Kaba kuvvetin hakimiyetini dile getiren sözler birçok dilde mevcuttur. Örneğin İngilizce “Might is right” (Güç haktır), Fransızca “La raison du plus fort est toujours la meilleure” (Güçlünün sözü her zaman en iyisidir) denir. İnsanlık tarihi başladığından bu yana kaba kuvvet, güçlünün güçsüzü ezmesine, elindeki toprağı fütuhat yoluyla ele geçirmesine yaramıştır.
Ulus devletler 17inci asırdan itibaren oluşmaya başladıktan sonra da askeri güç ülkelerin genişlemesine yaramış, özellikle Avrupa kıtası bu devletler arasında sonsuz savaşlara sahne olmuştur. Ancak daha 19uncu yüzyılın sonlarında Rusya Çarı II. Nikola’nın önderliğinde Lahey’de toplanan bir konferansta bu düzeni değiştirmeye, ihtilafların barışçıl yollarla çözümlenmesine ve ayrıca savaş hukukunu oluşturmaya yönelik dört sözleşme imzalanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun da taraf olduğu bu sözleşmelere o zamanki ülkelerin neredeyse tamamı katılmıştı. Ancak ihtilafların barışçı yollarla çözümlenmesini zorlayacak sözleşme kabul edilememiş, onun yerine hala işlevini sürdüren Lahey Hakem Mahkemesi ihtiyari bir kurum olarak yaratılmıştır. Bu sözleşmeler halen uygulanmakta olan savaş hukukunun temelini oluşturmakla beraber Birinci Dünya Savaşının patlamasına engel olmamıştı.
Her iki dünya savaşından sonra Lahey Sözleşmelerini bir veya birkaç adım ileriye götürmek amacıyla ilk önce Milletler Cemiyeti, daha sonra da Birleşmiş Milletler kurulmuştu. Merkezi Cenevre’de olan Milletler Cemiyeti Birinci Dünya Savaşının galip devletlerine öncülük rolü ve Konseyde daimi üyelik vermiş, ancak devrevi içine kapanma dönemlerinden birinden geçmekte olan ABD Milletler Cemiyetine katılmamış, Konseyin daimi üyelerinden Japonya ve İtalya aleni emperyalist saldırı politikalarına başvurunca örgüt gittikçe işlev kaybetmiş ve İkinci Dünya Savaşının patlamasını engelleyememişti.
Savaş sonrasında lağvedilen Milletler Cemiyetinin yerine Birleşmiş Milletler (BM) kuruldu. ABD’nin bu yapılanmaya da sırtını çevirmesini engellemek amacıyla merkezi bu defa New York olmuştur. Savaşın galip ülkeleri Milletler Cemiyeti modeline uygun bir şekilde barışı kollamakla görevli Güvenlik Konseyinin daimî üyeleri yapılmıştı. 78 yıl sonra bu yapı devam etmektedir. Oysa tabii siyasi ve askeri değilse bile ekonomik güç dengesi o zamandan bu yana epey değişmiştir. Buna rağmen bu yapı değişememiştir. Şahsi kanaatim bunun değişmesinin ve Konseyin genişlemesi veya üye yapısının değiştirilmesinin mevcut koşullarda pek mümkün olmadığı yönündedir.
Birleşmiş Milletler veya ilk elli yılında dünyaya hâkim olan Soğuk Savaş, mevzi çatışmaları engelleyememiş, ancak bunların kontrolden çıkmamasını sağlamıştır. O dönemde Afrika’da, Orta Doğu’da, Asya’da bir çok savaş meydana gelmiş, ancak nükleer güçler arasındaki “tedhiş dengesi” sayesinde bu savaşların yayılmasının önü kesilmiştir. İki kutuplu dünya kendine göre bir istikrar getirmiş, her iki blokun lideri kendi bloklarındaki ülkelerin karşı tarafla savaştığında dengeyi bozacak bir şekilde kırmızı çizgileri aşmasını önlemişti.
Soğuk Savaşın bitmesiyle açılan yeni dönemde iki kutuplu dünya sona erse de yine de çatışmaların sınırları muhafaza ediliyordu. SSCB çöktükten sonra Rusya en azından ilk dönemlerde dengeyi bozmamış, hatta Yeltsin devrinde Batı ile yakın iş birliğine girmişti. İlk yıllarında geçirdiği ekonomik bunalımın neticesinde Rusya büyük güç kaybına uğramış ve yöneticileri için onur kırıcı bir durum ortaya çıkmıştır. Putin’in psikolojisinde Doğu Almanya’nın son günlerinde gizli servis KGB görevlisi olarak orada yaşadığı travmanın etkisinin çok büyük olduğu söylenir. Amacının da saatleri tersine çevirip SSCB, hatta eski Rus İmparatorluğunun topraklarını tekrar hakimiyetine almak olduğunu zaten hiç gizlememiştir.
Soğuk Savaş sonrasındaki dünyanın dengesini bozan Rusya’nın 22 Şubat 2022 tarihinde komşusu Ukrayna’ya saldırısı olmuştur şüphesiz. İkinci Dünya Savaşının son günlerinden beri ilk defa Avrupa kıtası büyük çapta bir saldırı savaşına ve onun getirdiği bütün felaketlere sahne olmuştur.
Savaşın ilk günlerinde kısa süreceği, Rusya’nın amaçlarına kısa sürede ulaşacağı beklentisi yaygındı. Hatta ülkemizde de bunu bekleyenler az değildi. Kimisi de Batı düşmanlığını Rusya sevdası ile eşit anlamlı gördüğü için böyle bir neticeden memnuniyet duyacaklarını gizlemiyorlardı. Savaşların ne şekilde başladığı bilinmesine rağmen ne şekilde biteceğinin tahmin edilemeyeceği vecizesine uygun bir şekilde rüzgâr birkaç defa değişir oldu. İlk başta kısa süren tereddütlerden sonra Batı dünyası Ukrayna halkı ile liderinin arkasında sağlam bir şekilde durmuş, Ukrayna’ya askeri ve mali desteğini esirgememişti. Bunun da sebebi açıktı. Putin’in savaşı kazanması rüyalarının gerçekleşmesinin ilk adımı olacak, Ukrayna’dan sonra başka ülkelere saldıracak, bu suretle kaba kuvvete müracaat ödüllendirilmiş olacaktı. Batı için böyle bir sonuç tehlikeli olduğu kadar kabul edilemez nitelikteydi. Ancak, savaşın kısa zamanda bitmeyeceği, Ukrayna’nın topraklarını çabuk tarafından kurtaramayacağı kanaati yaz boyunca güçlendi. Ukrayna’nın işgal altındaki topraklarını kurtarmak için başlattığı karşı taarruzun kendisine Batı ülkeleri tarafından verilen tüm modern silahlara rağmen beklenen neticeyi vermemesi şimdiye kadar gösterilen desteğin zayıflamaya başlamasına yol açmaktadır. Gerek yakın ve daha uzak komşuları gerek en büyük finansörü ve silah tedarikçisi ABD’de kendini göstermeye başlayan tereddütler, Ukrayna kısa zamanda cephede önemli bir başarı elde edemezse onu kendisi için olumlu olmayan koşullarda masaya oturmaya mecbur edecek noktaya gelebilir. Böyle bir olasılık halinde ve Ukrayna işgal altındaki toprakları kurtaramadan savaşa geçici veya kalıcı bir son vermek durumunda kalırsa bu sonuç kaba kuvvete müracaatın bir başarısı olarak tarihe geçecektir. Rusya muazzam bir bedel ödeyerek amaçlarının en azından bir kısmına ulaşırsa şüphesiz mükafatlandırılmış olacaktır.
Ukrayna savaşı neticesinde meydana gelen jeopolitik değişim, başkalarını da kaba kuvvete yönlendirmiştir. Azerbaycan hasmı Ermenistan’ın hamisi Rusya’nın başka yerlerde meşgul olmasından ve hatta Putin’in Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın yüzünü Batıya çevirmiş olmasından duyduğu kızgınlıktan yararlanarak, 24 saat süren kısa bir savaştan sonra Karabağ’ı ele geçirmiş ve oranın Ermeni nüfusunu göçe zorlamıştı. Her ne kadar ülkemizde Azerbaycan’ın amacına ulaşmış olmasından haklı nedenlerle memnuniyet duyulmuşsa da, Karabağ’ın 120.000 Ermeni nüfusunun nerede ise tamamının göçe zorlanmış olmasının yeni bir insanlık dramına yol açtığı görmezden gelinemez. Burada da güçlü kazanmış, Ermenistan’a ezeli sempati duyan Batı ülkeleri de cılız protestolar dışında bir şey yapamamış, seyirci kalmıştır.
Hamas’ın 10 gün önce İsrail’e başlattığı terör saldırısı da bozulan dengelerin bir neticesidir. Kesin bir kanıt olmamakla beraber Hamas’ın intihar saldırısı olarak tanımlanabilecek beklenmedik saldırısının arkasında İsrail ile Arap ülkeleri arasında İbrahim Anlaşmalarıyla başlayan, ancak son zamanlarda hızlanmaya başlayan yakınlaşmadan rahatsızlık duyan İran’ın olduğu kanaati belki de haksız yere çok yaygındır. Sonu ne olacağı belli olmayan ancak İsrail’in haklı sayılabilecek bir intikam duygusuyla bütün gücünü Hamas’a ve onun önünde canlı kalkan gibi duran masum Filistin halkına yöneltmesi çok kuvvetle muhtemeldir. Hamas’ın bu güce karşı gelmesi zor olup, muhtemelen uzun sürecek bir mücadeleden yine İsrail kuvvetleri galip çıkacak, Filistin halkı yine muazzam bir bedel ödeyecek ve silahlar günün birinde yeniden ateşlenmek üzere bir süreliğine susacaktır. Bu savaşın kalıcı bir barışa yol açmasını beklemek pek doğru olmaz. Güç dengesi İsrail lehinde ve Hamas saldırısından sonra İsrail’in masaya oturmak isteyeceği şüphelidir. Kaldı ki programında İsrail devletini yer yüzünden kaldırmak olan Hamas’ın da masaya oturmak istemesi beklenmemelidir. Kaldı ki İran’ın kargaşanın devamından yana olacağına hiç şüphe yoktur. Sonunda eli güçlü olan -bu durumda İsrail- kazanacak, bölgede İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana devam eden aralıklarla bozulan ateşkese devam edilecek, barış gelmeyecektir.
Son günlerde Balkanlarda da yeni bir çatışma ihtimali tehlikesi baş göstermeye başladı. Kosova’nın Sırbistan’la savaşarak bağımsızlığını kazanmasını Sırplar hiçbir zaman kabul etmedi. Gerçi AB’nin beş ülkesi bu ayrılıkçı devleti tanımamış ancak AB’nin gözetiminde yine hassas ve her an bozulmaya açık bir barış düzeni kurulmuştur. Ancak son zamanlarda Sırp nüfusunun yaşadığı Kosova‘nın kuzey bölgesinde hareketlenme başlamış, Sırbistan’ın veya aşırı sağ Sırp milislerinin ülkeye saldırma ihtimali gündeme gelmiştir. Burada da müzakere yerine kaba kuvvete müracaat tercih edilecek gibi gözüküyor. AB kendi kıtasında yeni bir sınama ile karşı karşıya. Bunun altından ne şekilde çıkacağını zaman gösterecektir.
Yazının başına dönersek, 1899 yılında başlayan her türlü ihtilafa barışçı yollardan çözüm arama zorunluluğunu getirme gayretlerinin sonuç verdiğini söylemek pek mümkün değildir. Aradan geçen 124 yıl içinde kendini güçlü hissedenin güçsüze saldırdığına sayısız defalarca şahit olduk. Bazı dönemlerde -mesela İkinci Dünya Savaşından sonra Nüremberg ve Tokyo mahkemelerinde- saldırganlar cezalandırılmış, ancak birçok defa ceza görmedikleri gibi yaptıkları yanlarına kar kalmıştır. Takriben otuz yıl önce kurulan Yugoslav ve diğer ad hoc Ceza Mahkemeleri ile Uluslararası Ceza Mahkemesinin performansları her zaman yeterli olmamıştır. Hak, hukuk gibi kavramlar burada da işlememiş veya eksik kalmıştır. Seçici adalet (selective justice) iddiası bu çerçevede sık sık gündeme getirilmiştir. Zaman içinde bu alanda bir düzelme olacağına, son dönemdeki gelişmelerin gösterdiğinden farklı olarak sorunlara barışçıl ve müzakere yoluyla çözüm bulunacağına dair ümitleri besleyecek bir şeyi maalesef göremiyorum. Keşke yanılacağımdan emin olsam. Tersine dünyanın değişik bölgelerinde artan sıklıkla meydana gelen kaba kuvvete müracaat ve bunun yaptırımsız kalması ileriye yönelik iyimserlik duyulmasına pek imkân vermiyor.