Bir vesile ile 28 Şubat dönemindeki Birikim dergilerini karıştırmam gerekti, Türkiye’de sol düşünceyi Kemalizmin tahakkümünden kısmen de olsa kurtarmayı başarabilmiş bir yayının, o dönemdeki tespitlerini hem başarılı hem de oldukça erken buldum. Bu isabetli ve oldukça erken tespitlerin kaynağı sanıyorum, Türkiye’de solun, daha özel ifadeyle Birikim dergisi çevresindeki solun, 28 Şubat’tan önce militarist, baskıcı, askerin yönetimde söz sahibi olduğu bir yönetim dönemini ağır bir biçimde yaşamış olması tecrübesiyle daha iyi bir okuma yapabilmesiyle alakalıydı. 28 Şubat’ın doğrudan muhatabı olan kesim için ise, hem tecrübesizlik hem de ağır saldırı karşısında sürekli savunma halindeyken isabetli tespitler yapmak doğal olarak pek mümkün olmadı. Öyle ya, medyadan askere, patronlardan sivil görünümlü resmi ideoloji yanlısı STK’lara kadar geniş bir kadro, sistematik bir biçimde haklarımızı çiğniyor, bununla yetinmeyip cümlemizi şeytanlaştırıyordu. Bu saldırı psikolojisi altında meseleyi etraflıca değerlendiremedik. Ayrıca dürüst olmak gerekirse, Türkiye’deki dindar kesimin muhafazakar tutumu, devrimci bir geleneğinin olmaması ve hatta aksine devletle ters düşmeme geleneği olması nedeniyle de 28 Şubat’ı etraflıca değerlendiremedik. Bir mücadele tecrübesi edindik, ancak aynı mücadele tecrübesini bugünlere taşıyamadık. Şöyle ki resmi ideolojinin, katı devletçi anlayışın hedefindeydik, bu ana akımla, kurucu ideolojiyle tam aksi istikametlerdeydik ancak bugüne geldiğimizde bu refleksi kaybettik. Hatta ana akıma dönüşmekle kalmadık, ana akımda olmayı meşrulaştırmakla da kalmadık, ana akımın neferi olmayı bir zorunluluk, gereklilik olarak gördük, hatta varlık-yokluk meselesi haline getirdik; bkz. beka meselesine yükseltilen ama bekayla alakası olmayan tüm konular.
Neyse, Birikim’e dönelim… Ahmet İnsel ve Ömer Laçiner’in 1997-1998 dönemindeki 28 Şubat darbesini ele alan yazılarında, ilk başta hiç tereddüt etmeden darbeye karşı tavır alınırken aynı zamanda bu durumun dindarları hedef almasından hoşlanan laik kesimin sevinçlerinin yarın kendileri için oluşacak bir tahakküm rejimine imkan tanıdığını not düşüyorlardı. Ancak daha önemli nokta şuydu, kendim de dahil olmak üzere dindar kesim içindeki birçok kişinin, rahmetli Erbakan’ın 28 Şubatçılarla mücadele edebilmek için, her ne kadar oyları %30’lara dayanmış olsa da, onlara meydan okuyacak gücü olmadığı için “askerle aramızda sorun yok” şeklinde davranmasını, Çiller hakkındaki yolsuzlukların araştırılmasına ret oyu verilmesini, Susurluk skandalına “fasa fiso” denmesini yani “adil düzen” söylemiyle bağdaşmayacak tutumlarını mazur görebilmiştik. Ancak İnsel, Laçiner ve Birikim’deki birkaç yazar daha, Refah Partisi ve Erbakan’ın devletle dini barıştırmak için çıktığı yolda, dini devletle barıştırma, resmi ideoloji ile söylemde mücadele ediyormuş gibi görünürken bir yandan da sisteme entegre olma isteklerinin görünür olduğunu ifade ediyorlar. O gün için olsa kesinlikle itiraz edeceğim ancak bugünden bakarken maalesef haklı bulacağım bir tespit. Yani bugün bizler (bakın hala bizler diyorum, ideolojik ve partizan bir anlayışla olmasa da, en azından üst kimlik açısından kendimi dindar kesim içerisinde görüyorum), “AK Parti devlet olunca devletin ona yaptıklarını unuttu” derken bu dönemi sadece iktidara ait görüyoruz ancak o iktidarın temellerinde de maalesef böyle bir temayül varmış. Tabii bunu dindar kesimin AK Parti’yi destekleyen kısmına anlatamıyoruz. Yine de anlatmayı deneyeyim…
Hem dün AK Parti’yi oluşturan anlayışın hem de bugün AK Parti düşerse Kudüs düşer, İstanbul düşer, İslam düşer şeklinde korku pompalayanların, AK Parti elden giderse din elden gidecekmiş zannedenlerin psikolojisine bir bakın, tanıdık geldi mi? Dün, 28 Şubat’a gidilirken ve 28 Şubat sürecinde laiklik elden giderse ülke elden gider gider korkusu yayanlardan korkutma ve korkuya bağlı sindirme, itaat ettirme yöntemleri arasında bir fark var mı?
Anlatmaya çalıştıklarımı magazinle taçlandırayım; 28 Şubat günlerinde hatırlarsınız, başörtülü birinin ekrana çıkabilmesinin yolu, bir tarikat şeyhiyle evde basılması, evde basıldıktan sonra günlerce gözyaşları içinde tarikatların nasıl sapkınlık dolu yerler olduğunu anlatmasıydı. O dönemin yönetici seçkinleri için konuşmaya hakkı olan başörtülü modeli buydu. Bugün herhangi bir başörtülünün konuşabilmesinin yolu ancak iktidarı övmesiyle mümkün olabiliyor. Onun dışında, yani belirlenmiş makbul başörtülü olmadığınız anda, konuşma imkanlarınız sınırlanıyor. İster yazar olun, ister dizi karakteri Nursema olun. Bir dönem medya patronları tarafından gördüğünüz ambargo, bu dönem bir denetleme kurumu tarafından pekala yinelenebilir. Ama bunun bir sansür olduğunun farkında olmazsınız çünkü dün “irtica ile mücadele kutsallığı” başlığı altında susturulmanız nasıl meşrulaştırılmışsa, bugün “kadına şiddet, başörtülüleri kötü gösteriyorlar” başlığı altında susturulmanız öyle meşrulaştırılır. 28 Şubat’ta sosyal medya olmadığından Batı Çalışma Grubu fişleme işlerini el yordamıyla yapıyordu. Bugün, dünün 28 Şubat medyası gibi davrananlar medyayla yetinmiyor ve sosyal medyada Batı Çalışma Grubu gibi davranıyor. Hata ile görülmemiş ve ardından özür dilenmiş olmasına rağmen seccadenin üzerine basılmasını Kabe’ye Ebrehe’nin filleri dayanmış gibi yorumluyor. Sezen Aksu’nun fi tarihinde yazdığı bir şarkı sözünden yola çıkıp din elden gidiyor feveranı koparılıyor. İhsan Eliaçık’ın meali toplatılıyor. Dün Batı Çalışma Grubu ve sürekli Genelkurmay’dan brifing alan medyanın 28 Şubat’ın doğrudan muhataplarına yaptıklarının aynısı, gerekli olduğunu düşünülerek başkalarına yapılıyor. E yirmi kusur yıl önce bunlar Sincan’da tank yürütmeyle yapılıyordu, artık devir değişti şimdi sosyal medya trolleriyle yapılıyor. Ve sırf bu yüzden, Kızılcık Şerbeti gibi, başörtülülerin normalleşmesini dizi yoluyla göstermesi açısından doğru, ancak dindar aileyi sürekli hatalı göstermek konusunda abartıya kaçtığı için hatalı bulduğum yayını, taraflı bulduğum halde eleştiremiyorum çünkü üzerlerine sansür boca ediliyor. Ya da Gülşen’e, kınamayla geçiştirilecek bir hakaret nedeniyle annesinden doğduğuna pişman edecek hale getirildiği için haklı eleştirilerimizi dahi yapamıyoruz. Farkındaysanız, iktidarın gölgesinin ağırlığında kalmış olan dindar kesim, bir yandan haksızlık yapmakta bir sorun görmezken diğer yandan haklı olduğu alanlarda bile haksızlığa gömülüyor. Ve çok garip bir şekilde, bizler halen 28 Şubatçılarla, 28 Şubat zihniyetiyle mücadele ettiğimizi, onların var olduğunu, fırsat bulsalar bize nefes aldırmayacaklarını iddia ediyoruz. Ve dahası aslında kaçtığımız şeye dönüştüğümüzün farkında değiliz. Meğer ne kadar da meraklıymışız o ana akıma kapılmaya, kurucu ideolojinin yanında konumlanmaya, onların yöntemlerini kullanmaya… Madem barışmaya, birbirinizin yöntem açısından aynısı olmaya bu kadar istekliydiniz o zaman savaş meydanında kendi bileğinizle savaşsaydınız, başörtülü kadınları meydan okumak için savaş aracı olarak kullanmasaydınız. Bakın, şimdi o kadınlardanbiri, dizide “Senin de o huzurun bozulsun anne!” diye bağırdığında bozuluyorsunuz. O kadınlardan bir diğeri, “Bizler, kaçtığımızın ne olduğunu dahi unutmuşuz, İsmet Özel’in dediği gibi ‘savaş bitmiş ama biz cephede unutulmuşuz’. Ve dahası, biz kimden kaçtığımızı, artık kaçmamıza gerek olmadığını bile unutmuşuz. Çünkü o kadar uzun süre kaçtık ki, artık neyden kaçtığımızın önemi kalmadı, sadece kaçmaya odaklandık. Sahi, biz kimden kaçıyorduk anne?” diye yazdığında kızıyorsunuz.
Kızmayın ve dinleyin.
“Sen değiştin, savruldun, davayı terk ettin” diye çıkıştığınız kimseler, tecrübesizlikle “yok ben aynıyım, sen savruldun” şeklinde mukabele etmiş olabilir ama artık senin gerçekten hiç değişmediğini, hep orada bir yere angaje olmak için hevesle beklediğini biraz geç de olsa fark etti. Dünün tecrübesizliği ile Çiller’i, Susurluk’u, adaletten ayrılmayacağımız yeminini, katı devletçilikle mücadele ettiğimizi, 28 Şubat ruhuna karşı olan direncimizi kaçarken yolda düşürmüş olabiliriz ancak bugün bu kadar tecrübe sahibi olmuşken, üstelik kaçmaya da gerek yokken bir şeyleri kaçarken düşürdüğümüz şeklinde bir bahaneye sarılma ihtimalimiz yok. O yüzden “kaçın, kaçın geliyorlar!” diye bağırdığınızda, kaçmak yerine dönüp de “kimden, niye kaçıyoruz?” diye sorulmasına da şaşırmayın lütfen.