Önceki yazım İtalyan yazar Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’ne dairdi. Yazıyı bitirirken orada sorduğum sorulardan hareketle bu konuya devam edeceğimi söylemiştim.
O yazının üzerinden, kendime başlangıçta biçtiğimden daha uzun bir zaman geçti ve aslında daha o yazıyı yazarken aklımda olan şeyleri yazmaya başlamamı “bir şey” böyle uzunca engelleyip durdu.
Sanırım o şey, aklımdaki o cevaplara karşı, onlar üzerine düşündükçe oluşan belli belirsiz bir güvensizlikti.
O cevaplardan yeterince emin olmadığımı hissettim.
Derken, daha da düşündükçe, aslında sadece o cevapların değil, sorduğum o sorunun da eksik olabileceğinden kuşku duymaya başladım.
Şunu sormuştum:
“Buzzati, bekleyişi, bekleyişin anlamsızlığını, bekleyiş uğruna tüketilen bir hayatı ve yabancılaşmayı anlatmak için neden görece daha iyi bilmesini bekleyebileceğimiz bir flaneur’ü, bir doktoru, bir işçiyi, bir avukatı değil de bir subayı, Teğmen Drogo’yu seçmişti? Bazı küçük hesaplar yüzünden yaşamlarını istedikleri gibi süremeyen insanların trajedisini anlatmak isteyen bu sosyalist yazar, neden dekor olarak bir fabrikayı, kahraman olarak da bir işçiyi değil de sınır kalesindeki bir subayı seçmişti bu hikâye için?”
Bu önemli bir soruydu ama romanla ilgili sorulması gereken esas ve büyük soru gerçekten de bu mu olmalıydı?
Yoksa başka bir şey mi?
Bu romanı esas önemli kılan, neydi?
Bu soruları bana sordurtan temel bilgi şuydu: Romanın yazarı Dino Buzzati bir asker değildi ve bu bakımdan, Corriere della Sera’nın emektarı bu gazetecinin, romanda anlattığı askeri yaşam ayrıntılarına bu denli vakıf olması fazlasıyla şaşırtıcıydı.
Gerçekten Buzzati, her nasılsa, ancak Harp Okulundan yeni mezun olmuş bir teğmenin ve/veya yaşamını o Bastiani kalesinin şıp şıp damlayan kalorifer borularından gelen sesle tüketmiş bir subayın beyninin ve derisinin içinden geçenleri yazmıştı.
Bu sorunun hala büyük ve önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Buzzati bir asker olmamasına rağmen askerlik mesleğinin dünyanın çoğu ordusunda neredeyse ortak özüne dair bir şeyleri sezmiş, o çekirdekteki zara dokunmuş, onu parmağıyla itekleyerek onunla oynamış ve o zarda bir parmak izi oyuğu bırakmış gibiydi.
Ama sadece bu kadar değildi.
Düşünmeyi ilerlettikçe, anlatımındaki tüm basitliğine rağmen, ve belki tam da o kasıtlı basitlik nedeniyle, çoğu okuyucunun sormayı aklından geçirmediği daha büyük ve önemli bir edebî başarının varlığı belirdi zihnimde. Bu, romancı Buzzati’nin başarısıydı:
Buzzati Harp Okulundan yeni mezun olmuş bir subayın, Giovanni Drogo’nun, görev aşkıyla dopdolu olmasını bekleyebileceğimiz o taptazecik teğmenin, ilk görev yeri olan sınır kalesine varır varmaz oradan ayrılmak istediğini söylüyordu bize! Bunu şaşırtıcı bir doğallıkla söylüyordu.
Üstelik Teğmen Drogo herhangi bir ordunun herhangi bir teğmeni de değildi.
Buzzati’nin anlattığı teğmen, faşist Mussolini İtalyası’nın, kudretli Duce’nin ordusunun bir teğmeni idi.
Gerçi romanda zaman ve mekân belli değildi, olayın İtalya’da geçtiğine dair tek somut bilgi romandaki isimlerin İtalyanca olması idi; Giovanni de, Bastiani de İtalyan isimleriydi mesela.
Ama bunlar dışında, romanın İtalya’da geçtiğine dair somur kanıtlar yoktu. Kuzey’de İsviçre değil de Kuzey Krallığı ve Tatar Çölü vardı mesela.
Ama bunları bir yana bırakırsak roman gerçekte İtalya’da yazılıyordu ve yıllardan 1939’du. Ve tekrar etmek gerekirse, Buzzati’nin anlattığı teğmen, faşist Mussolini İtalyası’nın bir subayı idi!
O zaman, galiba, daha büyük bir soru sormalıydık:
Buzzati, nasıl olmuştu da, faşizmin doruk yıllarında, İtalyan ordusunun bir teğmeninin görevden kaçmayı, ya da hafifletelim, kaçınmayı düşündüğü böyle bir roman yazabilmiş, böyle bir şey yazmaya nasıl cesaret edebilmişti?
Galiba not etmemiz gereken esas soru, derin politik çağrışımları olan bu büyük soruydu.
Ardından da, dikkatlerimizi şu taliymiş gibi gözüken önemli şeye yöneltmeliydik galiba:
Teğmen Drogo Kale’den, o ilk görev yerinden, neden ayrılmak istiyordu? Bu neden tam olarak ne idi ve bu nedende politik bir şey var mıydı?
Okuyucuları, eğer roman üzerine çok düşünmemişlerse, çok aşikarmış gibi görünen bu sorunun cevabını romanda zorlukla bulabileceklerdir.
Romancının ustalığı da buradaydı; Buzzati bize çok aşikârmış gibi gelen bir şey söylüyordu ama o şeyin nedenleri romanları aynı açıklıkta yer almıyordu.
Gerçekten de yazar, teğmen Drogo’nun kaleden neden ayrılmak istediğini bize açıkça göstermiyordu. Biz bir sezgi düzeyinde Drogo’nun o Kale’den mutlaka ayrılması gerektiğine kesinkes inanıyor, bu gerekliliği insanca hissediyorduk.
Hatta öyle inanıyorduk ki ona uzaktan bağırarak seslenmek istiyorduk: “Drogo, gitme, kaç kurtul oradan! Öptüğün o kadına ve kente dön!”
Buzzati bunu yaparken, Teğmen Drogo’nun bu “kaçış teşebbüsü”nü yüksek politik ideallere de dayandırmıyordu.
Peki o zaman Drogo o kaleden neden kesinkes ayrılmalıydı? Okuyucular olarak biz buna nasıl, hangi nedene dayanarak ikna oluyorduk?
Böyle bir kurguyu yazmış olmakla başına zaten yeterince büyük bir bela almış olan Buzzati, fazladan politik şeyler söyleyerek başını iyice belaya sokmaktan akıllıca ve haklı olarak kaçınmak istemişti bence.
Ama Buzzati bunu ikame edecek başka bir şey yapmış ve başka bir düzlemde, belki şairane diyeceğimiz bir düzlemde, söylemek istediklerini bize çoğunlukla metaforlar üzerinden olmak üzere, söylemiş ve bizi ustalıkla ikna etmişti.
Drogo’nun annesinin evi de, annesinin evinin bulunduğu, ışıklarını özlediği kent de, Bastiani Kalesi de, o ne olduğu belirsiz Kuzey Krallığı da ve sisler, buğular, dumanlar içindeki Tatar Çölü de birer metafordu.
Ve bence Buzzati romanını esas olarak bir özgürlük uzamı olarak kent, ve Ervin Goffmann’ın adlandırmasıyla “total kurum”unun tam bir sembolü olarak Bastiani kalesi karşıtlığı üzerinden kurmuştu.
Teğmen Drogo’nun Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere yola çıktığı yer herhangi bir boşluk değil, bir Kent/Polis idi ve öyle ki, roman kendini daha ilk cümlesiyle bu karşıtlık üzerinden açıyordu:
“Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir eylül sabahı terk etti.”
Teğmen Drogo, bir özgürlük imkanı olarak kent’i/polis’i terk etmiş, ve bir totaliter uzam olarak Bastiani Kalesi’ne doğru yol almıştı.
Ve Buzzati’nin bence Drogo’ya biçtiği saik, Kent’ten ilham alan, Kent’le ilişkili, politik değil ama o politik olana da itki verme potansiyeli olan bir “dünya sevgisi,” bir “Amor Mundi” idi.
Terk ettiği Kent dünya sevgisini, Amor Mundi’yi, atandığı görev ise, ne uğruna olursa olsun, dünyayı hakir görmeyi, Contemptus Mundi’yi temsil ediyordu.*
Bu zorlu denklemde başına neler geleceğini nasıl tercih ettiğine ve hayal kırıklığıyla sonuçlanan kararlarına bir sonraki yazımda değineceğim.
*Zihnime bunu düşürdüğü için, İnsanlık Durumu isimli kitabına evvela Amor Mundi ismini vermeyi düşünen büyüleyici kadın Hannah Arendt’e, sonra da onu bize açan Fatmagül Berktay hocaya ve onun kitabı “Dünyayı Bugünde Sevmek’e (Metis) teşekkür borçluyum.