Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIFıtrata karşı açılan savaş baştan kaybedilen savaştır

Fıtrata karşı açılan savaş baştan kaybedilen savaştır

“Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde bir defa yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı TV ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyorum.” Cumhurbaşkanı Erdoğan, bulunduğu pozisyon itibariyle belki de o dönem kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği bu sözleri 2002 seçimleri öncesinde katıldığı Genç Bakış programında milyonlarca insanın karşısında sarf etti. Birkaç yıldır insanlar sosyal medyada sıklıkla bu sözleri paylaşıp Cumhurbaşkanı’nın LGBTİ+ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) hakları konusunda nasıl bir “U” dönüşü yaptığına dikkat çekiyorlar. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan değişmedi, o, sadece o zaman da olduğu gibi bugün de koşullar neyi gerektiriyorsa onu söylüyor, onu yapıyor.

“Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır.

Yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. Ve bu şatlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur.”

– Alexis de Tocqueville

“Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde bir defa yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı TV ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyorum.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bulunduğu pozisyon itibariyle belki de o dönem kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği bu sözleri 2002 seçimleri öncesinde katıldığı Genç Bakış programında milyonlarca insanın karşısında sarf etti. Birkaç yıldır insanlar sosyal medyada sıklıkla bu sözleri paylaşıp Cumhurbaşkanı’nın LGBTİ+ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) hakları konusunda nasıl bir “U” dönüşü yaptığına dikkat çekiyorlar. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan değişmedi, o, sadece o zaman da olduğu gibi bugün de koşullar neyi gerektiriyorsa onu söylüyor, onu yapıyor. Koşullar, 2002’de bu topluma yeni bir şey vaad etmeyi, Türkiye’de tamamen çöken siyasete yeni bir soluk getirmeyi gerektiriyordu, şimdi ise iktidarın korunması için toplumun durmadan ama durmadan ayrıştırılması gerektiğini bize söylüyor. Çünkü küresel ve bölgesel ölçekte rüzgâr 2000’lerin başından 2010’ların ortalarına kadar devam eden özgürlükçülük ve demokrasi dalgasının tam tersine esiyor. Türkiye’nin batı bloğundan uzaklaşması, taraflar arasındaki korporasyonun sadece ekonomik ve turizm alanlarına gerilemesi de bunun bir sonucu. Türkiye’de toplumu kutuplaştırmaya belki de en elverişli grup olan LGBTİ+’lara yönelik uygulanan kuşatıcı ve nefret merkezli politikaları, Türkiye’nin 2013’ten beri deneyimlediği demokrasi ve insan hakları alanında yaşadığı ağır tahribatlardan bağımsız düşünemeyiz. Bu aynı zamanda küresel ölçekte otoriter eğilimli iktidarların eylemleriyle de paralellikler taşıyor. Rusya’da Putin rejimi LGBTİ+ aktivistlerinin de dahil olduğu bütün muhalifleri cezaevlerine gönderirken, 2013’te yürürlüğe soktuğu çocukları ve aileleri koruma yasası olan fakat eşcinsel propaganda yasağı olarak da bilinen kanunla ülkede LGBTİ+ aktivizmini neredeyse tamamen bitirdi. Rusya’da yaşananlar bölgedeki diğer ülkeleri de cesaretlendirdi. AB üyeleri olmalarına rağmen Macaristan ve Polonya’da toplumsal cinsiyet, kadın ve LGBTİ+ hakları alanında gerilemeler yaşandı. Macaristan’da üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmak ve translar için çok önemli olan cinsiyet uyum süreci güçleştirilirken, Victor Orban en son ki seçimlerde bir de anti-LGBTİ+ referandumu düzenledi. Orban, seçimleri tekrar kazansa da katılım düşük olduğu için referandum geçersiz sayıldı fakat bu tehlike hala güncelliğini koruyor. Polonya’da kürtaja erişim zorlaştırıldı ve bazı yerel yönetimler bölgelerini LGBTİ+’sız alanlar (LGBTI+ Free Zone) olarak ilan ettiler. AB’nin birtakım fonları kesmesiyle bazı bölgelerde bu uygulama teker teker kalkarken, çok kısa bir süre öncesine kadar Avrupa’nın orta yerinde bazı yerel yönetimler bulundukları bölgede LGBTİ+’ların yaşamadığını ve bu sebeple buraların toplum için güvenli alanlar olduğunu iddia ediyordu. Romanya’da da LGBTİ+ haklarına tehdit oluşturabilecek bazı girişimler oluyor. On yıl önce Rusya’da neler yaşandıysa şimdi Türkiye’de, Romanya, Macaristan ve Polonya’da yaşanıyor. ILGA-Europe’un (Uluslararası Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseks Derneği Avrupa) 49 Avrupa ülkesini LGBTİ+ hakları bakımından değerlendirdiği yıllık Gökkuşağı Endeksi’nin 2021 raporuna göre LGBTİ+ hakları bakımından en kötü durumda olan ülkeler arasında Rusya, Ermenistan, Türkiye ve Azerbaycan bulunuyor. Türkiye birkaç yıl öncesine kadar sondan üçüncüyken, LGBTİ+’lara yönelik baskı ve şiddetin artmasıyla birlikte bu yıl sondan ikinci sıraya geriledi.

Ak Parti’nin ilk dönemlerinde yaptığı reformların, AB müzakere süreciyle birlikte esen özgürlük rüzgarının Türkiye’de LGBTİ+ haklarının gelişimine katkı koyduğu ifade ediliyor, en azından sivil toplum için elverişli bir ortamın oluştuğu yönünde bir algı mevcut. Öyle ki bunu söyleyenler Ak Parti’nin seçim broşürlerinde ifade edildiği gibi Türkiye’nin Ramazan ayında onur yürüyüşlerinin gerçekleşmesiyle gurur duyduğu zamanları hatırlatıyorlar. Bu kısmi olarak doğru olsa da geneli itibariyle eksik ve hakkaniyetsiz bir analiz. LGBTİ+ hareketi, küresel trendle de paralellik gösteren Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde oluşan ılımlı atmosfer ve özgürlük rüzgarını arkasına almış olabilir fakat Türkiye’de LGBTİ+ haklarına dair farkındalığın artmasının ve LGBTİ+’ların daha fazla görünür olmasının en önemli aktörü bizzat LGBTİ+ hareketi, dernekleri ve hak savunucularıdır. Sokakta bir isyan olarak başlayan küresel LGBTİ+ hareketi savunuculuk stratejisini karar vericileri, yasaları ve toplumları değiştirmek üzerine kurguladı ve 50 yıldır nüfuz edebildiği her alanda mücadelesini ortaya koyuyor. Türkiye’de de 30 yıldır bu oluyor. LGBTİ+ hareketinin dirayeti ve direnişi ve aynı zamanda LGBTİ+ dostu insanlarla, topluluklarla kurduğu ittifaklar sayesinde oldu.

Aksine, Türkiye’de homofobinin kurumsallaşmasına vesile olan parti Ak Parti’dir. Biraz hafızaları tazeleyelim, 2010 yılında dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanı Aliye Kavaf “Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bencedemişti. Hiç unutmam, o zamanlar 16 yaşında bir lise öğrencisiydim. Bakan Kavaf’ın bu sözlerinin ağırlığını, beni yalnız ve yanlış olduğumu düşünmeye iten gücünü çok iyi hatırlıyorum. Yine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 2011 yılında internet sansürüne karşı olanlara “pornocu” demiş ve Kaos GL’nin adını “afedersiniz” diyerek telaffuz etmişti. Arınç 2014 yılında mecliste bütçe görüşmeleri esnasında mecliste translarla basın açıklaması yapan CHP milletvekili Mahmut Tanal için alaycı bir ifadeyle şu sözleri söyledi: “Mahmut Tanal Bey, bana göre altın gibi bir kalbi var ama yaptıklarına bakıyorum. Her meseleye kendisini görevli sayıyor, hepimizden cesur, translarla basın toplantısı yaptı”. Arınç 2015’te ise yasaklanan onur yürüyüşü ile ilgili soruya “Maalesef özellikle hanım kardeşlerimizin bulunduğu bir yerde söylemekten haya ediyorum ama birileri bunu onur haline getiriyor. Bunların güpegündüz çırılçıplak hale gelip, İstanbul’un göbeğinde meydan okumaları eğlenmeleri ve ne yazık ki CHP ve HDP’li milletvekillerinin bunlara destek olması fevkalade üzüntü vericidir. Bunlar hakkındaki takdiri milletimize sunuyorum. Milletimiz bunu beğeniyor, alkışlıyorsa arkalarından gitmeye devam etsinler. Milletimiz bunları yanlış biliyor, eleştiriyorlarsa sandıkta gereğini yapsınlar” şeklinde yanıt vermişti. O dönem LGBTİ+ varoluşunu hastalık olduğunu ifade etmek, bahsi açılınca LGBTİ+’lardan alaycı bir şekilde bahsetmek şu an yaşadığımız nefret merkezli politikaların atılmış ilk tuğlaları olarak tarihe geçti.

AK Parti LGBT Bireyleri” adıyla kurulan grup üyeleri 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Erdoğan’ın İstanbul mitingine katılmıştı.

Siyasi iktidar, yıllar içerisinde kadrolarının vasatlaşmasıyla da birlikte eşcinselliği hastalık olarak görme ve bahsi geçince alaycı ifadelerle şaka malzemesi yapma seviyesinin de gerisine düştü ve artık LGBTİ+’ları “sapkın” ve ülkeye ve aile yapısına “tehdit” olarak görmeye başladı. Hatta o kadar ileriye gidildi ki ilk imzacısı Türkiye olan ve bu sebeple İstanbul Sözleşmesi adı verilen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesine Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çıkış gerekçesi olarak eşcinselliğin “normalleştirilmesini” işaret etti. Halbuki “normal” olan dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin çeşitli olması, anormal ve suni olan ise siyasi iktidarın ajandasında üst sıralara aldığı nefret ve ayrımcı politikalar. Zaten siyasi iktidar da bunun farkında ki uluslararası arenalarda ülke içinde ürettiği anti-LGBTİ+ retoriğin tam tersini söylüyor. 2015 yılında Cenevre’de düzenlenen BM Evrensel Periyodik İnceleme Türkiye oturumunda dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “hangi kimlikle olursa olsun herkesle demokratik bir ilişki kurmaya çalıştıklarını”, “mevzuatımızda LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı bir hüküm bulunmamaktadır ve özel bir düzenleme olmamasının LGBTİ+’ların haklarının olmadığını anlamına gelmediğinibelirtti.

Bu haziran ayında, onur yürüyüşleri ve LGBTİ+ temalı etkinlikler ard arda yasaklanırken ve bir günde 373 aktivist gözaltına alıırken, Birleşmiş Milletler düzeyindeki 9 temel insan hakları sözleşmesinden biri olan Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin (CEDAW) 82. Oturumu’nda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, “Hukukumuza göre kişilerin herhangi bir konuda toplantı gösteri yapmaları hatta herhangi bir konu için toplanmalarına dair izin almalarına bile gerek yoktur. Herhangi bir kamu merciinin bu konuda onlara izin vermelerine ihtiyaç yok. Hayatın hangi alanında ise eğer bir ayrımcılık içeren bir davranış biçimi varsa Anayasaya aykırılık teşkil eder ve kişilerin bunu tazmin etme hakkı vardır. Buna LGBTli bireyler de dahil olmak üzere böyledirdiyordu. Bu ikircikli söylemlerin sebebi iktidarın da ne yaptığının ve neyi başaramayacağının farkında olduğunu bizlere gösteriyor.

Siyasi iktidarın LGBTİ+’lara karşı açmış olduğu savaşın tek bir gerekçesi var; dünyanın, toplumların ve kültürün hızla değişmesi ve toplumlardaki farkındalığın ve kabullenmenin giderek artmasıdır. Öyle ki, yasaklanmayan son İstanbul Onur Yürüyüşünde, 2014 yılında İstiklal Caddesi’nde 100.000’den fazla insan onur yürüyüşüne katıldı. 2015 yılına kadar İstanbul da dahil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında onur yürüyüşleri sorunsuz bir şekilde yapılıyordu. Ne bir hedef gösterme ne bir saldırı girişimi, bunların hiçbirisi olmadı. 2015 yılında İstanbul Onur Yürüyüşü valilik tarafından yasaklandı, 2017’de Ankara genelinde bütün LGBTİ+ temalı etkinlikler yasaklandı ve bu yasaklar valilikler ve kaymakamlıklar üzerinden bütün ülkeye yayıldı. İktidarın gözüne girmeye çalışan atanmış bürokratlar kendilerine vazife çıkararak keyfi ve hukuksuz bir şekilde etkinlikleri yasakladılar. Bu yasakların hukuksuz olduğu LGBTİ+ örgütlerinin açtığı pek çok iptal davasında karara bağlandı.

LGBTİ+ olmak bir siyasi ideoloji ya da tercih değil, bir varoluş meselesi, fıtrata dair bir mesele. Bu sebeple siyasi iktidar LGBTİ+’lara yönelik açtığı savaşı aslında en başında kaybetti. İktidara oy veren seçmen grupları arasında da LGBTİ+’lar da var, Ak Parti ve MHP’ye oy veren seçmenlerin çocukları, yeğenleri, akrabaları, komşusu, mahallesindeki esnafı LGBTİ+ olabiliyor. Bugün başörtülü genç bir kadının üniversitede en yakın arkadaşı eşcinsel bir erkek olabiliyor. Türkiye toplumunun dirayeti ve gerçekliği siyasi iktidarın söylemlerinin tam aksini bize gösteriyor. Suni nefret politikalarının karşısında gündelik hayatın gerçekliği ve kişisel ilişkilenmelerin ardında yatan güç var ve bunu alt etmenin bir yolu yok. Tarih bize gösteriyor ki bu varoluşla soykırımla, kamplara kapatmakla dahi baş edilemedi ve LGBTİ+ yurttaşlar nefes almaya devam ettikçe bu akıl asla kazanamayacak. LGBTİ+ hareketinin gücü ve haklılığı bu hakikate dayanıyor.

Batı demokrasilerinde gerçekleşen reformlar eninde sonunda Türkiye’de gerçekleşmek zorunda çünkü bu sadece Türkiye’nin kendi anayasası ve imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelerin bir gereği değil aynı zamanda Türkiye demokrasisinin gelişmişliğini gösteren temel parametlerden birisi olacak. En azından hedef göstermelerin, ayrıştırıcı politikaların ve toplantı ve gösteri yürüyüşü, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakların keyfi bir şekilde ihlal edilmesinin hepimizin tahayyül ettiği yeni Türkiye’de yeri yok. Üstelik toplumlar özgürleştikçe ve LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve nefret saikli uygulamalar yasalarla engellendikçe, açılma oranlarının da hızla arttığını görüyoruz. Amerika’da yapılan araştırmalara göre Z kuşağının %21’i, Amerika toplumunun ise toplamda %7’si kendini LGBTİ+ olarak tanımlıyor. Britanya’da ise genç kadınların %11’i kendini lezbiyen ve biseksüel olarak tanımlıyor. Gençler arasındaki bu açılma trendi bu şekilde devam ettikçe 2050 yılında toplam dünya nüfusunun 1 milyarından fazlasının kendisini LGBTİ+ olarak tanımlayacağı çeşitli projeksiyonlarda öngörülüyor. Bu da toplam dünya nüfusun 10’da 1’i anlamına gelecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2002 yılında katıldığı Genç Bakış programının üstünden yirmi yıl geçti ve artık karşımızda “LGBT, yok böyle bir şey, bu ülke millidir, manevidir ve bu değerlerle geleceğe yürümektedir. İnsanlık tarihi boyunca hep lanetlenmiş sapkınlıkları normalleştirerek, genç dimağları zehirlemenin peşindeler. İnancımıza ve kültürümüze aykırı bu tür marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır” diyen bir Cumhurbaşkanı Erdoğan var. Bu aslında mevcut siyasi iktidarın Türkiye’ye dair bir vizyonu, topluma ve özellikle gençlere söyleyecek yeni bir sözü kalmamasının bir göstergesi.

Fakat aynı zamanda Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu, Balkanlar ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında en güçlü toplumsal ve sokak hareketleri arasında gösterilen direngen, güçlü, özgüvenli ve barışçıl bir LGBTİ+ hareketi de var. Şu anda bir hengamenin içinde debelenip duruyoruz, tabi bu neredeyse bütün muhalifler ve toplumsal hareketler için geçerli ama LGBTİ+ hareketi çok daha sistematik bir baskı ile karşı karşıya. Bu kaostan şöyle kafamı kaldırıp genel bir değerlendirme yaptığımda açıkçası ben umutluyum. Çünkü bu değerlendirme bize nereden nereye geldiğimizi ve LGBTİ+ hakları bakımından dünyanın geleceğine dair bizlere ipuçları veriyor. 50 yıl öncesi ile 2022 dünyası, Türkiye’si çok farklı, bu değişimi toplumun nereden nereye geldiğini görmek lazım. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklılığı pek çok ülkede artık korku ve önyargıyı beraberinde getirmiyor. LGBTİ+ yurttaşlar temel insan haklarına ek olarak, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını kazanıyorlar ve açık kimlikleriyle başkan, başbakan, bakan ve parlamento üyesi oluyorlar. Bu değişim rüzgarının önünde durmak kimseye nasip olmadı, olmayacak da. Unutmayalım ki tarih bu değişimi gerçekleştiren hak savunucularını ve bu değişime engel olmaya çalışanları aynı anda yazıyor.

(*) 1994 Mersin doğumlu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü mezunu. Yüksek lisansı eğitimini aynı üniversitede Projeler ve STK Yönetimi üzerine tamamladı. Türkiye insan hakları ve LGBTİ+ hareketi içinde LGBTİ+’ların siyasal katılımı ve anayasal talepleri çalışıyor.

- Advertisment -