Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASSAM)’ın internet sitesinde, Merkez’in Başkanı Adnan Tanrıverdi’nin 2 Nisan 2015 tarihli bir yazısı var. Yazının başlığı “Asker ve Manevi Değerler”.
Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Tanrıverdi’nin bu yazısının altındaki imza bölümünde kendisini tanıtıcı şu ibareler yazılı: “Emekli Tuğgeneral, ASSAM ve SADAT A.Ş. Yönetim Kurulu ve ASDER Onursal Bşk.”
Bu yazının içeriğinden ve “konumuzla” ilgisine geçmeden önce Tanrıverdi’den ve onun bir noktada Erdoğan ile kesişerek önemli hale gelen ilginç yaşamöyküsünden bahsetmek gerekiyor.
Tanrıverdi askeri lise kökenli değil; liseyi 1962’de Konya’da bitirdikten sonra bir yıl süreyle ilkokul vekil öğretmenliği yaptı, ertesi yıl İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Bölümünde öğrenim gördükten sonra, 1964’te Kara Harp Okuluna girdi ve 1966’da topçu subayı olarak mezun oldu.
1978’de, 12 Eylül askeri darbesinden iki yıl önce, Kara Harp Akademisinden mezun olarak kurmay oldu. Kurmay subay Tanrıverdi gayrinizami harp kursu gördü ve 1984-86 arasında ancak “inha” ile, yani güvenilir birinin önerisi yoluyla atamaların yapıldığı önemli bir göreve seçildi:
Özel Harp Dairesi.
Bundan hemen sonra da 1986-88 arasında yine önemli ve Özel Harp Dairesi ile ilişkili bir başka göreve getirildi:
KKTC’de Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı.
1992’de tuğgeneralliğe yükseltildi.
Kendisini tanıyan meslektaşları, onun o dönemde TSK’da egemen ideolojik duruş ile uyumlu olmayan kişisel niteliklerinin aslında bilinmez olmadığını, onun buna rağmen Özel Harp Dairesi gibi önemli yerlerde çalışmasında ve arkasından general yapılmasında iki nedenin etkili olabileceğini söylüyorlar:
Ya amirleri onu iyi gözlemleyecek “berrak” bir zihne sahip değildi (yani onu terfi ettiren amirleri bir değerlendirme hatası yapmışlardı) ya da o, 12 Eylül sonrasının Türk-İslam sentezini TSK’da kurumsallaştırmak için uygun olduğu düşünülerek gayet bilinçli seçilmiş bir isimlerden biriydi.
İlk ihtimal, amiri olan birçok farklı kişinin zincirleme biçimde hata yapmış olma ihtimalini varsaydığı için, düşük görünüyor.
Tanrıverdi tuğgeneral olarak 1992-1995 yılları arasında İstanbul/Kartal’da bulunan 2’nci Zırhlı Tugay Komutanı olarak görev yaptı. Ersin Eroğlu ve Caner Taşpınar’ın “Gölge Ordu: SADAT’ın Sır Perdesi” kitabında anlattığına göre, burada tugay komutanı iken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan, Tanrıverdi’yi makamında ziyaret etti. Tanışıklıklarının böyle başladığı söyleniyor.
Erdoğan’ın onu ziyaret etmesini sağlayan referansın ne olduğunu bilmiyoruz ama ilçe belediye başkanları ile ilişkilerinin bunda payının olması muhtemel. Örneğin dönemin Sultanbeyli belediye başkanı Ali Nabi Koçak 2020’de Anadolu Ajansı’na verdiği bir mülakatta halefi tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu’nu yererken “Adnan Tanrıverdi ile iyi bir şekilde anlaştıklarını” söylüyor.
Tanrıverdi’yi Tanrıverdi yapan şey, tugay komutanlığı sırasında kışlada dinsel performansların o güne değin alışılmadık biçimde uygulanmasına izin vermesi oldu. Tugaydaki mescidi işler hale getirerek subay ve astsubayları camiye gidip gelme konusunda serbest bırakmanın ötesinde teşvik etti. Yanında üniformalı (cüppeli) bir din subayı bulundurarak kendi elleriyle kurban kesmek gibi ilginç ve “performatif” şeylere imza attı.
Üç yıllık bu görevinin ardından Tanrıverdi her nedense 1995’te “kızak” bir göreve çekildikten sonra 1996’da kadrosuzluktan emekliye sevk edildi.
Tanrıverdi emekli olduktan sonra başka biçimlerde aktif bir hayata geçti. Mesela 1997-1998 yılları arasında Üsküdar FM Radyosunun fahri genel koordinatörü oldu. 2004’te İhlâs Marmara Evleri Camii Yaptırma ve Yardım Derneği Yönetim Kurulunda yer aldı.
Tanrıverdi, 2012’nin 28 Şubat gibi manidar bir gününde SADAT’ı kurdu.
SADAT’ın amacını kendisi şöyle tanımladı: “Müslüman Ülke Silahlı kuvvetlerinin organizasyonu ve stratejik kullanımına danışmanlık, son kullanıcıdan eğitici seviyesine kadar özel konularda eğitim ve harp, silah ve araçlarının temini, bakım ve onarımı hizmetlerinde görev yapmak”.
Tanrıverdi, 15 Temmuz’dan bir ay sonra, 15 Ağustos 2016’da Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığına getirildi.
2018’de de Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politika Kurul Üyeliğine seçildi.
1984’te kurmay subay olarak Özel Harp Dairesi’nde, 2004’te emekli tuğgeneral olarak İhlâs Marmara Evleri Camii Yaptırma ve Yardım Derneği Yönetim Kurulunda bulunan Tanrıverdi, dinsel yönelimleriyle harmanlanan askerî tecrübesini 15 Temmuz’dan sonra konsolide edilmeye çalışılan Yeni Türkiye’nin “yeni” olmasına çalışılan ordusunun “kurulması” için AKP ve Erdoğan’ın hizmetine sunacak bir zemin elde etmişti.
Veya tersinden söylersek, AKP ve Erdoğan, Yeni Türkiye’nin yeni ordusunu yapılandırırken, Tanrıverdi’nin görüşlerinden yararlanmaya karar vermişti.
Olaylar, böylesi bir kararın verildiğini doğrular gibiydi.
Nitekim Tanrıverdi, 2018’de yaptığı bir konuşmada, 15 Temmuz’dan önce Anayasa Komisyonu’na TSK’nın yeniden yapılandırmasıyla ilgili tespitlerin yer aldığı bir anayasa teklifi sunduklarını ve bu teklifte sundukları her şeyin 15 Temmuz’dan sonra yerine getirildiğini söyledi.
2017, 2018 ve 2019 yıllarında Harp Okullarına öğrenci alım mülakatlarını Tanrıverdi’nin SADAT’ının yaptığı yönünde iddialar ortaya atıldı. İddiaları yalanlayan MSB, açıklamasında kuşku kapısını açık bıraktı: “Gerekli güvenlik soruşturmaları yapılarak emekli subaylar ve astsubaylar ile diğer kamu personeline, askeri öğrenci alım komisyonlarında görev verilmiştir. Her komisyonda en fazla bir emekli personele görev verilmiştir. 2020’den sonra yapılan askeri öğrenci seçimlerinde emekli personele görev verilmesi uygulamasına son verilmiştir.”
Bakanlık, bu emekli personelin kim olduğunu, kim tarafından, nereden, nasıl seçildiğini elbette açıklamadı. Muhtemeldi ki bu isimleri SADAT üzerinden almıştı.
Şimdi o yazıya dönelim.
Tanrıverdi bahsekonu yazısında askerin dinle ilişkisinin Osmanlı döneminden başlayan tarihsel bir seyrini verdikten sonra bugüne bakıyor ve en sonunda da nelerin yapılması gerektiğini söylüyor.
Yazının temel tezi, özellikle 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra TSK’nın “dini müesseselerden ve dini duyarlıktan mahrum bırakıl”dığı iddiası.
Tanrıverdi’ye göre “bu yanlış tutum, Türk Silahlı Kuvvetlerini Milletin Ordusu olmaktan çıkarıp Devletin ordusu konumuna getirmiştir.”
Tanrıverdi adına “ölçüt” diyerek askerin dinle sağlıklı bir ilişkisi olup olmadığının emaresi olduğuna inandığı şu üç göstergeye değiniyor: “Ordu yönetim kadrolarının dini değerlere bakış açısı, kışla-ibadethane ilişkisi ve din eğitimi verebilecek ehliyetli kadroların durumu.”
Tanrıverdi’nin listesinde kışlalarda camilerin açılması ve birliklerde “üniformalı imamlar” gibi biçimsel şeyler en önemli yeri tutuyor.
Tanrıverdi yazısını “yapılması gerekenler” olarak sıraladığı dört somut öneri ile bitiriyor:
Bir: Silahlı Kuvvetler Mensupları üzerindeki, ibadetten uzaklaşmalarına sebep olan baskılar kaldırılmalı, camide ve cemaatte milletin arasında olma imkânı sağlanmalıdır.
İki: Kışlalarda mescitler aktif hale getirilmeli, Silahlı Kuvvetlerde din görevlileri istihdam edilinceye kadar, Diyanet İşleri Başkanlığınca atanacak imamlar kışla mescitlerinde ve savaş gemilerinde görevlendirilmelidir.
Üç: Kıyafet Yönetmeliğinde gerekli değişiklikler yapılarak, erkek mensupları sakal bırakabilmeli, bayanlar tesettürlü olabilmelidir.
Dört: Barış kadrolarında Kara Kuvvetlerinde tabur seviyesinde, diğer kuvvetlerde dengi birliklerde din görevlileri yer almalıdır.
Buradaki “esas”lara uyar biçimde, Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen yıl ağustos ayında Deniz Harp Okulu Camii’ni açmıştı.
Bu yıl da kendi X hesabından Kara ve Hava Harp Okulu Camilerinin açıldığını, ayıca Milli Savunma Üniversitesi bünyesinde inşaatı süren yedi yeni camiin de 2025’e kadar açılacağını duyurdu. Erdoğan bunlar arasında birine özel önem atfediyor ve atfı bir tür rövanş duygusunu barındıyordu: Heybeliada Bahriye Mektebi Camisi.
“Geride hiçbir iz kalmayan bu güzide eseri aslına uygun olarak yeniden yapıyoruz.”
Aslında Tanrıverdi’nin “ölçüt”lerinden ilham alan cami açılımı daha önce başlamıştı. Temmuz 2017’de, dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve Kuvvet Komutanları, Cumhurbaşkanlığı’ndaki Millet Camisi’nde üniformalarıyla sabah namazına gitmiş; gözlerine inanamayan cami cemaati gözyaşlarını tutamamıştı.
Bu olaydan birkaç ay önce de Hulusi Akar, MİT Başkanı Hakan Fidan ile birlikte İslamcı yazar Nuri Pakdil’i ziyaret etmiş; ziyareti hafta sonu sivil kıyafetle gerçekleştiren ikiliden Akar’a Nuri Pakdil, el yükselterek, “üniformanla gelsen daha iyi olurdu” diyerek azıcık teessüf etmişti.
İşler böyle böyle giderken, 2024 Ağustos’u, Tanrıverdi’nin Erdoğan tarafından onaylandığı anlaşılan TSK tasarımı açısından ilginç ve belki makus bir yıl oldu.
Sanki, Tanrıverdi’nin Erdoğan tarafından sahiplenilen öngörüleri “saha”da tıkanmış gibiydi. Belki de bize öyle geliyordu.
Tasarımların uygulanmaya başlamasından sekiz uzun yıl sonra, tam da tasarımlar kemale ermiş olması gerekirken, Kara Harp Okulu’nda bir grup teğmen, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyerek ortaya çıkmış ve “o” yemini etmişti.
Yetmezmiş gibi, her üç Harp Okulu’nu birincilikle bitirenler kadın teğmenlerdi. Daha da yetmezmiş gibi, içlerinden biri bile tesettürlü değildi.
2021’de Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’den diploma alan ilk tesettürlü kadın teğmenden sonra bu, bir “geriye gidiş” miydi?
MKYK’da konuşan Erdoğan, teselliyi iki şeyde buldu:
“Normalde AK Parti zamanında kadınlar eve kapatıldı diyenlere de iyi bir cevap. Kızlar Anadolu’yu yansıtıyor.”
Diğer teselli de, Hava Harp Okulu birincisi kadın teğmenin Kur’an’ın ilk ayetinden ilham alan ismine dairdi:
“Sohbet de ettim, hatta birinin adı İkra.”
Buradan Cumhurbaşkanı’na yöneltilebilecek çokça soru var, “neden kadın değil de, kız” gibi, “Anadolu ne demek” gibi, “İkra teğmeni bir Sabiha Gökçen mi, bir Elif mi, bir Kara Fatma olarak mı görüyorsunuz” gibi, “başörtülü olmaları sizi daha da memnun eder miydi” gibi…
Bu sorulara, bu üç kadın teğmenin başarısını Kara Harp Okulu’ndaki olayla da ilişkilendirerek/katmerleyerek bayraklaştırırken, yer yer Tanrıverdi’nin düştüğü biçimsellik tuzağına düşenlere yöneltilebilecek daha da zorlu, çapraşık, girift ve hamasetten bir an için olsun uzaklaştırarak onları “somut durumun somut tahlili” için tarihe, sosyolojiye, siyaset bilimine ve askerlik mesleğinin ilmine davet edecek şu soruyu da eklemek gerekir:
Hava Harp Okulu birincisi İkra teğmen, Kara Harp Okulu’nda edilen “o” yemini etti mi?
Etmediyse neden?
Ve bu ona bir halel getirir mi?
Getirmezse, neden?