Türkiye akademisinden gelen sesler bir süredir hiç hoş değil. Beyin göçü var. İfade özgürlüğünün dibe vurması var. Liyakat denilen şeyin kökünün kuru(tul)ması var. İntihaller ve sahte yayınlar gırla. Yalakalık yaptıktan sonra rektörlük kapmak ile tapu kadastroda iş bulmak arasında fazla fark yok. Mutlak ve kurak bir taşralaşma göze çarpıyor. Bir kurum olarak üniversite gerçekten bir mevta gibi duruyor. Cenazesi Boğaziçi’nde kaldırılmak isteniyor. Orada eski bir kurumun ve kültürün sembolik direnişinde yiten bir şeyin son çırpınışları var—gibi.
Çünkü üniversite tamamen siyasete tabi hale gelip parti arpalığına dönüştü. Hükümet ile üniversite arasındaki ilişkiyi keyfi olmaktan çıkaran o varsaydığımız liyakat filtresi tamamen devre dışı kalmış görünüyor. Yani üniversite, kurumsal özerklik ve liyakat açısından bir saldırı altında denebilir. Mesela nitelikli bir kurum olan Şehir Üniversitesi’nin boğazlanarak katledilmesinin, elit bir üniversite olan Boğaziçi’nin bürokratik nüfuz ile fethinin üniversite özerkliği veya akademik özgürlük gibi meselelerden daha derin yapısal bir sebebi olabilir mi? Bence evet.
Türkiye’de bilinen o klasik anlamdaki pek azı liberal olan ama tamamında bürokratik bir kasvet olsa da az buçuk özerk gibi duran üniversitelerin yerinde yeller esiyor. Üniversitenin ne olduğu, ne işe yaradığı konusu ayrı bir konu. Zira, bu üniversitelerin çoğunun insanları meşgul tutmak ve onlara mezuniyet payesi vermek dışında fazla bir fonksiyonu yoktu. Mesela üniversite ile üretim arasında bir ilişki oluşmamıştı. Bazı meslekler hariç eğitim ile meslek arasında da bir ilişki yoktu. Eğitim bir ihtiyaca binaen değil, bir sembolik sermaye olarak tüketiliyordu. Bir zamanlar “mühendislik” diye Ziraat Mühendisliği okuyup ama baştan zaten ziraatle asla uğraşmayacağını bilen ve hedefi memurluğa kapağı atmak olan insan profili bunun bir örneğidir. Bir sürü branş için üniversitelerin işleyiş mantığının ihtiyaçlar ve meslekler ile ilgisi yoktu. Eğitimliler sınıfında yeralabilmek için eğitim alıyordu insanlar. Bunu “liberal arts” eğitimi adı altında idealize etmek de mümkün değil. İyi üniversitelerden mezun olanların sahip oldukları bilgi çoğu kez ya yurtdışında başkasına ya da yurtiçinde içeriyle ilgisiz olarak tüketiliyordu. Peki üniversite Türkiye’de yok mu oldu yoksa ölümden sonra başka bir hayata mı başladı? Türkiye’de yeni üniversite nedir ve üniversite yeni hayatına nerede devam ediyor?
Türkiye’de son yıllarda yaşanan bir keskin rasyonelleşme süreci var. (Buna bir demokratikleşme veya çoğunlukçu despotism de eklenebilir). Bu pek çok kulağa ters gelecek birşey. Ne rasyonelleşmesi diyecekler? Bunların yaptığı herşey irrasyonel diyecekler. Ancak bunlar rasyonelleşmeyi anlamamaktan kaynaklanan tepkilerdir. Rasyonelleşme, herşeyin bir şeye tabi olmasıdır. Herşeyin bir merkeze veya çizgiye göre hizalanmasına rasyonelleşme diyoruz. Gördüğünüz gibi bu tanımda herhangi bir felsefi doğru veya kültürel içerik yok. Mesela matematikte o merkez, 0 ile 1 arasındaki mesafedir (birim). Bu mesafenin kendisi keyfidir, sadece kendidir. 1 ile 2 arasındaki mesafenin 0 ile 1 arasındaki mesafeyle aynı olmasına yani o ilk mesafeye göre terbiye edilmesine (disiplin, inzibat) rasyonelleşme diyoruz. Rasyonelleşme ile özgürlük arasında bir ilişki yoktur. Mesela Kuzey Kore ordusundaki intizam ve dakiklik bir rasyonelleşmenin yansımasıdır. Aynı şekilde piramitleri inşa eden birikim yahut uzay mekiğini yapan mühendislik de bir rasyonelleşmenin neticesidir.
Peki bir toplumda rasyonelleşme ne anlama geliyor? Rasyonelleşme bir toplumun bütün gözeneklerinin bir referansa göre fethedilmesidir, aynı dil’in konuşulmasıdır. Bu referans bir devlet başkanının keyfi bile olabilir. Bunu iki şekilde okumak mümkün: Bir merkez’in, dışındaki herşeye nüfuzu. Bu, tarifi ve anlaması daha kolay olan versiyon. Diğeri ise bir toplumdaki bütün parçaların ortak bir sinyalizasyona, yekpare bir sinir sistemine sahip olacak şekilde entegre edilip merkezi otoritenin nüfuzuna açık hale getirilmesi. Rasyonelleşmede görüldüğü gibi sadece hakimiyet değil aynı zamanda nüfuz önemlidir (nüfuz burada ‘influence’ anlamında değil ‘penetration’ anlamında).
Türkiye’de üniversite’nin sonunu işte bu rasyonelleşme getiriyor. Boğaziçi’ndeki değerli hocalar işte bu rasyonelleşmeye karşı direniyorlar. Makro ölçekte baktığımızda bu eski seçkinler yeni organik modernleşmeye karşı direniyorlar. Avrupa’da bir zamanlar mutlak monarşilerde tecrübe edilen merkezileşme bu rasyonelleşme ile aynı şey idi. Rasyonelleşme bir tevhid operasyonudur. Bugün üniversitede yaşanan eşzamanlı iki süreç var: Üniversitenin eski elitlere göre kurulu kültürünün ölüme terkedilmesi ve bürokratik olarak yeni merkeze tabi hale getirilmesi. Bu bir tevhid-i tedrisat çalışmasıdır. Bu kez mektep ve medrese buluşturulmuyor; toplumun (algılanan, yenilenen) duygu ve ihtiyaçlarına cevap vermeyen kurumların bürokratik tasfiye veya istilası sözkonusu. İsteyen buna kültürel hegemonya kavgası diyebilir. Eski üniversite bu yüzden metruk bir memur ya da taraftar besleme bahanesi olarak hayatına devam ediyor. Siyasi hakimiyeti, sivil toplum veya bilimsel dokunulmazlıkla tahkim eden bir sübvansiyon aracı, bir troll çiftliği o.
Peki üniversite nerede yaşıyor ve yaşatılıyor? Bugün Türkiye’de gerçek üniversite savunma sanayiine göç etti veya orada yeniden doğuyor. Gerçek üniversite bu şirketlerin mühendislik çalışmalarında yaşıyor ve yaşanıyor. Devasa beşeri kaynaklarına rağmen taklitçi ideolojik bozuklukla orjinal birşey üretemeyen eski Türkiye’nin üniversitesi pert olurken, yeni Türkiye ilk kez “amaçlı” bir öğrenme, araştırma/geliştirme niteliğini kazanan yeni üniversitesini doğuruyor. Amaçlılık organik bir öğrenme ve bilgi üretimi demektir. Türkiye’nin askeri-endüstriyel kompleksi/kurumları birer üniversite. Doğrudan devlet desteği ve koruması altındaki bu şirket-üniversiteler hayatla temas içinde ve küresel (kapitalist pazarda) rekabet içinde üretim yapıyor. Ve ilk kez bir toplum iftihar edebileceği bir teknik başarı gösteriyor. Drone teknolojisi eski Türkiye’de de belki teknik olarak yapılabilirdi ama politik olarak ayağa kaldırılamazdı. Nedeni bu organikliğin/yerliliğin yokluğu idi. Şüphesiz rasyonelleşme verimlilik ve etkililik anlamına gelir ama illa özgürlük anlamına gelmez. Bu ‘araçsal’ rasyonalitenin şerrinden özgün ve eleştirel düşünceye sığınmak isteyenlerin öncelikle yerlilikle barışması gerekiyor. Bu rasyonaliteye özgürlüğün ama yine organik bir şekilde enjekte edilmesi ise bir sonraki meydan okuma.