Gezi’den beri başlayan ve son 2-3 yılda Z kuşağı övgüsüyle devam eden gençlik övgüsü apolitik ideolojiler çağı bitti söyleminin, tekno-iyimserliğin uzantısıydı. Buna göre farklı formülasyonlarıyla “yeni nesil vs. çağdışı boomerlar” ikiliği adeta siyasetin ana aksını oluşturuyordu. Siyasetin gençleri temsil etmediği beylik bir söylemdi. Özellikle CHP, hele 2013’te, Deniz Baykal-Önder Sav mirasından henüz kopmamıştı; ortada da MHP dışında muhalif başka bir parti yoktu. HDP 2014 Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı öncesi daha radarda yoktu. Gezi soğurken ve 2015-2018 arası birçok gözlemci imam-hatiplerle yeni kuşağın IŞİDçi gibi yetiştiğini bilgiççe ifade ederken özellikle 2018-2019 seçimleriyle farkedildi ki anne-baba sözü dinlemeyen yeni kuşak AK Parti açısından kaybedilmiş kuşaktı. Bu övgüler aynı zamanda özellikle Z kuşağı kategorize edilen yeni seçmende AK Parti’ye oy verme oranının sıradışı düşüklüğünden de kaynaklandı. Tabii Z kuşağı söylemi, her ne kadar “telefonunu göster dayılarla” cebelleşen üniversiteye hazırlanmaya çalışan genç youtube videolarından da beslense, sosyal medya görünülürlüğü üzerinden şekillendi. Bu övgüler elbette Türkiye’de açık alanda ifade hürriyetinin neredeyse tamamen kısıtlandığı bir ortamda sosyal medyanın anonimite sayesinde nefes alındığı bir özgürlük vahası olmasıyla beraber gidiyordu. Tabii en önemlisi sosyal medyanın alaycılığı, mizahı, şen şakraklığı ve genel olarak pozitifliğinin yanı sıra boğucu bir siyasal ve kültürel ortamda hak ve özgürlük taleplerinin sağladığı ortaklaşma ve dayanışma sunmasındandı. Yani ortada basit bir ahlaki ve hatta estetik ikilik vardı. Bir tarafta haklılığını kaba kuvvetten alan nobran, çürümüş, ceberrut bir güç, öte tarafta hayat dolu, mizahi, kendi hayatını özgürce yaşamak isteyenler. Zaten AK Parti’nin ahlaki rejimi gençliği doğrudan hedef almaktadır. Hatta sadece seküler gençliği değil muhafazakar ailelerden gelen gençleri daha bile çok. Burada ortaya çıkan zaten siyasal kurulmuş bir ikilik değildir. Ahlakidir.
Muhalefetin 2019’da İstanbul ve Ankara’yı kazanmasıyla başlayan süreçte ise yavaş yavaş bir AK Parti-sonrası iktidar projesi tasarlanmaya, hayal edilmeye, çabalanmaya başlandı. Elbette birbirlerinden farklı tasarımlar hayal edildi, açıktan ya da kapalıdan çatıştı. Bununla beraber bu sürecin doğal merkezi CHP genel merkeziydi. Ancak bir tarafında HDP’yi kapsayacak ve tatmin edecek, bir taraftan da İYİ Parti ve muhafazakar seçmenleri de yakalayacak, içerecek söylemler uçuştu. İşte bu süreç aynı zamanda özellikle de Kemal Kılıçdaroğlu’nun her halinden emekli bürokrat olduğu akan personasından da beslenen bir tatminsizliği ortaya çıkardı. Muhalefete öfke, onun yetersizliğine reaksiyon yeni değildi; daha 2000’lerde Deniz Baykal bu tür bir zafiyeti çağrıştırıyordu. Kılıçdaroğlu iktidarın da başarıyla yerleştirdiği üzere muhalefet seçmeni gözünde de daha ilk genel başkanlık yıllarında asansöre ters binen adamdı. İmamoğlu’nun adaylık süreci ise 31 Mart gece yarısına kadar bu sürecin şahikasıydı. Ancak yeni reaksiyon bir gençlik öfkesi, üzerine binen ırkçı-popülist öfkeyle bütünleşerek muhalefete (muhalefetin elitlerine, sağ-popülist antiestablishment söylemlerinin bir varyasyonu olarak muhalefetin establishment’ına) dönüştü.
Bu süreçte aslında gençlik kategorisinin de ne kadar popülizmin doğal odağı olduğu görüldü. Twitch fenomenliğinden şöhret kazanmış Jahrein bu tür bir gençlik popülizmini çok hızlı bir şekilde özellikle Suriyeliler meselesinde biriken öfkeden kanalize etti. Aslında Jahrein ve kafadar youtuberlar, fenomenler siyaseti karşısına almaktadır; bir kurum olarak siyaseti. Buna karşı ise bir tür gençliğin ve hayatın spontanlığını önermektedir. Gerçekten Ankara’nın ütülü takım elbiseli adamlarının kapalı kapılar ardında çoğu zamanda başkalarının ayaklarını kaydırma amaçlı konuşmaları hiç de cazip olmadığı gibi genç hayatın dinamikliğine, bir parkta sevgilileri ve arkadaşlarıyla kayıtsızca (mümkünse ÖTV’si insaflı hale gelmiş alınabilir fiyata) bira içme ufak mutluluğuna yabancı, kayıtsız sıkıcı, daha kötüsü bencil ve çıkarcı insanlardır. Duygu ve düşünce evrenleri o kadar kopuktur ki. Haklıdırlar da. Zira siyaset büyük büyük lafların değil o ülkedeki insanların mutlu, huzurlu yaşamlar kurabilmesi için vardır ve siyasetin hır gürü ve dalaşmaları bizatihi bu en insani beklentileri değil karşılamak, onlarla alay etmek, umursamamak anlamına gelmektedir. Bu kaygılar paradoksal olarak insanları bir popülizme de korunaksız kılmaktadır. Gençler daha özgürce ve keyfince parkta bira içemezken, gelecek hayali kuramazken, değil ev sahibi olmak, krediyle araba almayı hayali edemezken suni ve çoğu zaman ithal gündem ve öncelikler peşinde koşanlar gençlerden de, toplumdan da, onların tasalarından da kopmuştur. Gerçekten de siyasetin tek bir gerçek amacı tüm vatandaşlarının mutluluğu, huzuru ve bunları sağlayacak insanca yaşamı, insanca yaşama koşullarını sağlamaktır; bireysel birikim yapılabilecek maddi iyileşmenin ötesinde eğitim, sağlık hizmetlerine ulaşmadan şehirlerin ferah yaşam alanları sağlamasına kadar. Büyük davalar, inançların hepsi kof ve sahtedir.
İşte son aylarda Jahrein ve kafadaşları bu tür bir gençlik ve iyi yaşam popülizminin dillendiricileridir. İyi yaşam gerçekten siyasetin ve en ufak insani kaygısı olanın tek yoğunlaşması gereken odak olmalıdır. Özellikle de hayatlarının baharındakilerin önceliğidir. Din, bir takım milli, manevi değerler, kutsiyet atfedilmiş amaçlar, deli gömleği gibi gezdirilen ideolojiler, büyük davalar bu kadar sarih beklentilerin karşısında acınası laf ebeliğidir. Bununla beraber bu noktada işler boyut değiştirmektedir. Zira bu önerilen siyasetsizlik ya da merkezcilik siyaseti dışladığı anda tam da siyasetin göbeğinden siyasala dahil olmaktadır. Bir taraftan sağ ve sola da prim vermemektedirler; sol zaten ufuklarında yoktur; sağ ise ancak taşradaki çıkar telefonu emmileridir. CHP’ye ise ancak sol, sol-liberal değerlerden arındıkça, mesela Mansur Yavaş imgesinde, yakınlık duyabileceklerdir. Neden bu siyasetsizlik tasavvuru tüm hayatı siyasallaştıran, biçimlendirme arzusundaki bir fikriyatla bütünleşir? Bu bir paradoks değil midir? Örneğin Mansur Yavaş onlara niçin İmamoğlu’nun ama özellikle Kılıçdaroğlu’nun aksine siyasal-üstü görünmektedir? Daha yakıcısı nasıl bu vaadlerin hiç birini değil taşımak, dillendirmeyen bile Zafer Partisi’nin etki alanına girebilmektedir? Zafer Partisi’nin bu söylemsel cazibesi nereden kaynaklanmaktadır?
Çünkü öncelikle siyasetsizliği önermektedir. Bu parti sadece iki kavramla hemhaldir; Türklük ve Atatürk. Her ikisi de siyaset-üzeridir. Türklükle ve Atatürk’le (ne demekse) sorunu olanlara bu ülkede yer yoktur çünkü bu ülkenin vatandaşlarının en temel kaygılarına, tasalarına kayıtsızlardır, onlara düşmandırlar. Bir ulusal sözleşmede yerleri, muhataplıkları yoktur. Siyasetin içerdiği (ya da içeremediğinde patlayan) çokboyutlu sorunlar, kimlikler, gündemlerin kamusal tartışma alanında yeri yoktur. Dümdüz heteroseksüel seküler sünni Türk erkeğin yaşam sorunlarından ibarettir her şey (seküleri dindarla değiştirince AK Parti’nin siyasal alanı ortaya çıkmaktadır). Bu genç iyi yaşam popülizmi bu şekilde hakiki kaygılarına cevaplarını burada bulmaktadır.
Daha ilginci Özdağ ne gençlerin parkta tasasız kız/erkek arkadaşlarıyla bira içmesinden bahsetmektedir; ne onların güzel bir gelecek kurabilecekleri yaşanabilir 3+1 ev satın alma hayaline değinmektedir. İma dahi etmemektedir. Tek-gündemli bir parti olarak Suriyeli ve diğer göçmenleri hedefine alırken orada kalmamakta, bu meselenin ana muhatabı hükümeti es geçerek adeta milyonlarca göçmenin ülkede varlığının sebebi olarak bellenenlere yönelik bir saldırıyı partinin ana programı yapmaktadır. Avrupa ve ABD’deki sağ-popülist söylemlerle uyumlu olarak “sol-liberallere” (tıpkı İkinci Cumhuriyetçiler gibi bu kavram da sahiplenenin, kendini böyle tanımlayanın pek olmadığı daha çok bir hedef gösterme tabiridir), aynı kitlenin besleme olduğunu ortaya koymak üzere “fonculara” ve onların etkisinde kalmış anaakım muhalefete husumet bu siyasanın ana omurgasıdır. Bu kitle için turuncu saçlı woke kızlar, “Feminaziler”, LGBTler de küçümseme, hakir görme objeleridir. Peki bu alabildiğine ırkçı-milliyetçi siyaset-yüklü tavırla siyasetsizlik nasıl bütünleşmektedir? Zira bu takipçilere göre tüm bu sorunlar yapaydır. Ülkede ne Kürt sorunu vardır; ne hesaplaşılacak ve çok farklı kesimlerden mağdur yaratmış, kanayan yaralar bırakmış bir geçmiş vardır; ne de ülkede AK Parti döneminde de, ama öncesinde de bir özgürlük, düşünce özgürlüğü, hak, hukuk, adalet sorunu vardır. Hukuk ve adalet sorunu varsa bile bu bir siyasal sorun değil şıp diye çözülecek tali bir teknik sorundur. Elbette feminist gündem de bu kesimler için suni gündemler, şımarıklık alametidir. Hatta seküler siyaseti belleme iddiasının ortasında akıl almaz (ama aslında alır) şekilde ailelerinden, çevrelerinden gördüğü tüm baskılar içinde başını açan ve bu şekilde toplumsal baskılardan özgürleşmeye çalışan ya da bu sebeplerle açamayarak travmatik hayatlar yaşayanlar (ve izlerini sosyal medyada bulabildiğimiz) genç kızların meseleleri de bir gündem olmadığı gibi onlar da araftaki durumlarından dolayı olağan şüpheliler ve nefret objeleridir. Fon karşılığı başlarını açan şıllıklardır. Daha uzatmaya gerek yok. Amaç da birtakım çelişkileri ortaya koymak değil; tam aksine çelişkileri açıklama, hatta bunun bir çelişki dahi olmadığını göstermektir. Söz konusu olan bu sözde siyasetsizlik ve merkezcilik taleplerinin nasıl da en siyasal yüklü, otoriter ve milliyetçi heveslere teşne olması; daha doğrusu bu taleplerin siyaset filtresinden geçirilerek dönüştürülmesidir.
Yazıyı daha uzatmadan bağlarken vurgulanmalı ki siyaseti yadsırken bu süreçte ortaya çıkacak boşluğun nasıl doldurulacağı tehdidinin farkında olarak siyaseti savunmak gerekir. Siyaset zaten parçalılığın ve farklı çıkarların karşılaşma ve mecburi uzlaşmasının zeminidir. Bu bakımdan tüm bu karmaşık süreçleri Büyük İskender’in Gordion düğümünü kılıcıyla keserek çözüşü gibi tek kılıç darbesinde çözümlerin cazibesinin sakıncası anlaşılırdır. Gençlik soyutlaması da tam siyaseti yutmaya teşne eğilime malzeme olabilmektedir; tıpkı 1990’larda tecrübe edildiği üzere. Gezi süreci 1990’ların siyaset-sonrası ve ideolojiler-sonrası 1990’lar ütopyasını canlandırmıştı. Öte taraftan Gezi aynı zamanda hem sola imkan açmıştı, hem liberalizme. Özgürlük talepleri bir taraftan otoriterliğe karşı özgürlük isteyen talepler demetini seslendirirken kendilerini köhnemiş Halk TV siyasetinden ayrıştırarak bir kuşak itirazını hareketlendirmişti. Bir taraftan da, yükselen feminist ve LGBT siyasasıyla yeni sol kimlik siyasalarına da alan açmıştı. Elbette anaakım Gezi gençliği daha somut iyi ve onurlu yaşam tasalarının siyasal ifade kanallarından uzak ve kopuktu. Zaman o kadar hızlı geçmektedir ki post-Gezi kuşak da sosyal medyada görünür oldukça bu kuşaksal siyasallaşma da canlı olarak çıplak gözle gözlemlendi. AK Parti ülkeyi büyük davalardan, kutsal mücadelelere, milli ve manevi değerlerin dayatılmasına o kadar siyasete boğdu ki siyasetten arınma hayal edilen çözüm haline geldi. Ancak işte tam bu süreçte bu ahlaki üstünlüğün sağladığı lüks muhalefetin iktidar hamlesi ve yürüyüşüyle sona erince siyasetsizliğin sonuçlarını da, içi boş parlak gümbür gümbür gelen gençler söyleminin de kofluğunu ortaya çıkardı. Sosyal medyada son bir yılda pesimizm yaratan bu ortam bu bakımdan doğaldır.
Ülkede iyimser olmak için sebeplerimiz var. Konda gibi güvenilir geniş zamanlı toplumsal eğilimleri ölçen anketlere göre genç kuşak, içlerinde büyüdükleri (fiziksel ve dijital) ortam sayesinde daha önceki kuşakları esir almış, hatta yıkımına neden olmuş birçok tabudan azadedir. Dindarlığın azalması, her türlü kutsallık halesinin arınması ilahiyatçılardan endişeli ebeveynlere ahlaki panik yaratsa da olumlu bir gelişmedir. Dindarlık biçimleri de değişmekte, daha rahatlamaktadır. Dijital ve fiziksel karşılaşmalar farklı kesimler arasında olumlu etkileşimleri arttırmıştır. Ancak bu süreç, bu yeni vakum ve yeni yaşıt-sosyalleşme (peer socialization) imkanları aynı zamanda öncesiz bazı tehditleri ve sürüklenmeleri mümkün kılmaktadır. Zira Türkiye siyaseti hala simgeler tarafından esaret altında tutulmaktadır. Siyasal alanın, özgür tartışmanın daraltılmışlığı verili alınmaktadır. Lise müfredatı tarafından şekillenmiş normlar, tarihsel gerçekliklerin zikri bile ihanetle özdeşleştirilmektedir. Zira tüm bunlar ülkenin insanlarının varoluşuna saldırı addedilmektedir. Buna karşı çıkışın yolu ise geçmişin yükünden ve kimlik husumetlerinden beslenen kısırlaştırıcı tartışmalar değil toplumu ortakkesen iyi ve onurlu yaşam taleplerini siyasal kanallarla ifade etmek ve insanlara umut, gelecek ve özgüven aşılamak olsa gerektir. Bize düşen iyi ve onurlu yaşamı savunmaktır; ferah, yeşil şehirlerde genci, orta yaşlısı, ihtiyarı kendi ve ailesinin geleceğine umutlu, özgürce haftasonu temiz havayı soluduğu, bunun içinse hafta içi mesai saatlerinde insanca ve onurlu hayat kurabilecek para kazanabildiği, evlendiğinde çocuğuna eğitim aldırabildiği yaşamlar inşa etme tahayyülünü. Bunun yolu ise her türlü kutsaldan, simgeden, tarihselleştirilmiş hınçlardan arınmış bir toplumsallık inşa etmekten geçmektedir. Kendi gibi olmayanlara nefretlerin sonu ise bellidir. Enseyi karartmaya da gerek yok; sadece CHP değil diğer partiler de farklı ve hakiki siyasal pozisyonlarından siyaseti savunabildikleri ölçüde de bu iş kotarılabilecektir. Trump, Uzan gibilerini hatırlasak da bu tür siyaset-karşıtı heyecanların, öfkelerin siyaset kurumuna etkisini ve oy verme davranışlarına etkisini çok da abartmamak gerekir. Başkasının iyi onurlu yaşam hakkını savunamadığımız sürece herkesi yakan nefret iklimi cehenneminin ortasında bize parkta sevdiğimizle huzurla keyif çatma, bira içme hakkı olamayabilecektir zira. Neyse kelimeyi kelimeye, cümleyi cümleye bağlama çabasında fazlasıyla uzamış yazıdaki bilgiçlikler için affola.