Kedidir…

Bağımsızlık, zarafet, kedi, müthiş bir üçleme… Ulus Baker zarafetin “bakış açısının işe yaradığı, anlamamızda işe yaradığı şeylerden birisi” olduğunu vurguluyor: “Hayvanların insanlardan çok daha zarif yönleri var. Bir kedinin atlayışını düşünün… Bunlardaki çok özel zarafet sanata her zaman kaynaklık etmiş bir doğa zarafeti”. Onlarda “başka bir dünya”nın estetiği, zarafeti, mânâsı gizli. Başka dünyaları anlamak, kabullenmek, sevmek, farklardan hoşlanmak için de hayvanlara, kedilere ihtiyacımız var. Enis Batur’un yazdığı gibi “Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri bir şey var” aynı zamanda.

İnsanlardan söz ederken dilin kifayetsiz kaldığı, lafın uzadığı durumlarda doğadan, hayvanlardan medet umuyoruz. Zira insanların hayvanlığı onları yerin dibine sokarken de, överken, yüceltirken de kullanışlı. Bu durum dile iki farklı mânâyla yerleşen “benzetmek”in alanını da genişletiyor, örneklerini çoğaltıyor.

Yalın anlamıyla benzetmek, insanla hayvan arasında hoş, güzel, şirin, azametli benzerlikler kuruyor. İtibarlı benzetmeler… Aslan -kral- gibi, kuğu gibi gezinmekten, kurt gibi atılmaktan, ceylan gibi sekmekten, sevgilinin ayıcığı, sıpacığı, kuzucuğu olarak sahiplenilmekten kıkır kıkır mutluyuz.

Öfke, nefret, aşağılama yüklenmiş -iyice- “benzetmek” ise insanı berbat etmenin, hakaretin, hatta ağzını burnunu kırıp sıfatını bozmanın ifadesi.  Mesele orada, ayıcık, sıpacık, kuzucuk kirletilen o alanda büyüyor; ayı, eşek, koyun oluyor.

Hayvanın değil insanın kötülükleri, ârazları… Bir hayvan türünün evrimi olarak insanın öyle, o “küfür”lerle adlandırılmaktan bu denli alınmasını, öfkelenmesini, o evrimden değil de öyle nitelemelerden kan çıkarmasını, kavgasını sağlamak da insanın marifeti. 

Kedilere dair “kamu bilgisi”

“Ayı” ile “Ayıcık” arasında iltifattan, sevgiden, hakarete, nefrete de açılabilen o kapıyı zorlamak, o konuyu aralamak değil meramım. Orada pek bir sır, gizem de yok zaten. Ama kedilerden söz etmeye, aslında onlara biraz değinmeye çalışacağım bir yazı dizesine o kapıdan girmek kısmetmiş.

Geriye gittiğimde en küçümen yıllarıma, dünyama, mahalleme, sokaklara dair hatıralarıma klasik çizimiyle bir kedi kıvrılıyor, bir köpek oturuyor mutlaka. Yazı dizisinde o yıllara da değineceğim biraz. Yazdıklarım birçok yönüyle bir tür dedikodu yazısı olacak. Zarar vermemeye çalışarak, özünü yitirmemesine dikkat ederek abartacağım da belki. Yahut kimine öyle, abartı gibi gelecek.

Lâkin kedilere dair birçok iftira, bâtıl ama âtıl sayılamayacak inanç, rivayet yani “kamu bilgisi” geziyor oralıkta. Onlarla da kavga edenlerin yanında sevgisini bile “ama”ların çitleriyle, dikenli telleriyle sınırlayanlar da çok. “Kedici” ya da “Köpekçi” kutuplardan bile söz edilebilir. Böyle nedenlerle kediler hakkında sağlam dedikodu yapmak da zor.

Sınır Tanımayan Kediler Örgütü

Üstelik en az üç-dört ayrı kabilenin, koloninin, “Sınır Tanımayan Kediler Örgütü”nün, işleyişi, lüzumuyla bazen Kedistan Birleşik Milletleri/Devletleri’nin fahri ya da asıl üyeleri gözümün önünde… Tek tabanca dolaşanlar, “öteki”ler de var. Yüzlerine karşı dedikodu da müşkül yani. Hem dedikodu bile magazinel hâli, sefaletiyle değil biraz hakşinas olmalı.

O yüzden mevzuya insan nezdinde, indinde girmek, kapıyı kedinin insana atfedilen, mal edilen bazı özellikleriyle aralamak bence daha kolay ve adil gibi. İnsana dair bir itibar üretiliyorsa oralardan, endam da, marifet de kedide.

Zihnimdeki kedi tabloları da öyle… Mesela “vakur”un, “mağrur”un,  o donanımla “cazibe”nin, çalımlı salınışın gerçek mânâsını, büyüsünü, en zor durumlarda, dar anlarda bile varlığını koruyabileceğini insanlardan çok kediler ebedî kılıyor sokaklarda.

Böyle özellikleri, ayrıcalıkları doğasına farfarasız alabilenlerde fark edilen ve onlara “hak” olan külliyen “stil”in, tarz sahibi olmanın emanet salınışlarla insanda kolayca karikatürleşebilen anlamını yeniden hatırlatıyorlar. “Budur” diyorlar, kendi dilleri, mimikleri, jestleriyle: “Esası budur…

Kedi karakterinin taşınmazlığı

 Üstelik böyle afili özelliklerin koluna özgür, asi, alımlı,  yaban, muzip, uçarı gibi cazip sıfatları, nadir vasıfları takarak. Evet vakur, yani “ağırbaşlı, temkinli” ama gerektiğinde o ölçüde cesur, sıradışı, inadına başına buyruk, zeki, “benbilimci”. Ve muzip, oyuncu, eğlenceli, isterse…

Vakur olmanın gerektirdiği “temkin”i hem içgüdüsel, hem de yaşadıkları hayatın, insan ka(la)balığının öğretisiyle, tecrübesiyle alıyorlar bünyelerine.  

Ağırbaşlılığı hedonizmin tembellik hakkıyla, gerektiğinde soylu bir umursamazlıkla iç içe yaşasalar da, karakterlerinden ödün vermemek adına, ömür boyu yaban, gerektiğinde hırçın durabilmek yakışıyor onlara. Böyle aykırı vasıfların taşıyabilenine bazen yakışabildiğini de onlardan, o karakterden öğreniyoruz sanki.

“Bakış açısının işe yaradığı alan”

Mahir, alımlı. Sağ adımını koyduğu noktaya, sol adımını da atarak göz alıcı bir manken gibi usulca ama seri, inanılmaz bir devinim ve ritimle dolaşıyorlar sokakları, en ürkütücü kuytuları, ulaşılmaz zirveleri. Hem de mankenlere özgü bir organizasyonun senaryosu, koreografisi, yakıştırması, taklidiyle değil her köşeyi, suyu-çamuru bile kendiliğinden podyum, her salınışı bir gösteri sanatı eyleyerek. Adım üstadı…

Buradan kedinin zarifliğine, zarafetine geliyoruz ki Ulus Baker ölümünden yedi yıl sonra, 2014’de basılan “Sanat ve Arzu” kitabında estetiği ve “zarafet”i derinliğine ele alarak, müstesna bir yere, hakkıyla koyuyor. Baker için zarafet, “bakış açısının işe yaradığı, anlamamızda işe yaradığı şeylerden birisi”. Düşüncenin, bulunan çözümlerin zarafetine, hayata, sanata etkilerinin zarifliğine dikkat çekiyor.

“Sanata ilham olan doğa zarafeti”

Bunları hayvanlar âleminden de çarpıcı, göz alıcı örnekleriyle anlatıyor. Baker’in doğada öyle salınışların, stillerin, zarafet türlerinin “model”lerinden birisi de kedi: “Hayvanların çoğu zaman doğalarından gelen, insanlardan çok daha zarif yönleri var. Bir kedinin atlayışını düşünün, bir leoparın koşuşunu, bir ceylanın kaçışını… Bunlardaki çok özel zarafet sanata her zaman kaynaklık etmiş, ilham vermiş bir doğa zarafeti.” Halet-i ruhiyelerin, insanın doğa, başka canlılar üzerinden tasviri sanat için tarih boyunca bereketli.

Charles Bukowski “stil”in ayrıcalığını, kendine özgü zarafetini tanımladığı -daha önce yazdığım- o uzun, unutulmaz tiradının finalini öyle, o yolla getiriyor: “Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden… Stildir…” Ve “Stil her şeydir. Stil her şeye cevaptır” diyor gözünü kırpmadan.

Farklardan hoşlanmanın yolları

Baker çok kıymetli, zihnimize yer etmesi gereken bir örnek veriyor; karada, yani bu dünyada “berbat bir yürüyüşü” olan yengeç, “gözümüzün önüne başka bir dünyanın, bir denizin bütün zarafetini taşıyabilir” diyor. Canlandırın, hatırlayın ona yaklaşan devden, insandan uzak durmaya çalışan, kendini korumak için kıskaçlarını kaldıran, deplasmanda bile diklenen stilini.  

Zarifliğin gözde simgelerinden kuğunun sudan çıktığındaki paytak paytak, acemi yürüyüşünde “başka bir dünya”nın estetiği, zarafeti, mânâsı gizli. Farklı, başka, öteki dünyaları anlamak, kabullenmek, sevmek, farklardan hoşlanmak için de hayvanlara, kedilere ihtiyacımız var.

Farklıların, başkalarının, ötekilerin bu dünyayı, “bizim dünyamızı”, bizim yüzümüzden bir “güvercin tedirginliği”, bazen “ceylan ürkekliği”yle yaşamak durumunda, hatta zorunda kaldığını görmek, anlamak, çözmek gibi bir sorumluluğumuz da var.   

“Kediler krallara bile bakabilir”

“Şeytan tüyü”, o istisnai imtiyaz, kerhen kabullenme belki kediyle tanışanların uydurduğu bir deyim. Sonraki yazımda değinmeye çalışacağım şeytanın, cadının, büyücünün elini onunla, kediyle güçlendirdiğine dair külliyat malum. Çünkü “otorite” tanımayan, düzen karşıtı, bağımsız, asi bir yaratık. İnsan bile öyle, o niyetle, o rütbeyle yaratılmadı! Tarihi, hasbelkader o özelliklere, o rütbeye ulaşma mücadelesinin kronolojisi. 

Hem de her hâliyle baştan çıkarıcı, sadece bakışı bile etkileyici, delici ve kural, tabu, yasak tanımayan, cüretkâr bir odaklanış. Mesela Enis Batur’un 32 yıl önce “Kediler Krallara Bakabilir” denemesinde vurguladığı gibi kediler krallara bile bakabiliyorlar; gözlerini kırpmadan, kaçırmadan:

“Kediler mağrurdurlar gerçekten de. (Harikalar Diyarı’ndaki) Alis’in dediği gibi onlar ‘krallara bile bakabilirler’ ve bir şairimizin tamamladığı gibi ‘hatta onları tırmalayabilirler’ de. Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri bir şey vardır.”

Nankörlük etiketindeki kibir

Batur da kralların dünyasında insanlardan değil kedilerden söz ediyor “maalesef”. İnsanlara, elbette ve bilhassa kadınlara, o kedigil huy yelpazesiyle de etiketleme, ötekileştirme niyetiyle mal edilen özelliklerin sahibi kedilerden. Aslında bütün bunların okkalı iltifatlar olduğunu fark etmeden yapılan o tasvirleri, karakteri bazen “pati”leri, gerektiğinde “pençe”leriyle yaşatan kedilerden…

İnsanların kedi sevgisi bunlarla mı derinleşir bilemiyorum ama kediden haz etmemesinde, uzak durmasında böyle özelliklerinin payı olduğu açık. Kedilerde kendisinin bile cüret edemeyeceği, etmemesi de gereken böyle özellikleri, o hak edilmiş “konfor”u, bağımsızlığı gören insan ondan hoşlanmayabiliyor: “Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da…”

“Nankörlük”, “bencillik” başlığında toplayıp eritebiliyor, tüm karakterini. Nankörlüğü bir suçun, bir günahın, bir kötülüğün ifadesi, delili olarak kullanmaya bayılan insanın, bu köpüren suçlamasının kendini de “En Ölümcül Günah” olarak kibrin kıyılarına taşıyabileceğini pas geçmesi artık enteresan bile değil. “Nankör!” diye höyküren insan öfkesi kadar kibrin de, mutlak karşılık bekleyen bencilliğinin de sisli alanında.

Geleneklerin bahçesindeki yol

Bencilliğin karşıtı elcilliğin yolunu ille de miras kalan kendi bahçesinden, çoğu başkalarının, onların hükümdarlığının tarihine, bencilliğine dayalı o gücü besleyen geleneklerden, değerlerden, kendi yolundan, kestirmesinden geçiren insan kediyi nasıl anlasın?  Niye benimsesin ki…

Ötesi kedinin özellikleri ürküten sürprizlere de açık, birçok insanın beklediği mutlak sadakatin, önkabulün epey dışında güvenilmez bir alan. Misal evdeki-sokaktaki o çocukları ayırt edip, bir tür ideolojiyle, sadakate dayalı gerekçeleriyle  “kedici” değil “köpekçi” olan bazı ebeveynlerde köpeğin bebekken kemirdiği terlikler, kediye dair içini kemiren şüphelerin yanında eğlenceli bir kabahat, çocuksu yaramazlık.

Evin her ferdi gibi ödülü cezasıyla eğitilecek, yaramazlıkları büyüyünce geçecek, hatta evdeki-bahçedeki görevlerini öğrenecek, yapacak çünkü! Ki yazı dizisinin sonraki bölümlerinde değineceğim gibi benim çocukluğum da o mahallelere, evlere, bir bakıma öyle tercihlere uzak değil. 

Soylu ve umursamaz bağımsızlık

Kedinin bağımsızlığı, o soylu umursamazlığıbu açıdan en çarpıcı, hatta arızalı başlıklardan… Birçok sanatçı, edebiyatçı, yazar gibi “Kediseven Sokağı”nın sıkı sakinlerinden Bilge Karasu kedi sevmenin nasıl bir sevgi olduğunu öyle özetliyor: “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındakini umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir.” İnsanın bu mertebeye, anlayışa erişmesi kolay değil.

İnsan insana ilişkide böyle bir (ön)kabullenmenin fikrine bile tahammül edemeyenlerin ülkesinde kedi sevmek, kediyle yaşamak, bu açıdan da hayatı okumayı öğrendiğin bir tür anaokulu, ilkokul. Zira o “umursamaz bağımsızlığı” nedeniyle de birçok insan kediden haz etmiyor. Ve belki öyle nedenlerle “nankör kedi”yi sevmeyen insanlar, misal gençleri anlamakta, onlarla (s)empati kurmada da sıkıntı yaşıyor.

Avukatlığı da insana emanet

Yazarların evine, odasına, masasına, kütüphanesine, kalemine-klavyesine sık yerleşseler de kedi(leri) yazmak kolay değil. Öncelikle kırmaktan, hakkını yemekten çekiniyor insan. Bizim gibi ülkelerde bir kısım insana bile tanınmayan tekzip hakkı onlar için hiç yok. Avukatlığı da insana emanet. Severse, onları yaşarsa da yazıyor, bir zamanlar nefretine, öfkesine, etiketlemelerine de kedileri alet edip döktürüyor.

Bir zamanlar diyorum ama kedinin gerilim, korku filmlerinde hayvan figürlerine malzeme olan hayvanlar arasındaki yeri hâlâ bâki mesela. Sinemayı karanlık siluetiyle, rengiyle besleyen kedi figürü, simgesi, korku filmlerinin en heyecanlı anlarında ürkütücü, en tiz çığlığıyla bir yerlerden fırlayan, seyirciyi sıçratan öcü bir sürpriz.

Kedi sürprizli zira… Altında kedilere dair bâtıl inançların, efsanelerin, önyargıların, kökten, külli bir alerjinin tarihi yatıyor. O nedenle o korkutan figürün insanı “Meğer kediymiş” diye ne kadar rahatlığı da meçhul.

Kedidir, her şeyi yapabilir

İnsan bazen kendini, yani “insan”ı yazamadığında da onları alet edebiliyor duygularına. “Kediye diyorum sen anla” meselesi. Seçimlerdeki gibi işi büyütüp elektrik kesintisini trafoya giren kediye bağlamak bile mümkün bu ülkede: “Kedidir kedi…” Her şeyi yapabilir.

İşte böyle bir âlemde, hengâmede hasbelkader kendi penceremdeki, hayatımdaki kedilerle ilgili duygularıma değinmeye çalışacağım. Buna “kedi yazısı” demek zaten mümkün değil de, kendi tecrübelerimden söz etmek de sor. Zira kedi tecrübe -elde- edilebilen, tecrübeye gelen bir canlı, bir doğa harikası değil pek. Şahsına fena halde münhasır. O nedenle değinmek bile cüretkâr bir tutum olabilir. Gelecek pazar mahcubiyet pahasına devam edeceğim.

YAZI FOTOĞRAFI: Bir zamanlar “Akdeniz Akdeniz” restoranın bahçesine geceleri uğrayan misafiri. Davetkâr masalardaki ikramları sakince yiyen, sonrasında okşanmasına kısa süre izin veren, seven itibarı azıcık taşırırsa elini tereddütsüz, kuvvetli bir uyarıyla ısırıp ortadan kaybolan, kendi dünyasına giden kedicik. (“Cik” eki, yavruluktan yeni kurtulmuş yaşı itibariyledir.)

- Advertisment -