27 Mart Pazar gecesi açıklanacak olan 94. Akademi Ödül Töreni’ne yedi dalda aday gösterilen Belfast, Kuzey İrlanda’daki çatışmaların içerisinden sesleniyor izleyiciye. Cuma günü vizyona giren filmde, kamera ilk olarak günümüze ait renkli bir Belfast silüetini tepeden kaydediyor, yer hizasına indiğinde ise Belfast tarihindeki önemli bir kırılma noktasına 15 Ağustos 1969’a geliyoruz. Geçmişe geçiş ile birlikte renkler siyah beyaza evriliyor ve bir sokak dolusu oyun oynayan çocuk, neşeli sesleri ile tüm perdeyi dolduruyor. İlk olarak bir tren sesi kesintiye uğratıyor bu coşkuyu, sonrasında ise bu sokağa saldıran eylemciler, çatışmalar…
Nil’de Ölüm (2022), Sindirella (2015), Thor (2011) gibi farklı türlerdeki filmleri yöneten ve yönetmenliğini de yaptığı Doğu Ekspresinde Cinayet (2017) gibi filmlerdeki oyunculuğu ile de tanıdığımız Kenneth Branagh, Belfast’i çocukluk anılarından hareketle çekmiş. Film her ne kadar İrlanda’daki çatışmaları fona alsa da daha çok çocuk bakışı ile ilgileniyor. Bu sebepten Protestan ile Katolikler arasındaki çatışmanın kökenlerine ve şiddetine dair çok fazla bilgi vermiyor izleyiciye. 15 Ağustos’taki pogromun cesametine ve sonrasında sebep olduğu travmatik etkilerine, bu çatışmaların ardından kurulacak olan IRA’ya dair hiçbir işaret sunmuyor. Yönetmen, filmin politik yanını derinleştirmek yerine her şeye rağmen birlikte yaşayabilmek, dayanışma, aile olmak gibi meselelerle ilgileniyor.
Filmin kahramanı küçük Buddy (Jude Hill), Katoliklerin yoğunlukla oturduğu bir sokakta yaşayan Protestan bir ailenin çocuğudur. Yaşadıkları mahallede komşuların birbirleri ile bir sıkıntısı yoktur, herkes çoktan aile olmuştur. Pencerelerinin, kapılarının önünde oturup sabahtan akşama kadar radyodaki haberleri dinleyip dışarıyı seyreden, neşeli sohbetler eden insanların yaşadığı, denizden gelen esinti ile perdeleri dalgalanan huzurlu bir resmin içine yerleştirilir bu yer. Çocuklar sokaklarda güvenle dolaşmakta, mahalle sakinleri birbirini tanıyıp yardımlaşmaktadır ta ki “Katolikleri burada istemiyoruz.” nefretiyle eylemciler sokağın altını üstüne getirene kadar. Filmin başlangıcında, Buddy ve ağabeyini annesi güçlükle çatışmaların içinden kurtararak evlerine götürür. Bu olayların ardından doğup büyüdükleri, çok sevdikleri mahallede yaşamaları her geçen gün zorlaşacaktır. Buddy’nin babası (Jamie Dornan), İngiltere’de marangoz olarak çalışmaktadır, anne (Caitrione Balfe) ise iki oğlu ile bu karmaşanın içerisinde bir başına mücadele etmektedir. Ödenemeyen ağır vergi borçları, geçim derdi de eklenince hayatlarının zorluğu iyice katlanır. Üstelik Belfast’a iki üç haftada bir gelebilen babasına mahalledeki çete liderlerinden biri musallat olmuş ve safını belirlemesi için onu zorlamaktadır.
André Bazin’e göre sinemanın hammaddesi gerçeklik değil, gerçekliğin bıraktığı izdir. Bu izler, gerçekliğe doğuştan bağlıdır. Yönetmen de filmde Belfast’in 60’lı yıllardaki durumunu aktarmaz, Belfast’in 60’lı yıllarda bir çocuğun zihninde bıraktığı izin peşindedir. Bu sebeple filmde Buddy ile muhatap olan polis, rahip gibi otoriteler devleşip sesleri gür ve boğuklaşırken ara sokaklar bir masal kentine dönüşür. Buddy’nin etrafındaki tüm çatışmalara rağmen çocuksu bakışıyla hayata katılışını dışavurumcu bir dil üzerinden izleriz. Tabii ki bu masalda bir de ulaşılamayan prenses vardır. Buddy’nin tüm derdi sınıfındaki hoşlandığı kız arkadaşı kadar başarılı olup onun yanındaki sırada oturmayı hak edebilmektir, elbette bu sarı saçlı güzel kız Katoliktir. Yaşadıkları mahalledeki herkes gibi Buddy’yi de etrafındaki kaos içine çekecek, çetelere dahil olacak, kendini yağmalamaların ortasında bulacak fakat bunların hepsini oyun oynar gibi yaşayacaktır. Buddy’nin filmdeki en büyük imtihanı, anne babasının çocuklarına daha güvenli bir gelecek kurabilmek adına Belfast’tan ayrılma kararıdır.
Buddy’nin hayatında dedesi (Ciarán Hinds) ve büyükannesinin (Judi Dench) ayrı bir yeri vardır. Hayata karşı sade fakat bir o kadar da felsefi bakışı ile bilhassa dedesi Buddy için yol göstericidir, sınıftaki kızın dikkatini nasıl çekebileceğine dair en önemli tiyoları hep dedesinden alır. Filmin en ihmal edilen karakteri ise Buddy’nin ağabeyi rolündeki Will’dır (Lewis McAskie), hemen hiç konuşmayan ve ailenin toplu hareketleri dışında perdeye yansımayan bu simaya dair senaryoda hiçbir katman yok. Buddy’nin anne ve babası da bu boyutsuzluktan nasibini almış, onları ya Van Morrison’un müziklerinde, güzel ışıklar altında dans ederken ya da telefonda tartışırken görüyoruz, fiziksel uyumları ve filme kattıkları estetik duruşları haricinde karakterlerini derinleştirecek nüanslardan, diyaloglardan ikisi de mahrum bırakılmış.
Belfast, otuz yılı aşacak çatışmaların gölgesindeki bir hikâyeyi anlatmasına rağmen neşesinden, umudundan taviz vermeyen bir yapım. Bunda sinematografide çocuk bakışının öncelenmesi, bu zaviyeye göre kameranın sabitlenmesinin etkisi bariz. Hayatın coşkusunun/gücünün tüm zorlukları aşabilme/onarabilme kudretine, insan ilişkilerine ve belki de en çok çocuk dünyasının iyileştirici tabiatına inanarak çekilen nostaljik bir değini. Yönetmen Kenneth Branagh gibi çocuk yaşlarında ülkesinden göç etmek zorunda kalan Kıbrıslı görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos’un da filmin biçimsel arayışlarına katkısı büyük. Dijital, siyah beyaz görüntülerin tercih edildiği kadrajlarda aydınlıktan ve çerçevelerde bırakılan boşluklardan taviz verilmemesi filmin kasvetten uzak duygusunda belirleyici. Zambarloukos’un da bir röportajda ifade ettiği üzere tüm bu görüntüler, hayatın acılarına bütün neşesi ile katılan bir filme imkân tanımış. Filmin siyah beyaz görüntüleri bir tek Buddy ailesi ile film ya da tiyatro izlerken renkleniyor. Bu renkli oyun dünyasının yönetmen Branagh’ı, Belfast’in karanlık sokaklarından bugüne çıkaran bir tünel vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.
Belfast, senaryosu ve karakterleri ile çok katmanlı bir film değil fakat hem biçimsel tercihleri hem de hikâyesi ile, dengeli mizah tonuyla keyifle seyredilecek bir yapım. Oscar’da yedi dalda aday olan ve Akademi’nin genel beklentilerine birçok açıdan uyan Belfast’in törenden eli boş dönmeme ihtimali yüksek fakat on iki dalda aday gösterilen, Netflix yapımı The Power of Dog karşısında büyük ödül şansı pek yüksek görünmüyor. Zira The Power of Dog hem meselesi hem de biçimsel tercihleriyle Oscar’ın ödüllendirmek için can atacağı türden bir film.