Alacakaranlık mânâlarıyla yükü ağır bir kelime… Güneş doğarken de, batarken de yaşanması, aydınlığın ya da karanlığın belirtisi olması, o süreci rengârenk göstermesi, geceden güne, günden geceye geçişi izah etmesi de yükünü ağırlaştırıyor.
Sanat, edebiyat, sinema, şiirler, şarkılar, türküler de bu bereketli fırsatı, doğanın bu armağanını kaçırmıyor. “Batan gün kana benziyor /Yaralı cana benziyor” mı dersin, vakti kerâhette geceye kaldırılan “nazlı beyaz rakılar”, “şafakta yaldızlanan güvercin şakırtıları” mı…
Alacakaranlığı seviyorum. Bilhassa sabaha eren güzel bir gecenin hak ettiği saatlerde. Güneş başrolde sahneye çıkıp da o faslı bitirmeden, tabloyu değiştirmeden… Uykuyu gündüz saatlerine devredenlere yahut esnemenin cüretkâr davetine meydan okuyanlara armağan.
Al gözüm seyreyle Salih…
Hoş bir tembelliğin, rehavetin çöktüğü -seyirci- saatler. Geceye doyulduktan sonra karanlığın sis gibi dağıldığı, rengâhenk çekildiği zamanlar. Kesintisiz gecenin hak ettiği bir hediye. Hele baharsa, ilkyazsa… Gerinen, uyanan, ayaklanan, kuşlarıyla şakıyan bahara “Al gözüm seyreyle (hisseyle) Salih” saatler.
İnanılmaz, her seferinde ilk kez görülmüş gibi bir hayranlık yaratan renk dönüşümleri, geçişleriyle usulca, doğa dâhil sanki kimseyi zamanından önce uyandırmayan bir cümbüş. Sesiyle, rengiyle yumuşacık, partisyonları iç içe geçen, sürekli değişen bir senfoni.
Akşam-gündüz sefaları
Gün yavaş yavaş Akşam Sefası’nın üzerine doğuyor. Birazdan sahneden usul usul çekilecek. Alacakaranlığı hissettiği an açılan, gece boyunca sefasını süren çiçekleri gün doğunca kapanıyor. Akşamcılar, gececiler sürüyor sefasını… “İksir”lerinin yaraları iyileştirdiği, iltihabı kuruttuğu rivayet ediliyor. Psikolojik olarak da mı, bilemiyorum.
Gündüz Sefası da var. Güneşi hissedince sarıcı, tırmanıcı borazan çiçekleriyle açıyorlar. O ana kendini versen, kaptırsan sadece doğanın uyanışını değil şair deyişiyle çiçekleri açarken, çayırları büyürken göreceksin sanki.
Umut… Umut da öyle bir şey belki; bazen en zor, en dar anda bile öyle büyüyor, zamanı gelince de açıyor, borazanları çalıyor içinde. İnsanın alacakaranlıktan sonra doğacak güne ya da batacak güneşe dair tasavvuru, çoğu kez tahminleri de, hayatında neyi, neden, nasıl öncelediğine göre değişebiliyor. İnsanın umudu, sadece zihnine değil eline, çabasına da muhtaç.
Keyfi hayatta “iş” bölümü
Baharda-yazda alacakaranlık o mevzuda geçimsiz olan, karanlık basınca daralan için bile daha katlanılabilir herhalde. İnsanı yeni günle buluşturan alacakaranlığın diğeri (zıttı demeye elvermiyor gönlüm) günü usulca geceye dönüştüren zaman dilimi de güzel. Bir gececi olarak “Hadi artık” geceyi bekliyorsan… Yine hoş, renkler yine dönüşüyor, yumuşacık gelip geçiyor, başlatıyor geceni…
Gece, geceye dair tahayyüllerinle güzel elbette. Mesela evde film seyretmek akşam, “gece işi/keyfi” geliyor bana. Elbette kural filan değil ama hayatındaki “iş” bölümünün tamamen keyfi olduğu döneminde böyle “yargı”lar bir tür çekidüzen verebiliyor insana. Günebakan esnekliği de ikramiyesi…
Geceyi bekleyen mahsus mesai
Gece(ci) sineması sadece ona ayrılan zamanla ilgili değil sinema nostaljisiyle bir tür alacakaranlık, dış seslerin kesildiği bir ortam da gerektirdiği için muhtemelen. Gecenin, “dışarı”nın sesini, hengâmesini usulca, adım adım kısması da konforu.
Yani geceyi sabırsızlıkla beklemek için “akşamcı” olmak gerekmiyor. Ama alacakaranlığın o lugatta “vakt-i kerâhet”e dönüşmesi, güneşin rakı burcuna girmesi filan muhtemelen birçok akşamcının eskimeyen deyişleri arasında. O keyfe keder biyoritme uysa da, uymasa da… Astroloji o burçta farklı işliyor, yıldızlar göz alıcı, serinliği rahatlatıcı, saat ayarı ise bünyeye göre. Hatta meslekî bir hâl, bir tür mesai bazen. Ama yine keyfi “iş” bölümünün esnekliğinde, katı kurallara ihtiyaç duymadan… Keyfin en sinsi düşmanı alışkanlık olmalı. Alışkanlığın rutininde silikleştikçe, yorabiliyor bir şekilde.
Alacakaranlık hastalığı
Charles Baudelaire övgüler düzecek kadar seviyor alacakaranlığı. Akşamın alacakaranlığını… “Akşam oluyor. Günün çalışmalarıyla yorulmuş zavallı kafalarda büyük bir rahatlayış başlıyor; alacakaranlığın yumuşak ve bulanık renklerine bürünüyor şimdi düşünceleri…”
Lâkin alacakaranlığın delileri kışkırttığını da savunuyor. “Delilik” yaşanan anların da kışkırttığı bir hâl, bir anın bir anı tutmadığı, tutanının bile farklılaştığı bir durumsa, Baudelaire’da alacakaranlık da öyle. Bünyeye, “o delilik”in yelpazesine göre…
“Bir zamanlar iki dostum vardı, alacakaranlık iyice hasta ederdi onları. Biri o zaman tüm dostluk ve incelik bağlarını bilmezlikten gelir, ilk önüne çıkana yabanıllar gibi kötü davranırdı.
Akşam, o derin hazların öncüsü, onun için en lezzetli şeylerin bile tadını kaçırıyordu. Öteki, o kırgın hırslı, gün alçaldıkça daha hırçın, daha somurtkan, daha alaycı olurdu.”
Bu duruma “Alacakaranlık hastalığı” diyor Baudelaire… Yazarlar, şairler, sinemacılar bazen ne hoş hastalıklar, edebiyat için ne bereketli arızalar üretiyorlar. Boris Vian “tıp”ı mesela; akciğerinden garip bir müzik duyulan, göz kapakları hızla uzadığı için sık sık onları kesmek zorunda kalan Colin’le, akciğerinde bir nilüfer olan Chloe’un “hastalıklı” dünyası.
Karanlıktaki düş ateşleri
Baudelaire devam ediyor: “Onların beynini karanlıklarla dolduran gece, benimkinde ışık yakar; aynı nedenin birbirine karşıt iki etki uyandırması ender bir şey değildir ya, bu iş bende merak gibi, telaş gibi bir şey uyandırır hep. Ey gece! Ey serinlik getiren karanlık! Benim için bir iç bayramın belirtisisin sen, sen bir bunaltıdan kurtuluşsun!”
Baudelaire’in bana güncel, hatta “siyasi” de gelen alacakaranlık tablosunda “bir başkentin taşlık labirentlerinde yıldızların ışıldayışı, fenerlerin parlayıverişi” var: Tanrıça Özgürlük’ün şenlik (işaret) fişeği! “Gecenin yengin baskısı altında günün can çekişmesi gibi hâlâ ufukta sürüklenen pembe parıltılar, Batı’nın son parıltıları üzerinde kırmızı ve donuk lekeler bırakan şamdan ateşleri, görünmez bir elin Doğu’nun derinliklerinden çektiği ağır örtüler, yaşamın en önemli saatlerinde insan yüreğinde çarpışan karışık duygulara öykünüyor.
Şu garip oyuncu giysilerinden biri sanki, koyu renkli, saydam tülü, kara bugünün altında beliren tatlı geçmiş gibi, parıl parıl bir eteğin azalmış güzelliklerini sunmakta; üzerine serpilmiş, altın, gümüş titremeli yıldızlar da ancak Gece’nin derin yası altında güzel yanan düş ateşlerinin yerini tutuyor”.
Siyah yok alacakaranlıkta!
Benim çizdiğim, hayallerime astığım alacakaranlık tablosunun bir köşesinde Vincent Van Gogh’un “Kafe Terasta Gece” resmi de var. Yıldızlar o kafenin bulunduğu sokağa bakıyor. 135 yıllık tablosunda siyah rengi hiç kullanmamış. Bunu özellikle vurguluyor. Gecenin koyuluğu sadece mavinin, menekşe ve yeşil tonlarının yansımalarında. Siyah yok!
Kız kardeşine mektubunda gece resimlerinin genellikle gündüzleri çizildiğini de hatırlatıyor. Ama o kafeyi, o sokağı, insanları, o gökyüzünü, yıldızları, geceyi gördüğü anda, gecenin bile pür karanlık, simsiyah olmadığını ortaya koyarak resmetmiş. Hep öyle gösterildiği, öyle de sanıldığı gibi değil.
Sabah mı olacak, gece mi…
Bugün hayatında yaşadığın alacakaranlığı, orada gizlenen umudu Baudelaire’in, Van Gogh’un tablolarındaki gibi görmüyorsun belki. Belki öyle resimler çizmen için elindeki malzeme de sınırlı. Alacakaranlığın insana etkisi öncesinde yaşanan günden, biriken hayattan bağımsız da değil şüphesiz. Kimi zaman karanlıktan daha zor, daha tedirgin edici, endişe verici geliyor.
Diyelim uykusuz gecelerin yahut kıtalararası, uzun bir uçak yolculuğunun, sonraki aktarmaların filan ardından uzandın evinde. Daldın, süresini kestiremediğin bir süre sonra uyandın. Uyku sersemisin… Yorgunluğun, uykusuzluğun, hayatının içindeki o sancılı geçişin nekaheti de üzerinde.
Nerede olduğunu ayırt edemiyorsun bir an. Belki yetersiz gelen, seni öylece sızdıran uykunun ütüleyemediği, henüz uyandıramadığı kafan darmadağın… Yatak odası alacakaranlık: “Kaç saat uyudum, saat kaç?..” Alacakaranlıkta anında bulamıyorsun bu sorunun yanıtını bazen.
Alacakaranlığın ardından, gece yani karanlık mı gelecek, yoksa sabah yani aydınlık mı, kestiremiyorsun o an… Güneş mi doğacak, yine çoktan battı, gece mi oldu yoksa? Saniyelerin süresini uzatan ağır çekim geçiş saatleri…
14 Mayıs’ın alacakaranlığı
Kara kışta, koyu bulutlarla kapalı havalarda alacakaranlığın ardından gelen aydınlık da daha belirsiz bazen, hatta bunalana daha temas eden, dokunan bir “karanlık”. Bazıları için alacakaranlıktan geceye geçişin bir süreç değil bir ton farkıyla belli belirsiz yaşandığı günler.
Gri havaları (da) seven bünyeler için bile hayatın üretilen, çoğaltılan karanlığı, o ağdalı, bulaşan gri bunaltıcı. İçi kararan insanın manzarasına öyle gri havalar, siyasetin, onun ürettiği hayatın ağdalı karasıyla da tüy, tuğ dikiyor olmalı.
14 Mayıs için gün sayarken bazen o alacakaranlıkta hissettim kendimi. Güneş mi var dışarıda, yoksa yaşanan koyu gecenin devamı mı… Memleketin hâli de “Yahu neredeyim ben?” diyecek kadar tuhaf, karanlık, alabildiğine pervasız, kendi kara-rekorlarıyla yarışan günler yaşatmış, artarak yaşatıyor sana.
Dileği-bedduası: Yalnız kalasın
Umut o yetersiz uyku gibi bazen; üstelik umudu da yoran kâbusların var. Özenle, yıllardır yerleştirmiş düşlerine iktidar. Onun umudu geceyi simsiyah, umudu hep kapkara sanmanda. Ki bir ampul yaktıklarında aydınlık sanasın, yalancının mumuna, o titrek “aydınlık”a bile katlanasın, hatta şükredesin.
Elbette yalnız, bir başına değilsin ama öyle hissetmiyorsun bazen. Kimi zaman bir tür kalabalık yalnızlık; kendi şehrinde, ülkende yalnızlık hissi… Yalnız olmadığını bile bile. İktidar onu, kendini yapayalnız hissetmeni istiyor zaten; seçim sürecindeki yazı dizimde örneklerini uzun uzun sıraladığım gibi seni millet değil “bir güruh” kabına/kalıbına sığdırmaya çalışıyor. İktidar kalabalığı bariyerlerle bölmüş,
Ruhuna, derinlerine mütemadi bir alacakaranlık hâli, bir “alacakaranlık hastalığı” bulaştırmaya uğraşıyor. Bünyen de müsait; hiç yaşamadın ki, hatta çoktan unuttun aydınlığı. Her manzarana astıkları karanlığın müsebbipleri aralıksız, son çare, pürtelaş konuşuyor ekranlarda… Sesleri, siluetleri o gerekli, o nefes aldıran, farklı yalnızlığına, umutla beslenen dinginliğe fırsat vermeyen korosunun kakafonisi.
Muhakemeyi karartma çabası
Amaçları o. Seni Edgar Allan Poe’nun ille karanlığa gömülen alacakaranlığıyla, gerilimi, ürpertisi, korkusuyla kuşatmak… Ki “Sabah mı olacak birazdan, gece mi?” sorusu içini kemirsin, umudunu hep tahrip etsin, ürkütsün, kovalasın. Muhakemelerin, tabloların hep simsiyah boyadıkları, eskizlerini gündüzden hazırladıkları o alacakaranlıkta kalsın.
Alacakaranlığın sesi, ekranında, pencerende dursun, gürlesin hep. “Beka”yı, “milliyetçilik”i, “din”i, o sacayağında kavrulan her şeyi, hayatı o söylemin, o eski alfabenin istenen her tarafa eğdikleri-büktükleri harflerinden hecele, o karanlıkta okumaya çalış. O yanılsama onlara oy verenlerin de, vermeyenlerin de muhakemesini (alaca)karanlığa mahkûm etsin.
Görme, görsen de inanma
Aşırı karanlığa öyle alışsın insanların gözleri. Oraya, şuraya, buraya güç bela, seçimden seçime tuttukları ampulü aydınlık sansın insanlar. Karanlığı da onların kara gözlerinden okusunlar, desinler ki “Asıl karanlık bu yaşadığım değil, öteki, yüzyıllardır çiziktirdikleri sanal tablo”.
Senin bile karanlığa alışsın gözlerin… Ki umutların da kararsın. Akıl süzgecin delik deşik olsun, yaşanılan ölçüsüzlükler, “Bu kadarı olmaz”lar artık akla uygun gelsin. Alış… Pes et…
O alacakaranlıkta, o Alacakaranlık Kuşağı’nda dizi film misali izlediğin “ifşa videoları”nın fragmanlarını, sadece o ekranlarda değil hayatında, karşında bulsan bile o karanlıkta göreme, görsen de inanma ya da kayıtsız kal. Gözün bozulsun…
O koyu karanlıkta akıl, mantık, perva, ölçü, rasyonalite gibi kelimeleri cümle içinde kullanama. Akıl değil el yordamıyla olsun cümlelerin, düşüncelerin, muhakemelerin. İktidarın her mevzuda elini tuttuğunu, elini ittirdiğini yahut başka tarafa çekiştirdiğini unut.
Alacakaranlıktaki Ülke tablosu
Alacakaranlık çünkü, karanlık hiç dağılmamış. Alacakaranlık ortalıkta dolaşanların kara pelerinler gibi yansıyan koyu gölgeleriyle iyice uzamış, kapkara, simsiyah olmuş. Bir koroya, onunla uygun adım bir yürüyüşe, hatta kimi zaman başıbozuk alayının saldırısına dönüşmüş.
Alacakaranlığı geçmişin yükü, ezberiyle sadece siyah, “karanlık” olarak görmeye meyilli hayatlar, baharın, ilkyazın değindiğim geçişini, karşısında bugün yükselen manzarayı fark etmesine engel… Görse de karanlığa yorması muhtemel, bu hengâmede.
Zira çizilmek istenen hep “Alacakaranlıktaki Ülke” tablosu, onun tuvaline yerleştirilen savaş figürleri. Güvercin uçmuyor-uçamıyor-uçamaz o tabloda, hep kartalların, atmacaların, şahinlerin gürültülü, cüretkâr, “alıcı” kanatlarının gölgesindeki o alacakaranlıkta… O tuvaldeki insan siluetleri, figürleri de unutmuş onun kapkara bir tablo olduğunu. Ressamının kim olduğunu… Alışmış da bazısı.
Uyku-zihin sersemliği
Oysa yıllardır hep aydınlık diye sunulan her şeyin bazen alaca, çoğu kez koyu karanlık olduğunu yaşadın, yaşıyorsun. “Aydınlık bu tabloda gizli” çapraz bulmacalarıyla sunulan karanlıkta geçti ömür. Uyku sersemliğiyle, zihin sersemliğiyle de…
İç dünyan ile dış dünyanın çoğu kez, ille de o alacakaranlık alanda buluşan, bazen itişen, bazen kabullenen karmaşası, sersemliği. Alacakaranlıkta muhakeme ne kadar aydınlatıcı? Bırak yanıtlarını, bazen soruların bile kapkaranlık.
Gördüğüm kâbuslardan arta kalan bir kesit, ışık huzmesi gibi hatırlıyorum Oruç Aruoba’nın “En değerli aydınlık karanlıktan sonraki aydınlıktır” sözlerini. Biliyorum, ama yeni güne uyanmak, doğacak güneşi sindirmek de gözünün alışmasını, uyku sersemliğini üzerinden atmanı gerektiriyor. Karanlığa sızan ışığın gözlere etkisi -bir an- farklı ne de olsa… Zihin de mi öyle?
“Hey, sağına soluna bak!”
O karanlık bazen en keyif aldığın zamanı, girişte anlattığım o hayat, bahar dolu alacakaranlığı bile örseliyor, karartıyor. Hatta gecesiz kalıyorsun bazen ürettikleri o ağdalı-ağulu, yapış yapış karanlıklarda… Geceyi ille de siyah sanıyorsun. Gecelerin karanlığa uzuyor, gözlerin kararıyor.
Ve en lüzumlu anda en karamsarımız, Ahmet Erhan sesleniyor “Alacakaranlıktaki Ülke”sinden, 40 yıl önce yazdığı dizelerle: “Hey güneş doğacak hey sağına soluna bak /Karanlıkta yazmaktan gözlerin bozulacak.”
Evet, bakın sağınıza solunuza, mahkûm edildiğiniz karanlığa, en umutlu anınızda bile türlü yollarla itelenmeye çalıştığınız o alacakaranlığa… Belki de tarihin en geniş, aydınlık isteyen en umutlu, en rengârenk, en kalabalık ittifakının, başa baş bir mücadelenin içindesiniz. Bu bile her şeye değer.
BİR TABLOYLA ALACAKARANLIK
VAN GOGH’UN KARA KARGALARI
Vincent Van Gogh’un resimlerinde sıcacık, uzayıp giden sapsarı manzaralarıyla ışıldayan buğday tabloları hayatının sonuna, o sürece de yerleşiyor. Belki (alaca)karanlıktaki zihninin ağır, hazin fırça darbeleriyle… Yaşamının son haftalarında, Temmuz 1890’da yaptığı “Buğday tarlası ve kargalar” tablosunda o güzelim tarlalarına alacakaranlıkta kara karga sürüsünü saldırtıyor.
O süreçte yaptığı yine kararmış gökyüzünde, “Fırtına bulutları altında buğday tarlası” da var. Ancak son tabloları hâlâ tartışmalı, yapılan yorumlar da çok farklı. Van Gogh 10 Temmuz 1890’da yazdığı mektupta son günlerinde yaptığı tablolarındaki duygularının sadece “sıkıntı, yalnızlık, hüzün”den ibaret olmadığını anlatıyor:
“Bu resimlerin sizlere kelimelerle söyleyemediğim şeyleri, içinde gördüğüm sağlık ve onarıcı güçleri anlatacağını düşünüyorum.” Belki bu sözleri yazımda değinmeye çalıştığım alacakaranlık yorumları için de kuvvetli ipuçları. Günü, güneşi karartmaya, buğday tarlalarını, umudu yok etmeye ne kara kargalar yeter, ne kara havalar.
Alacakaranlıktaki espriler
Seçime giderken Talkshow’un parlayan isimlerinden Deniz Göktaş’ın videosunu izlemiştim. “Gündemi takip eden” seyircisine tebessümle sesleniyor: “Bir geri sayım hâli var, seyircilerde öyle bir neşe var… 14 Mayıs’a dair büyük bir umut filan… Ben o kadar umutlu değilim. Yani sonuçtan umutluyum tabii… Ama bize o, o kadar iyi gelecek mi, bilmiyorum. Şu benim hoşuma gidiyordu; yani 20 yıldır aynı yerden rahatsız olmak benim hoşuma gidiyordu. ‘Düzeltilecek bir tek şey var’ hissi, beni rahatlatıyordu. Benim için umutlu bir şeydi.
Çünkü evde de oluyor bazen. Annem mesela masaya kilitleniyor: ‘Bu masayı atmak lazım, bu masa evi mahvediyor’ filan diye. Sonra masayı atıyoruz, ‘Koltuklar da bok gibiymiş, halı da berbatmış’ filan. Yani aynı yerden nefret etmenin birleştirici bir gücü vardı. 14 Mayıs’tan sonra bu tayfa bir daha toplanmaz…”