik. Bahçede otururken bakışlarımız karşılaşınca bile anında, dehşetle topukluyor. Hâlâ öyle…

Yemek yemeye geldiğinde görmemiş gibi yapacaksın. Uzandığı yere yan gözle bakmayacaksın. Her an alabildiğine mesafeli. Başta bu özelliğini, uzaklığını geçici sandığımız için Erkin Koray’ın kedisinin ismini aşırıp, adını Mesafe koyamadık. Oysa “Mesafe Hanım” çok yakışırdı ona.

Arkadaşlarla ayrı eve çıkmak

Sonra birlikte gezmelere gitmeye, giderek daha uzun saatleri dışarıda geçirmeye başladılar. Onun vesilesiyle Hodor yeni arkadaşlarla tanıştı. Tipi bozuk bir bitirim de var gruplarında… “Cazip kötü arkadaş” o olmalı. Gizlice takip etmeye çalıştım. Zorlukla sürdüm izini. Zira ne kadar sessizce takip etmeye çalışsam da, araya mesafe koymaya dikkat etsem de Hodor beni fark edip durdu, yere oturdu.

Bana gelmedi de, boş verip yoluna gitmedi de… Gittiği yerin, yeni evinin, hayatının ortaya çıkmasını istemezmiş gibi ben bıkıp gidene kadar uzakta oturdu, öylece bekledi. Daha sonra gittiği yönü iyice araştırdığımda buldum yeni evlerini. Arkadaşlarıyla ayrı eve çıkmışlar…

Ev boş, Hodor, Bıdık işsiz, çulsuz olduğu için yemeklerini düzenli olarak yine bizde yiyorlar. Gözleri sokakta, hızlı bir atıştırma… Hodor bir an oynaşmamızın ardından hemen, mamasını bitirir bitirmez evlerine gidiyor. Başlarda ve nadiren gündüz uykusuna gelip birkaç saat horuldaması, yeni evindeki gece hayatının epey hareketli olduğunun da delili.

Saygıdeğer bir ayrılık hikâyesi

Bir süredir bizi mutlu eden, rahatlatan o kaçamaklarını da bıraktı. Yeni evine tamamen yerleşti.  Gece gündüz artık orada. Öyle olunca gittim evlerine, karşı kaldırımda bekledim, çağırdım Hodor’u. Çıktı geldi bir yerden, yanaştı, bir an sevdirdi baştan çıkartacağımı umduğum yerlerini. Bir dakika bile değil…

Kucaklayıp götürmeye çalıştım çırpındı, kuvvetle direndi, bıraktım. Tasasız, telaşsız, talepsiz miyavlara anlattı bir şeyler. Peşimden gelmesini sağlamaya çalıştım, rüşvet verdim. Nafile… Durmadı yanımda, döndü yeni hayatına. “Aramız hâlâ iyi” diyordu bakışları, tavırlarıyla ama bir yere kadar; ayrılmış yollarımız: “Israr etme… Bitti”.

O karenin repliklerini yazsan, “Ayrılık da sevdaya dâhil” makamından terk edilenlerin sevdiği bezemeleri yapsan, acı, hüzünlü, etkileyici ama saygı duyulası bir ayrılık hikâyesi. Ne yapsan boş; “Alır başımı giderim”in en doğal, en hesapsız ve engellenemez bir hak formundaki hâli. Yol ayrımı…

Çağdaş ama tedirgin ebeveyn

Benzer bir yol ayrımını yeni taşınan komşularımız da yaşadı. Bizimle aynı süreçte… Onların da kaç yıldır birlikte yaşadıkları kedilerinin birisi evi terk etti, başka bir hayat, bir koloni kurdu. Ne yaptılarsa boş…

Hodor bizim eve de yaşadığı evi bırakıp gelmişti, kendi gönlünce. Hiçbir çaba onu kararından döndürmedi. Bizim de birlikteliğimizin zamanı dolmuş anlaşılan. Payımıza acı da olsa yeni duruma anlayış gösteren çağdaş ama tedirgin ebeveyn rolü düşüyor. Büyüyor çocuklar… Yemeğe gelsinler, uğrasınlar yeter; züğürt tesellisi.

Hem firar ustası diyorlar kedilere… “Firar oyunu”nu da seviyor çoğu,  gözden kayboluyor bazen dönüyor evine. Şahsiyetleri vefa, sadakat, “sahip”ine bağlılık gibi bildik, antik sütunlar üzerinde yükselmek, orada dingildemek zorunda değil. Edebiyatta dolaşan, hatta bazı yazarların hayatını da tanımlayan kedilere gelecek pazar değinmeye çalışacağım.

KIRMIZI KURDELE

Önce kedilerini tanıdık, sokağımızda. Ağaçlardan düşen atkestanelerinin ardından pürtelaş koşuşturan bir yavru sarman. Boynunda kırmızı kurdele. Sonra onun ardında zıplayan küçük, sarışın kız çocuğunu… Bir zaman sonra da, 28-30 yaşlarında bir kadın.

Moldova ya da Ukrayna’dan gelmiş Türkiye’ye. Yıllar geçti, hatırlamıyorum. Bir mekânda şarkı söylediğini anlatıyor. Türkçesi şirin, akıcı ve sıcak. Yanında kedi ve kız çocuğu. Üçü de dost, komşu bakıyorlar bize. “Kardeşim” diye tanıştırıyor, kız çocuğunu.

Üçü de insana, cana yakın, seviyor onları herkes. Küçük kız bir gün sokakta oynayan yaşıtlarının yanına geliyor, koşarak. Kucağında kedisi… Kızın başında da bir kırmızı kurdele. Yanakları al al soruyor: “Annemi gördünüz mü?”. Bir süre sonra kayboluyorlar sokaktan. Birdenbire, iz bırakmadan…

Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 2005 yılı Türkiye istatistiklerinden hatırlıyorum. Türkiye’ye gelen/getirilen her üç kadından birisi anneymiş. O dönem yasadışı göçe, insan ticaretine karşı kampanyalarına seçtikleri slogan ise “Annemi gördünüz mü?”.

- Advertisment -