Üniversite tahsilimi ekonomi üzerine, hem de dünyaca meşhur “London School of Economics”te yapmış olmama rağmen kendimi ekonomist saymam. Çalışma hayatımın çok sınırlı bir kısmı ekonomik konularla -o da dış ekonomik ilişkilerle- geçmiş olduğu için kendimde bu konularda özel bir uzmanlık görmem. Ancak ne yazık ki içinde bulunduğumuz ortamda tüm vatandaşlarımız gibi ben de ekonomik konularla yakından ilgilenmek ve durumu anlamaya çalışmak zorunda hissediyorum kendimi.
Geçtiğimiz haftalarda Kaliforniya’da faaliyet gösteren ve batan Silikon Vadisi Bankası (Silicon Valley Bank) bütün dünyada yeni bir küresel ekonomik kriz endişesini beklenmedik bir anda doğurdu. Sonradan meydana gelen ve krizin ABD’ye, oradan da Avrupa banka sistemine sıçraması tehlikesine karşı gerek ABD gerek Avrupa (AB ve İsviçre) makamlarının aldıkları tedbirleri burada incelemeye çalışmayacağım. Zaten bu tedbirlerin 2008-2009 küresel krizinin tekrarını önlemek için yeterli olup olmadığını henüz bilmiyoruz.
Kaliforniya’daki bankanın batmasında benim dikkatimi çeken şey, ülkemizdeki durumla benzerlikler olmuştur. Şöyle ki bu banka adının da belli ettiği şekilde yüksek teknoloji yatırımlarını desteklemek için krediler vermiş, mudilerinden topladığı parayı ise daha çok en güvenilir yatırım olarak gördüğü ABD hazine bonosuna yatırmış. Yaptığı hesap ise ABD Merkez Bankasının (FED) 2008-2009 krizinden bu yana sürdürdüğü düşük faiz politikasından önemli sapmalar olmayacağı yönündeydi. Zira bilindiği üzere sabit getirili bonolarda faiz ile bononun değeri ters orantılıdır. Faiz düşük kaldığı sürece bononun değeri yüksek kalır ancak faiz yükselmeye başlayınca bononun değeri düşer.
Silikon Vadisi Bankasının hesabını bozan şey başta Ukrayna savaşı, Covid-19 krizinin sona ermesinden sonra tüketimin artması vs gibi nedenlerle tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ABD’de enflasyonun yıllardır görülmemiş yüksekliklere ulaşmış olmasıdır. Bir ara %10’lara kadar yükselmiş enflasyon, şimdilerde biraz azalmaya ve %6’ya inmeye yüz tutmuş ancak ülkemiz açısından çok makul düzeylerde görülmekle beraber ABD halkı için ciddi tedbir gerektirecek rakamlarda kalmıştır.
Gerçek bir bağımsızlığa sahip FED’in birinci görevi fiyat istikrarını sağlamaktadır. Bunu yaparken de ABD Başkanı dahil kimseden talimat almaz. Ancak fiyat istikrarını gözetirken ekonomik kalkınmayı da frenlememek ikinci önemli önceliğidir. Fiyat istikrarının bozulmaya yüz tutması üzerine FED faizleri kademeli bir şekilde yükseltmeye başlamış, ekonominin beklenenden daha az soğuması üzerine de bu yükseltme ameliyesini sürdüreceğini Başkan Jay Powell ve diğer üyeler ağzıyla dile getirir olmuştur.
Silicon Valley Bank için sıkıntılar orada başlamış. Elinde tuttuğu hazine bonolarının değeri düşmeye başlayınca mudiler panik içinde bankadaki paralarını çekmişler ve banka batmış. Gerçekten de dünyadaki hiçbir banka tüm hesap sahiplerinin paralarını aynı anda çekmelerini tolere edemez. Bankalar güven üzerine kurulmuştur. Devletlerin de görevi bu güvenin bozulmasını engelleyecek bir düzen oluşturmaktır. Öyle anlaşılıyor ki ilgili ABD makamları bu konuda biraz gevşek davranmışlar ve gerekli dikkati göstermemişlerdir.
Bu konu ile neden ilgilendim? Yaklaşan seçimlerden sonra ülkemizde son iki yıldır uygulanan “heterodoks” ekonomik ve parasal politikanın değişmesinin kaçınılmaz olacağını tüm gözlemciler dile getirmektedir. Mevcut politikanın belki de en belirgin ve hiçbir tutarlılığı olmayan yönü faiz politikası gibi geliyor. Enflasyonun 1/5 düzeyinde olan faizlerin seçimlerden sonra muhakkak yükseleceği, zira mevcut politikanın sürdürülebilir olmadığı konusunda sanırım genel bir mutabakat var. Hatta iç ve dış basına sızmış olan dedikodulara bakılırsa politika değişikliği bakan değişikliği ile seçimlerden önce bile gerçekleşebilirmiş. En azından bu yönde sonuçsuz kalan bir girişimin yapıldığı anlaşılıyor. Politika değişikliğinin bedeli çok yüksek olacağı için seçimlerden önce gerçekleşme ihtimali şahsen bana pek kuvvetli gelmiyor. Öyle bir şey olursa denizin gerçekten bittiği anlamının çıkacağı kesindir.
Her hal ve kârda, er veya geç, ülkemizdeki faizler enflasyona yakın bir düzeye çıkmaya mahkûm. Zira Türkiye gibi 30-40 yıldır piyasa düzeniyle yaşamaya alışmış bir ekonominin uzun süre şimdi olduğu gibi tamamen emir komuta zinciri altında ayakta kalması mümkün görülmemektedir. Üstelik bu politikanın zararları ortada. Dünyanın Arjantin’den sonra ikinci en yüksek enflasyonuna sahip ülkesiyiz ve onun getirdiği fakirleşme ve zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesi meydanda iken herhangi bir faydasını göremiyoruz. Kalkınma hızımız çok daha akılcı politikalar uygulayan ayrıca bizden çok daha zengin olan ülkelerinkinden pek yüksek sayılmaz. Aradaki fark 1-2 puanı geçmiyor. Bu fark katlandığımız enflasyona hiç bir şekilde değmiyor.
Para politikasının değişmesiyle ABD’de gördüğümüz manzaranın benzerinin Türkiye’de de ortaya çıkması çok kuvvetle muhtemeldir. Faizler ABD’dekinden daha sert bir şekilde yükselince, Türk hazine bonolarının değeri de aynı süratle düşecektir. Hazine bonosu almaya mecbur tutulan bankalar da haliyle sıkıntıya düşecektir. Böyle bir durumu benim yaşımdakiler gerek 1994’te, gerekse 2001 krizinde yaşamış olup, iyice hatırlamaktadırlar. Her iki seferde de o zamanki iktidarlar faizleri baskı altında tutmuşlar, ancak piyasa infilak edince gerek faizler gerek döviz kurları fırlamış, birçok banka batmıştı.
ABD’de meydana gelen banka krizini çözmek için ABD Hazinesi ve diğer ilgili kurumlar güveni geri getirmek amacıyla piyasayı güçlendirmeye çalışıyorlar. Gerçi 1994 yılında ülkemizde yapıldığı gibi tüm banka hesaplarını limit gözetmeksizin garanti altına almaya yanaşmıyorlar. O tarihlerde Türkiye’de bu uygulamanın tüm bankaların devletleştirilmesi anlamına geldiği için onu eleştirenlerin çok olduğunu hatırlarım. FED’in 2008-2009 krizinden farklı olarak bu defa para basmayacağı, enflasyonla mücadele için daha yavaş da olsa gerekli faiz artışlarına devam edeceği anlaşılıyor. Oysa 2008-2009 krizi sırasında ve sonrasında muazzam miktarda para basıldı. Adına “quantitative easing” yani miktar gevşemesi denmiş olmakla beraber sanırım aynı hesaba geliyordu. Basılan taze paranın yıllar sonraki enflasyon yükselmesinin nedenlerden biri de bu olabilir. Zira ekonomi okuduğum yıllarda, para basmanın enflasyonu azdırmasının kaçınılmaz olduğu öğretilirdi. En başta 1922-23 Almanya’sında yaşanan astronomik boyutlara varan enflasyon olmak üzere tarih bu tür örneklerle doludur.
Ülkemizdeki 1994 ve 2001 krizlerinin hiperenflasyona yol açmadan soğutulması büyük ölçüde IMF yardımlarına başvurulmasıyla mümkün olmuştu. IMF’nin 1994 programı siyasi istikrarsızlık nedeniyle tamamlanamamıştı. Buna karşılık 2001 krizinden sonra Kemal Derviş’in üstün gayret, ikna gücü, deneyim ve becerisi sayesinde ekonomi kısa zamanda çevrilmiş, 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin Hazine Bakanı Ali Babacan da en azından 2010 yılına kadar IMF programını uygulamak suretiyle ekonominin raydan çıkmasını engellemiştir.
O tarihlere bakılınca hem düzenli kalkınma hızı, hem fiyat ve döviz kurları istikrarı, ayrıca yabancı sermaye girişleri açısından ülkemizin tarihinde yaşamadığı bir altın çağ yaşadığı ve AKP’nin kamuoyundaki önemli desteğini büyük ölçüde bu refah artışına borçlu olduğu gayet açıktır.
Ancak 2010 yılından sonra IMF destekli politikalardan uzaklaşılmaya başladı. Sol cenahta IMF’e karşı antipati bir çok başka ülkede görüldüğü gibi sosyal dengesizliklere yol açtığı algısından kaynaklanmakta ve bir ölçüde anlaşılmaktadır. Gerçi 2010 yılından sonra IMF reçeteleri terk edilip rasyonaliteden gittikçe uzaklaşan politikalara gidildikçe refah artışı yavaşlamış, hatta gerilemeye başlamıştır. Ülkemiz on yıldır yerinde saymaktadır. Bunu IMF karşıtlarının da gördüğüne şüphe olmamalı.
Ancak Türkiye’de IMF karşıtları arasında sadece sol değil, AKP, hatta görebildiğim kadarıyla iktidar karşıtı muhalefet de var. İktidar ve AKP yanlılarının IMF karşıtlığı bir ölçüde anlaşılır. Türkiye yeniden IMF ile masaya oturacak olsa, saraylar, özel uçaklar, müşterisi yetersiz köprüler, havaalanları vs sorgulanmaya ve hatta önlenmeye başlayacaktır. Dolayısıyla iktidarın bundan hoşlanmaması ve konuyu bir milli gurur meselesi haline getirmeye çalışmış olması şaşırtıcı değildir.
Ekonomimizin içinde bulunduğu garabetin üstüne bir de deprem felaketleri düştü. İktidarın dahi kabul ettiği rakamlara göre bunların ülkemize getirdiği ek maliyet 104 milyar dolar, yani yıllık milli gelirimizin %12 civarıdır.
İktidar büyük bir tornistan yaparak yüzünü yeniden Batı’ya döndü. Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay vermek, Rusya ile transit malı ticaretini durdurmak, havaalanlarımızda Rus uçaklarına yer hizmeti verilmemesi kararı, ABD, Yunanistan vs gibi ülkelerle havayı yumuşatmaya çalışmak bence bir tesadüf değil. Bir anda Mavi Vatan ve Ege adaları sorunları kenara itildi, Yunanistan’la tekrar diyalog kuruldu.
Ayrıca geçtiğimiz hafta başında AB ve dönem başkanı İsveç önderliğinde Brüksel’de toplanan bağışçılar konferansı da önemli bir olay teşkil etmiştir. NATO üyeliğini engellemeye çalıştığımız İsveç 45 milyon Euro, hatta Güney Kıbrıs bile yarım milyon Euro vaat etmiştir. Ancak toplam 6 milyarlık yardım yaraları sarmaya yetmeyecektir. Kaldı ki bu paralar da iktidarın istediğinin aksine Hazineye nakit olarak değil, AB ve dünya standartlarına uygun projelere tahsis edilecektir. Deprem bölgesinde ayakta durmuş binaların AB parasıyla inşa edilmiş olmaları dikkatten kaçmadı.
Ancak bu para tabii ki yetmeyecektir. Türkiye’nin kendi kaynaklarıyla 100 milyar dolarlık bir fazla üretmesi herhalde gerçekçi bir hedef teşkil etmemektedir. Bunun için başka kaynaklara müracaat etmek halkın refahının birden sert bir şekilde düşmesini engelleyecektir.
Buna rağmen, iktidar ve muhalefet öcü haline getirilmiş olan IMF’den hiç bahsetmemekte, en azından seçim öncesinde deprem yaralarının ek vergiler vs ile sarılabileceği intibaını vermeye çalışmaktadırlar. Bunu bir ölçüde anlamak mümkün. Yaratılan öcüye başvurmak muhakkak ki seçim kazandıracak bir vaat değildir.
IMF desteği olmadan da belki dış finansman kaynakları bulunabilir. Ancak şimdi gördüğümüz gibi bunu bedeli çok yüksek olabilmektedir. Türkiye dış borçlarını astronomik faizlerle karşılamaktadır. IMF programının vereceği güvence bu faiz yükünü ve vatandaşın sırtındaki kamburu hafifletecektir.
Bence bir ilave faydası da özellikle son on yılda gittikçe artan miktarda gördüğümüz hesapsız harcamaların da dizginlenmesine yol açması olacaktır. Şimdiden buna hazırlıklı olalım, IMF’yi öcü olarak görmekten vazgeçelim derim. Muhalefetten de bunu açıkça ilan etmese dahi programını buna göre yapmasını beklerim.