Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIFilm düzeltmenliği

Film düzeltmenliği

“Düzeltme şart!” da… “İcapsız düzeltmecilik” diyebileceğim bir patoloji var. O mevzuya film eleştirmenliğinin eğri, kırık bir dalı olarak -tabiri caizse- “film düzeltmenliği”yle değinmeye çalışacağım. Nuri Bilge Ceylan filmleri bir bakıma öyle münasebetsizliklerin de yarıştığı geleneksel “eleştiri”, “yağdırma” festivali. Her filminde saklı ya da potansiyel bir “Ben olsaydım mesela” sendromu… Hem de “gölgelerin gücü adına güç bende artık” tavrıyla.

Gazete bürolarında, matbaalarda dilbilgisi, dizgi, yazım yanlışlarını, anlam bozukluklarını düzelten musahhih (tashih eden), redaktör, düzeltmen kadrosuyla çalışanlar, bugün mesleki nostalji kapsamında. Değişen teknoloji bir yana… O süreçte işverenin her yıl tensikat (kadro düzenlemesi) adını verdiği kundaklamalarda, yangınlarda ilk çıkartılacak personel oldular.

O mesele, olduğu kadarıyla, yazı işlerine, editörlere, çoğu kez de maddi imkânsızlıklarla “Allah’a emanet” artık. Hattâ o namı kolayca alabilen internet gazeteciliğinin/haberciliğinin kimi örneklerinde, bazı televizyonlarda düzeltme, neredeyse abesle iştigal.

“Her boyayı boya(n)dık bi fıstıki yeşil mi kaldı?” deyip es geçen de vardır muhtemelen. Yanlış da yazsan anlaşılıyor nasıl olsa. “Haberi ‘halk, sokak diliyle’ yazarsan daha bi anlaşılır, sevilir. Zaten halk arasında bizim yazdığımız gibi biliniyor” diyen, mazeret üreten de olabilir.

Tekzip – “düzeltme ve özür”

Bunda iktidarın da payı büyük, cari piyasa “değer”i etkili. Gerçek dışı haberlerde tekzip, “düzeltme ve özür” bile gazetecilik-habercilik ilkelerinden sayılmıyor. O kararı al(dır)mak, yayınlatmak da ayrı mesele. Sosyal medyada yanlışların “yorum”,  bir bakıma “anında düzeltme” imkânıyla herkese açılması ise daha önce pek olmayan bir fırsat belki. “Malumatfuruş”, “Teyit” gibi siteleri de hatırlatmak gerek.

İster gerçek dışı bir haber, bilgi olsun, ister bir harf, kelime, cümle… Her zeminde yanlışı düzeltmek öğrenmenin, hayatın gereklerinden. Ortaya, dile, yazıya dökülen kelimelerin yazımı, dil bilgisi, hatta dilin özellikle öne çıktığı mecralarda telaffuzu yangın yerine dönmüşse… Ve yanan aynı zamanda kelime haznesiyse, dilse… Mesele “O kelime, o ek öyle yazılmaz”dan, hızla “Kullandığın kelime o mânâya gelmez”e evrildiyse “Düzeltme şart!” tabii. Heyhat onu da “Eğitim şart!”ın türbesinde unutabiliyoruz.  

“Düzeltmecilik”in patolojik hâli

Lâkin onun da arızalı seyirleri, “icapsız düzeltmecilik” diyebileceğim bir patolojisi var: Her şeyi keyfine-kafasına, kendi doğrusuna göre “bildiği, istediği gibi” düzenleme çabası… Sendromları arasında kendine benzetme hevesi, “düzeltme”lerinde, söyleminde sık sık “Ben olsaydım mesela…” da göze çarpıyor.

Vasattan, harcıâlem beğeni/düşünce kalıplarından “eleştirmen”liğe sıçrayan, hatta ezberiyle o yolda rütbe alan temsilcilerine bile alıştık. Yaklaşımın, “değerlendirmen”, “düzeltmen” kendi beğeninin, tercihinin, ezberinin sınırlarını fütursuzca aşıp “eleştirmen”, “bir bilen” sınıfına davetsiz dalabiliyorsa amatör ehliyet de gerekmiyor.

Hele ki fahri diplomayı/ehliyeti kolay, ekranlardaki yüzgörünümlüğünden verebilen efkâr-ı umûmiyede o alandaki seri üretiminle, popülerliğinle, sözlü-yazılı gevezeliğinle, “cengâverliğin”le de tanınıyor, anılıyorsan.

Örneklerini, her konuda “ehil” TV yorumcularını, her konuya “vakıf” umumi bilimcilerini filan hatırlatmaya bile gerek yok. Askeri vesayetten sayılmasa da “erkanı harbiye”nin ekranlarda tüm bilim dallarına her mevzuda vekaletini, popüler markalarını bile görüyoruz. Her meseleyi son ütücü gibi düzlüyorlar, düzeltiyorlar.

Arzudan ihtirasa dönüşürse…

Eleştirme/“düzeltme” arzusunun, ihtirasa dönüştüğü örneklere gelince, bizzat yaşadığım bir “hikâye”yi hiç unutamıyorum. Hacettepe’de akademisyenlik yıllarımda doktora derslerimden bir kısmını felsefe, psikoloji, sosyal antropoloji, PDR gibi başka bölümlerden almıştım. Birkaçı o dönem açılan ders yelpazesinde gereken krediyi tamamlayabilmek içindi.

Doktora yeterlilik sınavı öncesinde derslerin değerlendirilmesinde kapsamlı “paper”lar, “final ödevleri” büyük önem taşıyordu o zamanlar. Adını vermek bugün gönlümden geçmiyor… Farklı bir bölümden dersini aldığım profesör hocamıza -özene bezene- cüsseli bir çalışma hazırladım.

Ödevim gelincik tarlası

Çalışmamı -eminim- dikkatle değerlendirdi ama hak ettiğimi umduğum A’yı alamadım. Notu duvarda asılı görünce bir sürü haklı nedeni olabileceğini düşünüyorsun tabii. Ötesi liseyi beş yılda ite kaka bitiren, derslerden Orta alınca yahut kurul kararıyla geçince çok sevinen, birkaç ders/hoca dışında müfredatı, teneffüsü, asması, piyasası dışında okulu neredeyse nefretle anan bir öğrenci için “B” nimetten.

Ama insan üniversitede en çok istediği ve ilk günden sevdiği bölümü kazanınca öyle buruklukları da oluyormuş meğer. Yurtdışı burs için de not ortalaması, transkript hayati. Hazırladığım kitapçık cirmindeki metni geri aldığımda bu “ihtiras”ımın pek de münasebetsiz olmadığını gördüm. Şaşırdım da…

Her sayfasını, hemen her cümlesini, kelimesini kırmızı keçeli kalemle çizmiş, yerine -kendi- “doğru”larını, tercihlerini balonlamıştı hocamız. Öyle ki Monet’nin “Gelincik Tarlası” tablosu yanında el kadar bahçe kalır. Dayanamamış, bölümümüzdeki hocalarımla da paylaşmıştım bu “vaka”yı.

“Öztürkçe” bazen huydur

Öncelikle kullandığım, dilimize de yerleşmiş tüm Arapça, Farsça, Osmanlıca, Latince vb. “yabancı” kelimeleri çizip, yerine Öztürkçelerini kondurmuştu. Öztürkçe öyle ferahfeza, bol keseden, kökü sağlam bir kelime hazinesi içeremediği, nüansı, hatta mânâyı o uğurda kolayca katledebildiği için de… Uysa da uymasa da “eski” kelimelerin yerine “yepyeni”lerini yerleştirmişti. Ödevin kapağına “Öztürkçeye çeviren” deyip adını yazsa tuhaf durmayacak.

“Kelime” dedim ama onları da çizip yanına “sözcük” yazmıştı elbet. Oysa dile, edebiyata meraklıydım; özenle seçtiğim, bazısını anlamını sorgulayarak kullandığım kelimeleri kendi payıma “söz”cük olarak görmüyordum. Onu daha çok kantinde kullanıyorduk sanıyorum.

Üstelik o kırmızıların arasında bir yazım yanlışı, imla hatası filan da pek göze çarpmıyor. İlk sayfalara baktığımda fazla sorun etmedim önce… Öztürkçe -özellikle bazı temsilcilerindeki inatçı, tavizsiz lâkin zorlama seyriyle- aynı zamanda “huy”dur, bana öyle gelir. Yeşilçam Öztürkçesinin (Öztürk Serengil) abidik gubidiklerini bile bazen dert edinmem.

Bilimtay’daki Eytişimsel Özdekçilik  

Sonra baktım… Kırmızı kaleminden uluslararası öğretiler, terimler, kavramlar filan da nasibini almış. Diyalektik Materyalizm “Eytişimsel Özdekçilik”olmuş,  akademi de “bilimtay” misal… (Bugün her kelimeye şevkle eklenen “sel-sal” öyle bir gayretin (yahut çaresizliğin) hevessel, özentisel mirası mı acaba?)

Neyse… “Onun da huyu böyleymiş” diye düşünürken… (Hocalar sadece ilmine göre değil huyuna suyuna göre de ayrılabiliyor öğrenciyken.) Bire bir, tırnak içinde aktardığım bazı alıntıların da düzeltildiğini görünce, doktoradan “doktorluk olma” safhasına geldiğimi hissettim. Mesele beni de aşmıştı zira. 

Şairin şiirini düzeltmek!

Hayatın edebiyata -karşılıklı- yansımasına dair bir örneğimde (bölüm başındaki epigrafında) -bence- yeri gelmiş, İlhan Berk’in bir şiirinden alıntı yapmıştım: “Her gün böyle gelip dünyadaki yerini alıyor. / ‘Zor olan, diyor, şiirin hayatını yaşamaktır. / Yazmak sonra gelir hep.”

Sevgili hocamız Berk’in “şiirin hayatını” kelimelerini de kırmızı kırmızı çizmiş, yanına “şairin hayatını” yazıp bir güzel düzeltmiş! Bu vahim “yanlış”ı, belki sahibine, İlhan Berk’e havale etmem gerekirdi ama… Akımdaşı Ece Ayhan’dan mülhem bir “Yort Savul” çeker diye, cesaret edemedim doğrusu. (¹)

Akla kara da karışıyor

Bırakın bire bir alıntıyı -hele ki edebiyatta- değiştirme, yazarın, şairin “tırnağını kesme” cüreti de… Türkiye’nin önemli şairlerinden birisinin dizelerine, “eser”ine kimbilir nasıl bir kuyumculukla yerleştirdiği “şiir”i bir çizikte “şair” yapması da… Belki “şiirin hayatı” vurgusunun onda “Şiirin hayatı mı olur, olsa olsa şairin hayatıdır bu” düşüncesini yaratması da… Vahimdir.

Sonradan, zaman geçince bazı haklı, üzerinde düşünülmesi gereken değerlendirmeleri de olduğunu gördüm. Hem dünya değişmiş-ben değişmiştim, hem de o günlerde belki kaynamıştı o gelincik tarlasında. O “paper” adı üstünde eleştiriye tümüyle açık, ötesi muhtaçtı elbette. Ama bu yolla, bu tarzla değil sanıyorum.

Öznesine göre vahimdir

Bu uzun anekdotumda asıl meramım “düzeltmecilik” diyebileceğim önlenemez, arızi bir hevesin/iştigalin bilhassa sanatta en münasebetsiz, yersiz ama inadına cüretkâr hâliyle boy göstermesi… O heves uydurma, anonim “şiir”lerin bile altına bir şairin (mesela sıklıkla Can Yücel’in) imzasının atılması küstahlığına, en masum haliyle özensizliğine bile varıyor malum. “Kendi adına”yı bırak, onun adına yazmak!

Bir roman, film için okurun/izleyicinin keyfi “Sonu keşke öyle bitmeseydi” cümlesini kurdurabilir kuşkusuz. Başroldeki kahramanın yerine sevdiği oyuncuyu koyup filmi kendi(ne) çevirebilir, filmi kırpıp kırpıp keyfine, gönlüne, de ki egosuna yıldız da yapabilir.

Değerlendirmelerindeki “Ben olsaydım…” çınlamasını bile hevesine verirsin. Hatta filmi öyle beğenmiş ki şahsına mal etmiş demen bile mümkün; iyi günündeysen. Ancak bunu bir yazar, fiili yahut “fahri/kendinde eleştirmen” -o postuyla- yapıyorsa, ifrat ve tefritin sisinde koşturup kendini kaybediyorsa vahimdir. Hele üslubu, dağarcığı, sermayesi, tarzı edepten uzak tepeden seyrediyorsa…

NBC’ye yağdırma festivali

“Düzeltmecilik” konusuna o “filmatik” patolojiyle, film eleştirmenliğinin eğri, kırık bir dalı olarak -tabiri caizse- “film düzeltmenliği”yle değinmeye çalışacağım. Nuri Bilge Ceylan filmleri bir bakıma böyle münasebetsizliklerin de yarıştığı geleneksel “eleştiri”, “yağdırma” festivali. Her yeni filminde saklı ya da potansiyel bir “Ben olsaydım mesela” sendromundan da söz edilebilir.

Son filmiyle ilgili ehliyetli-ehliyetsiz kimi yorumlara, “değerlendirme”lere baktığımda da bu savrulma az değil. Tamam, insan seyrettiği filme dair duygularını paylaşmakta elbette özgür. Ama bunu köşende, o niyetteki/doğrultudaki vitriniyle sosyal medya hesabında “bir film eleştirisi” kisvesiyle yapmak, yargılarına eleştiri süsü vermek, noktasını da “Doğrusu bu” diyerek koymak öyle değil. İnsana “gölgelerin gücü adına güç bende artık” narasını hatırlatıyor.

En çarpıcı örneklerinden birisini Hıncal Uluç’un “NBC değerlendirmeleri”nde, uzun uzun, gönülden “analiz”lerinde görmüştüm. Diğer filmleri de nasibini almıştı öyle salvolardan, o “huy”dan.

“Benim paramla, on para etmez“

“Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle ilgili değerlendirmelerinin birkaç cümlesini paylaşayım (²). O dönemde de Hürriyet’te iki ayrı yazımda, peş peşe değinmiştim. “Sinemasını sevmem” kaydıyla başladığı yazısının giriş paragrafında peşinen “Benim paramla, on para etmez” cümlesi…

Ardından bu cümleyi “yabancı bir seyircinin ‘İki cent eder’ lafının tercümesini yaparak” kullandığını vurguluyor. O demiyor(muş) yani. (Ancak Uluç’un “film eleştirileri” sık sık “Gitmeyin, paranıza yazık”la da noktalanabiliyor.) 

Filme dair “yabancı seyirci”nin lafı da yabana atılamaz tabii; medeni, kaliteli, incelikli, sinemaya-tiyatroya her gün giden adam. Bizim seyirci olsa neyse… “Yabancı” vurgusunun altındaki hissiyatı böyle konuşturmaya cüret ediyorsam pek de yersiz değil. “Film eleştirileri”nde sık sık onları referans alıyor, yazısının bir yerine “Batı’da, dünyada öyle”yi sıkıştırıyor. Sonunda kıssadan hissesi, tavsiyesi de oralardan bizim seyirciye, eleştirmenlere…

“Kesin atın, 20 dakikada anlatılır”

Uluç o “değerlendirme”nin ardından da filmde ağaçtan düşen elmaların yuvarlandığı, alayı, bombardımanıyla da “popüler” o sahneye geçiyor: Elmaların görüntüsü öyle uzun uzun verilmiş ki, elmanın peşinden gitse film 2.5 sene sürecek! O da yazısında uzun uzun elmaya yer veriyor, onu çekiştire çekiştire “ti”ye alıyor, o ayrı.

Sonra da film düzeltmenliği, hatta yönetmen koltuğuna oturuyor: “Ama bakın, sahne gereksiz.. Kesin atın, kimse fark etmez.. Yuvarlanan elma yerine, yokuş aşağı koşan bir kuzu koyun.. O da fark etmez.. Öyle bir sahne işte.. Ama 2.5 saatin iki saat 10 dakikası ‘Öyle bir sahne, işte’lerden oluşuyor.. Filmin hikayesini 20 dakikada anlatmak mümkün..Kendi gözüyle “öyle -lüzumsuz- sahneleri” sıralıyor ve koyuyor noktayı: “Sanıyorsunuz bir şey çıkacak.. Ordan da çıkmıyor.. Zaten film hep bir şey çıkmayan sahneler ve konuşmalarla dolu..”

Ceylan’ın diğer filmlerine dair de öyle huydan-sudan “eleştiri”leri çok. O pek sevip hatırlattığı elma göndermeleri de… Yazısının temelini attığı alaycılığından “entel eleştirmenler” de payını alıyor. “Ortada film diye bir şey var mı, o da tartışılır”, “Film değil işkence” bile ona serbest.

“Var”ı da “yok”u da eleştirmek

“Kuru Otlar Üstüne” filmiyle ilgili yazılara, eleştirilere de göz atığımda benzer salvolara, satır arasında o minvalden dokundurmalara rastladım: Gereksiz, anlamsız-anlaşılmaz, ülke sorunlarını önemsemeyen, bölgeyi bilmeyen/anlayamayan, apolitik, replikleri çok uzun, diyalogları çok fazla, sıradan-özensiz ya da abartılı, kötümser ötesi kötücül, gerçek dışı, inandırıcı olmayan ve elbette -gereksiz yere- çok uzun.

Bunların çoğunda kendinden, “Ben olsaydım”ın kıyısından yahut başka yönetmenden, filmden “mesela”larla film düzeltmenliği. Eleştirilerdeki nakaratlara gelince… “Bu niye var!” da ibadullah, “Bu niye yok!” da… Efendim filmin az biraz “politik mesajları” var da, niye adlı adınca, etraflıca ele alınmamış mesela!

“Filmdeki oyuncularda niye şive yok”u temel eleştiri yapana da rastladım. Ki aslında olur olmaz her filmde, dizide, skeçte, parodide taklidiyle dökülen, “mâlûm”una iki “komik”, ağızda yayılan, eğreti vurgusuyla etiketlenen şivelerin olması bence sorun.

Ceylan’ın röportajlarında bu tür eleştirilerin hemen hepsine açık, anlaşılır yanıtları var ama… “Düzeltmeci”nin tatmin olması -hatta onu okuması, sindirmesi- zor. “Ceylan’ın dünyası”na, kendi dünyasından referanslar, ezberlerle bakıyor. Ona yapılan “meslektaş eleştirileri”nin ayarı, niyeti bile bazı örneklerde -kolayca, pervasızca- kaçıyor.

“NBC eleştirisi”nin kolaylığı

Bütün bunlar bir bakıma “NBC eleştirisi”ni de kolaylaştırıyor, herkesi heveslendiriyor. “Sıkıldım, bunaldım, bu ne yahu!” de gerisi gelir nasıl olsa. Maalesef bazen okurken düşündüğün, açtığı pencereden, görüşünden yararlandığın değerlendirmeler, ufkunu açan eleştiriler de bu gürültünün, kakafoninin ortasında, karambolünde kalabiliyor. Bazısına o yargınla, o tereddütle, refleksle bakma yahut hiç bakmama riskinden de söz edilebilir belki. 

Laf ola beri gele eleştirilerin arasında “Son filmini seyretmedim, yarıda bıraktım ama…” ile başlayan “kritik”ler dahi var. Ceylan’ın bu yönüyle bile sinema sanatına, “sanat filmleri”ne katkısından bahsetmek mümkün.

“Dünyası” herkese çekiştirecek, sündürecek, alay edecek, öfkelenecek, konuşacak “malzeme”yi de veriyor. Anıyoruz, göbek adını, adını, soyadını pek karıştırmadan biliyoruz en azından. Gitmesek de, görmesek de, tınmasak, hatta reddetsek de o köy bizim köyümüz, kasabamız.

Nefsini Ceylan’la köreltmek

Netflix’le Nuri Bilge Ceylan sinemasının, öyle filmlerin evlere ulaşması önemli. Öyle mecralarda, “böylesine konuşulan” filmleri daha çok görmek dileğiyle… Yoksa düzeltmeciliğini, eleştirmeciliğini, taraf hatta düşman olmanın popüler zevkini Survivor’da, MasterChef’de, “günlük siyaset”te tatmin etmek, “nefsini öyle köreltmek” zorunda kalıyor insanlar.

(¹) Yazar Emine Sevgi Özdamar “Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur”da Ece Ayhan’la ilgili bir anısını da aktarıyor: “Ece Ayhan’ın bir ara İlhan Berk ile arası bozuktur. Berk genç bir şairle haber gönderir Ayhan’a; “İlhan Bey dedi ki, Ece her şeyi iki kez tekrar etmesin. Gerek yok. Herkes anlar.” Ece Ayhan’ın cevabı tez gelir: “Bundan sonra üç kere tekrar edeceğim. O zaman İlhan da anlayacak.” Hoştur bazen böyle polemikler, zekice atışmalar… Da ayarını, hakkını-hukukunu-haddini aşmadan, itibarını taşırmadan.

(²) Hıncal Uluç,“2.5 saatlik estetik sıkıntı”, 27 Eylül 2011, Sabah.

- Advertisment -