Türk dış politikasındaki istikrarsızlık ve yön bulmakta karşılaşılan güçlük hakkında ben dahil birçok yorumcu sık sık yazılar yazmaktadır. Denge politikası adı altında Doğu ile Batı arasında, Rusya ile Ukrayna arasında gidip geliniyor, tam ne istendiğinin belli olmadığı bir çalkantı içinde yuvarlanıp gidiliyor. Ancak son zamanlarda meydana gelen bazı gelişmeler iktidarın yüzünü artık net bir şekilde Rusya’ya çevirdiğini göstermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz 15-16 Eylül tarihlerinde Semerkant’ta yapılan Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısına katılması sonrasında Rusya’dan ve Çin’den beklediğini bulamadığı; Türkiye’nin Uygur mezalimindeki bilinen tavrına rağmen Çin lideri Şi Jinping ile yaptığı ikili görüşmede, Çin’in kendi ekonomik sıkıntıları karşısında Türkiye’ye parasal yardım ve yatırımda bulunmayacağının anlaşıldığı; iktidarın bundan hayal kırıklığı duyduğu; Rusya’nın da Ukrayna savaşının kendisi için iyi gitmemesi neticesinde Türkiye için ekonomik bir nefes borusu teşkil edemeyeceğinin belli olduğu ve bu nedenlerle iktidarın tekrar Batıya yönelebileceği söylenmişti.
Ekim başında Prag’da yapılan Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) zirvesi Batı ile yeni köprüler kurmak, özellikle Batılı liderlerinin Türk-Yunan sorunlarında ve Kıbrıs konusunda sadece o iki ülkenin liderlerinin görüşleriyle sınırlı kalmayıp Türkiye’nin görüşlerini de en yüksek düzeyden duymaları için bir fırsat teşkil ediyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan ayak üstü ve protokoler temaslar dışında hiçbir Batılı liderle kapsamlı görüşmede bulunmayı tercih etmemiş, kısa bir tevakkuftan sonra Prag’dan ayrılmıştır. Yabancı basına akseden tek Batılı ülke görüşmesi ise AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen ile buluşması ve orada Rusya’ya uygulanan yaptırımların Türkiye üzerinden delinmemesi konusunda kendisine iletilen uyarı olmuştur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu görüşmeye Türk basınında rastlamadım.
Aslında AST zirvesinden önce meydana gelen iki gelişme iktidarın Batı ile yeni sayfa açma niyeti olmadığını gayet açık bir şekilde göstermiştir.
Bu gelişmelerin ilki Libya’daki Trablus yönetimi ile yapılan ancak ayrıntısı mevcut olmayan hidrokarbon araştırmaları anlaşması olmuştur. Anlaşma sadece Libya karasularını kapsamış olsaydı, buna belki Bingazi’de konuşlu diğer yönetim ve onun kontrolündeki parlamento dışında kimse itiraz etmeyebilirdi. Oysa imzalanan mutabakat muhtırası Libya karasularının çok ötesine giderek 2019 yılında iki taraf arasında imzalanan ve Libya Parlamentosu tarafından onaylanmadığı için geçerli olmayan, Girit’in güneyindeki deniz alanlarını tek taraflı olarak Türkiye’ye veren anlaşmaya dayanarak yapılmıştır. Trablus yönetimi bu alanların Türkiye’ye ait olduğunu yeni mutabakat muhtırası ile yeniden kabul etmiş oldu ancak bu muhtıra birçok tepkiye yol açtı. İlk önce Bingazi yönetimi, Aralık 2021’de yapılması gereken ancak şartlar el vermediği için süresiz ertelenen seçimler yapılmadığından Trablus yönetiminin yeni anlaşma yapmaya yetkili olmadığı görüşünü açıklamıştır. Zaten Trablus’ta konunun sorumlusu olan bakan muhtırayı imzalamadığı veya imzalamak istemediği için başka bir bakan bu görevi üstlenmiştir.
Tahmin edilebileceği üzere tepkiler bununla kalmamış, Yunanistan, arkasından Fransa, AB ve hatta ABD buna karşı çıkmışlardır. Bu tepkiler ile, Türkiye ile Yunanistan arasında deniz alanları ortak bir mutabakatla paylaşılmadığı sürece tek taraflı bir tasarrufun kabul edilemeyeceği, üstelik bu tasarrufun deniz hukuku kurallarına uygun olmadığı gibi görüşler öne sürülmüştür. Yunanistan boş durmamış, Türkiye’nin dışlandığı Akdeniz Gaz Forumunun başlıca üyesi Mısır’ı da arkasına almıştır. Mısır ile danışılmadan yapıldığı anlaşılan mutabakat muhtırası, birkaç ay önce gündemde olan Mısır’la ilişkilerin normalleştirilmesi teşebbüsünden de vazgeçildiğine işaret etmektedir.
Neticede, bu mutabakat muhtırasına işlerlik kazandırmak imkânsız gibidir. Hiçbir ciddi şirket bu ölçüde tartışmalı bir alanda araştırmada bulunmak için petrol ve gaz fiyatlarının yükseldiği dönemde dahi yatırım yapmayacaktır. Türkiye’nin de tek başına araştırmada bulunma ve olası kaynakları işletmenin gerektirdiği teknik imkânlara sahip olduğu şüphelidir. İşin ilginci, Libya muhtırasının büyük masraflarla tedarik edilen “Sultan Abdülhamit Han” araştırma gemisi gelecek tepkilerden kaçınıldığı için Antalya körfezinden dışarı çıkmadığı bir ortamda imzalanmış olmasıdır. Kâğıt üzerinde kalacak anlaşmalara tepkinin sınırlı olacağı, daha önce görüldüğü üzere tartışmalı sulara girilince yaptırımların gündeme geldiği hatırlanmıştır muhtemelen.
O halde bu muhtıranın neden imzalandığı sorusu akla geliyor. Bunun iç politika saikiyle imzalandığı, meşruiyeti tartışmalı dahi olsa Libya’daki taraflardan biriyle yapılan bir anlaşmanın Türk tezlerinin en az bir ülke tarafından desteklendiği görüntüsü vereceğinin düşünüldüğü açıktır. Ancak kamuoyunun bundan çok etkilendiğini ve iktidara bu muhtıradan dolayı puan verdiği söylenemez. Halkın ekonomik sıkıntılar içinde boğuştuğu mevcut ortamda getirisi sembolikten öteye geçmeyen bu anlaşmayı alkışlaması çok fazla beklenemezdi zaten.
Mutabakat muhtırasının Yunanistan ile ağız dalaşının tonunun yükseldiği ve savaş davullarının her gün bir kısım medyada çalındığı bir sırada yapılmış olması tabii ki tesadüf değildir. Ancak Türk tezinin Trablus yönetimi tarafından kabul edilmesi, bunun genel geçerlilik görmesi için yeterli değildir. Özellikle Batıdan gelecek tepkilerin ağır olacağının belli olmasına karşın Batı ile ilişkileri normalleştirmek için gayret harcanmadığı açıktır. Bununla birlikte Milli Savunma Bakanının Yunan karşıtı ile Brüksel’de yaptığı görüşmede alışılmışın aksine atışma meydana gelmemiş olması, iktidarın Yunanistan’la ilişkilerin tamamen raydan çıkmasını da istemediğinin işaretidir belki.
Libya mutabakatıyla aşağı yukarı aynı zamanda Kıbrıs ile ilgili olarak meydana gelen önemli bir gelişme Batı ile ilişkilerde normalleşme arzusunun olmadığını teyit etmektedir. KKTC Cumhurbaşkanı 1964 yılından bu yana konuşlu Birleşmiş Milletler Barış Gücünün BM ile KKTC arasında ikili bir anlaşma yapılmadığı takdirde KKTC topraklarına girmesine izin verilmeyeceğini açıklamıştır. Bu amaçla BM’ye birkaç haftalık bir süre verilmiştir.
Oysa bilindiği üzere, KKTC’yi bağımsız ülke olarak tanıyan Türkiye dışında hiçbir ülke yoktur. BM başta olmak üzere tüm dünya için Kıbrıs’taki tek meşru hükümet bizim Rum Yönetimi olarak adlandırdığımız Kıbrıs Cumhuriyetidir. BM Güvenlik Konseyi KKTC’nin 1983 yılında ilanından sadece birkaç gün sonra tanınmaması çağrısında bulunmuş ve bu çağrıya tüm dünya o tarihten bu yana istisnasız uymuştur.
Dolayısıyla BM Barış Gücünün her altı ayda bir yenilenen görev süresinin Rum tarafından alınan rıza ile mümkün olduğu ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında açıklanmaktadır. Bu durum, 1964’ten bu yana böyle olup, ne 1974 Barış Harekâtı, ne de 1983’te KKTC’nin ilanı bunu değiştirmiştir.
Son iki yıl içinde Türkiye ve KKTC BM’nin kırk yılı aşkın bir süredir takip ettiği ve iki toplumu tek bir devlet çatısı altında yaşatmayı hedefleyen yapıyı terk ederek, KKTC’nin başta Rumlar olmak üzere tüm uluslararası toplum tarafından bağımsız bir ülke olarak tanınmasında ısrar etmişler ve bağımsızlık tanınmadan çözümün mümkün olamayacağını, hatta Rumlar ve BM ile masaya oturulmayacağını açıklamışlardır. Ancak geçen süre zarfında Azerbaycan dahil hiçbir ülkenin bu tanımayı gerçekleştirmediği malumdur. Meydana gelen tek dikkate değer gelişme, Rusya’nın Lefkoşa’nın Türk kesiminde bir ofis açacağı ve daha önemlisi Ercan havaalanına direkt uçuşlar başlatacağı yolunda basında yer alan haberler olmuştur. Direkt uçuşlar gerçekleşirse bu gerçekten önemli bir gelişme teşkil edecektir, çünkü bilindiği gibi Ercan havaalanı Rum yönetimi tarafından yasak sayılmaktadır. Hiçbir yabancı uçak Ercan’a inememektedir. Rusya ile Rumlar arasındaki sıcak ilişki göz önünde tutulduğunda uçuşların başlaması bu nedenle gerçekten önemli bir gelişme olur. Bunun mümkün olup olmayacağını önümüzdeki haftalarda göreceğiz. Mümkün olursa, seçim öncesinde Putin’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gittikçe daha belirgin olan desteğinin önemli bir işareti olacağı açıktır.
Barış Gücü konusuna gelince, öyle anlaşılıyor ki muhtemelen yaklaşan seçimlerin de etkisiyle bir adım daha ileriye gitmek kararlaştırılmış ve BM’den KKTC’yi tanıması formülü öne sürülmüştür. İstendiği şekilde BM’nin KKTC’yi bağımsız devlet olarak tanıması ihtimali yok gibidir. BM diplomasisi öteden beri ara formüller bulmakta epey mahirdir. Önümüzdeki haftalarda sorunun aşılmasını sağlayacak, KKTC’yi tanımaya yol açmayan ancak Türkiye’yi tatmin edecek ve tanındığının iddia edilmesini sağlayacak bir çeşit ara formül bulunması imkânsız değildir. Tanımadan tanıma olarak adlandırılacak bir formül diyebiliriz belki buna. Tabii böyle bir formülün sadece KKTC ve Türkiye için değil, karşı taraf için de kabul edilebilir olması gerekir.
Ancak, böyle bir formül bulunmaz ve KKTC makamları ile TSK Barış Gücünün Kuzeye geçmesini engellerse yeni bir krizin ortaya çıkması beklenmelidir. BM Güvenlik Konseyi toplanır, Barış Gücünün görev süresi ile ilgili sayısız kararlar hatırlatılır, gerek Türkiye gerek Kıbrıs Türk toplumunu eleştiren bir karar kabul edilir. Rusya’nın böyle bir kararı veto etmeye kadar gideceği şüphelidir.
İktidarın böyle bir durumdan hoşnutsuz olacağını söylemek mümkün değildir. Son zamanlarda iyice alevlenmiş Batı düşmanlığı, yalnızlığın erdemi gibi söylemler muhakkak ki böyle bir durumdan çok yararlanacaktır. Seçim öncesinde tüm dünyaya meydan okuyan iktidar imajı belki bazı medyayı ve gazeteleri memnun edebilir, ancak kimsenin karnını doyurmayacağı açıktır.
Ve tabii 20 yıl önce Kıbrıs’ta bir adım önde olacağız söyleminden şimdiki duruma gelinmesi gerçekten üzücüdür. Gerçi o tarihlerdeki hataların sorumlusu bugünkü iktidar değil, öncekilerdir. Tersine şimdiki iktidar geç kalmakla beraber olumlu adımlar atmıştır, bu adımlar geç atıldıkları için arzu edilen semereyi vermemiştir. Yine de o noktadan bugünküne gelinmiş olması üzücüdür. Bütün bu gelişmeler, iktidarın AB’yi önemsemediğinin görmezlikten gelinemeyecek kanıtlarıdır. Buna karşılık tüm medeni dünyanın aforoz ettiği Rusya Federasyonu Başkanı Putin ile birkaç haftada bir görüşme yapmak suretiyle onunla en çok görüşen lider unvanını kazanmışa benzer Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu da başka bazı yorumcuların da dile getirdiği gibi zaman geçtikçe iktidarın Ukrayna savaşının başında benimsediği az çok tarafsız politikayı terk ederek gittikçe seçim döneminde maddi çıkar beklediği Rusya’ya doğru belirgin bir şekilde yöneldiğinin işareti sayılmalıdır. Buradaki amaç da besbelli seçimlerden önce Putin’den güçlü maddi destek almaktır. Putin’in de tercihini Erdoğan’dan yana kullandığı ve onu kazandırmak için elini cebini sokmaya hazır olduğu anlaşılmaktadır.