Tam benim yazarım dediğimiz isimler vardır. Tıpkı ağzından çıkan her sözü gerçek bir merakla beklediğimiz, her söylediğiyle zihnimizde kaynaşmalara neden olan konuşmacılar gibi, söylediklerinin değerini tam tayin edemiyormuşçasına bir önemsemezlikle konuşurlar. Düşünceleri hayatın imbiğinden geçmiş, incelmiş ve en ufak bir etkilemeye gerek bırakmayacak bir kendiliğindenliğe uygun hale gelmiştir. Sanki o düşünceler hep bir yerlerde varmış da o kişi sadece bunu aktarıyormuş gibi doğal bir tavırları vardır. Ne yapsanız karşı koyamaz, etkilenirsiniz.
Harold J. Laski tam olarak böyledir benim için. Her gelecek cümleyi yenilenen bir merakla bekleyerek okuduğum isimlerdendir. Boş cümlesi yok dense yeridir. Teori ve Pratikte Devlet (Fol Kitap) kitabı -hiç abartısız- bu konudaki en iyilerdendir. Devletin işleyişini içeriden görmüş ve çok iyi anlamış bir teorisyen devlet adamının parlak zihninden geldiği bellidir.
Diğer kitaplarına gelince, çok önemli eserlerinden biri de, orijinal adıyla Liberty in the Modern State, Türkçesiyle Düşünce Özgürlüğü kitabıdır (Fol Kitap). Kitabın kendisi kadar çevirmeninin Sunuş yazısı da önemli gelir bana. Kitabın çevirmeni, yakın zamanda kaybettiğimiz değerli hukukçu-akademisyen Yücel Sayman, Sunuş’ta hem çevirinin hem de değişmez derdimiz düşünce özgürlüğünün serüvenini anlatır. Aslında bu, aynı kitabı ikinci kez çevirmesidir. Sunuş kısmında hikâyesine şöyle başlar: “Altmışlı yılların sonlarıydı, Server Tanilli, yanıma yaklaştı, ‘Yücelcim şunu dilimize çevirir misin?’ diye sorarken kolunun altındaki kitabı verdi. Harold J. Laski’nin Liberty in the Modern State adlı 1930 basımı kitabının La Liberté adıyla 1938 yılında yayımlanmış Fransızca çevirisiydi.” (s.11).
Genç hukukçu akademisyen Sayman, teklifi düşünmeden kabul eder. Dönemin en prestijli yayınevlerinden olan Dönem Yayınevi’nden çıkacaktır kitap ve bu sayede adını çeviriyle de olsa Çetin Altan, Cemil Meriç, Bülent Tanör gibi isimlerin arasına yazdıracaktır. Heyecanlanmıştır. Ancak kabul etmesinin tek nedeni bu değildir: “Düşünce özgürlüğü o tarihlerde düşüncelerimde çok da yerine oturtamadığım bir konuydu. Sonra, altmışlı yılların siyasi yaşamındaki çalkantılar arasında öğrenciler üniversitedeki odama gelir, güncel hukuki konuları tartışmaya açarlardı. En çok tartıştığımız konu Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleriydi; bu maddeler özü itibariyle düşünce özgürlüğüyle ilgiliydi. Bir de 163. madde vardı, o bizi fazla ilgilendirmezdi; dindar düşünce açıklayıcılar düşünsünler der, konuyu fazla irdelemezdik.” (s.11).
Genç çevirmen kitaptan çok şey öğrenir ve bu sayede hayatı boyunca üzerine düşüneceği bazı konuları ilk kez derinlemesine düşünme fırsatı bulur. Bunlardan biri de devletin -ve onu yönetenlerin- özgürlüklere ne ölçüde müdahale edip edemeyeceğidir ve buna karşı artık güçlü bir cevabı vardır: “Bir hükümet, özgürlüğe müdahale edemez, özgürlüğün kendisini, kullanımını sınırlayamaz; ancak özgürlüğü kullanırken gerçekleştirilen davranış, o da her somut olayın kendi koşullarında değerlendirilerek müeyyidelendirilebilir.” (s.13).
1920’li yıllarda yazılan kitaptaki düşüncelerin 60’lı yılların sonunda hâlâ çok etkileyici olmasına şaşırarak tamamlamıştır kitabı genç Sayman. Bir süre sonra çeviri yayımlanır. Kısa süre sonra da 12 Mart darbesi olacaktır. Sayman, büyük bir heyecanla çevirdiği kitabı, olası bir polis baskınına karşı eşe dosta dağıtır, tek bir kopya dahi bırakmaz. Yıllar geçer, çeviriyi unutur gider. Çok uzun yıllar sonra karşılaştığı bir dostunun sormasıyla tesadüfen hatırlar bu ince kitabı çevirdiğini. Hemen arar ve bir sahafta bularak satın alır. Çevirisi çok kötüdür!
Tam bunu düşünmekte ve ne yapacağını, bu noksanlığı nasıl giderebileceğini düşünmektedir ki garip bir tesadüfle bu kez Fol Yayınları arayarak kitabı yeni edisyonla basmayı teklif eder. Sayman, aradan geçen kırktan fazla yıla rağmen çok benzer bir heyecanla ama bu kez daha olgun ve kendisini yokladığında zamanın tanınmayacak hale getirdiği düşünce özgürlüğüne olan inancında en ufak bir geriye gidiş bulamayarak kabul eder teklifi.
Sunuş’un satır aralarına heyecanının karıştığı bellidir. Biraz da artık başka bir dönemdir ve Sayman belki biraz da düşünce özgürlüğünün önce ötekinin düşüncesini savunmakla başladığını bizzat yaşayarak gördüğü hayat karşısında filmi başa sarıp her şeyi yeniden yazmayı istemektedir. Her heyecanlı çevirmen gibi bu defa çevirdiği kitapla o alandaki bütün sorunların hallolacağı duygusuna kapıldığını sezmek de mümkündür. Şöyle bitirir cümlelerini: “Laski’nin eseri günümüzde olup bitenler açısından da güncelliğini koruyor; düşüncenin maddeselliğiyle yok edilemezliğine güzel bir örnek olarak…” (s.16).
Gerçekten de kitap hayli günceldir. Düşünceyi ifadeden, ifadeyi örgütlenmeden, örgütlenmeyi toplantıdan, inancı ibadetten vb. gibi, legalist hukukçuların pek seveceği ayrımları sorunlu bulmakta ve hepsinin özünde düşünce özgürlüğü olduğunu savunmaktadır: “Özgür bir ortamın en önemli yanı, kuşkusuz düşünce özgürlüğüdür.” (s.18). Düşünce özgürlüğü bir toplumda insanların birbirleriyle olan ilişkisinin nasıl olacağının temel belirleyicisi ve en önemli güvencesidir: “Düşünce ve toplantı özgürlüğünden yoksun bırakılmış kimsenin, yaşadığımız toplumsal düzende kişisel güvencesi yoktur.” (s.19).
Düşünce özgürlüğü engellendiği an kişi araçsallaşmaya müsait hale gelir ve iktidarlar kaçınılmaz olarak yozlaşmaya başlar çünkü insan araçsallaştığında yönetmek ayrıca bir çabaya gerek kalmaksızın, kendiliğinden güç kullanımına dönüşür. Neredeyse bütün yozlaşmaların ilk nedeni düşüncenin serbestçe hayat bulamaması ve insanların, düşünmeksizin sadece yaşar hale gelmeleridir. Düşünmeden yaşayan insanların düşünmedikleri her şey iktidarların zor gücünü güçlendirici bir etki yapar.
Bu olduğunda yozlaşma kaçınılmaz bir zorbalıkla son bulur ve zorbalığın gücü düşünmekten vazgeçerek yaşayan insanlardan kaynaklanır hale gelir. “Kendi öz deneyimlerinden ilham alarak düşünmelerine izin verilmeyen insanların çoğu, bir süre sonra düşünmekten vazgeçer; düşünmekten vazgeçen insan, artık gerçek yurttaş olmayı da bir kenara bırakır. Emir alıp, aldığı emre düşünmeden itaat eden makineye dönüşür. Kişilerin eylemsizlik hali, hükümette, sahte bir güven hissi yaratır; sessizlik, itaat sanılır…Köklü biçimde eleştirilemeyen bir hükümet, faaliyetlerinin yurttaşlarda yarattığı gerçek duyguları asla öğrenemez. Yurttaşların isteklerinin neler olduğunu bilemediği için de hangi isteği karşılaması gerektiğini kestiremez.” (s.34).
Aslına bakılırsa, güvenlikçi tavır tam da bu esnada bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Yani, yurttaşlarından emin olamayan hükümetler kaçınılmaz olarak güvenlik politikalarına dönerler ve bu esasında halktan çok hükümetlerdeki tedirginliğe ve korkuya bir çözüm olarak üretilir. Ne var ki düşünceden doğan boşluğu kapatan güç, giderek kabalaşan bir zorbalıkla son bulmak zorundadır. Hiçbir güvenlik politikası sürdürülebilir değildir bu yüzden. Çünkü, “Ahmakça veya yanlış bile olsa hiçbir siyasi düşünce, boşlukta yeşermez.” (s.34). Güvenlik politikaları düşünce özgürlüğünün olmayışından kaynaklanan bu boşlukta gelişir ve zamanla bu boşluk artacağı için güvenlik de giderek yayılmak ve ta ki politikasızlık durumu oluşuncaya kadar sınırlarını genişletmek zorundadır. Güvenlik politikası gerçekte bir ‘politikasızlık politikasıdır’ ve güvenlikçi zihin hiçbir konuda başka türlü düşünememe halidir; başka türlü bir ülke, başka türlü bir gelecek, başka türlü bir toplum tasavvur edilemediğinde tam anlamıyla sonuca ulaşmış olur. Bu olduğunda ise düşünce özgürlüğü yerini düşünmeme özgürlüğüne bırakır. Başka deyişle, yegâne özgürlük, hiçbir şeyi düşünmek zorunda olmama olarak ortaya çıkar.
Laski, bu tür yerlerde yasama ve yargının yürütmenin kontrolüne geçtiğini söyler. Adalet bir güvenlik tedbirine dönüşür ve yürütmenin en etkili silahı haline gelir. “Yargılama yetkisi, olağan mahkemelerden yürütmeye bağlı herhangi bir kuruluşa devredildiğinde, iktidar, kamu gücünü daima kötüye kullanır…Yürütmenin adaleti, gerçekte, adaletin inkarına düzülen övgüdür. Düzeni bu yolla sağlamaya kalkmak oldukça pahalıya patlar.” (s.44).
Düzenin sadece yürütmeyle sağlandığı yerlerde devlet de yürütme erkinden ibaret hale gelmeye başlar. Hem yasa yapma hem de yargılama gücünü tek elden idare eden devlet görevlileri, “çok bilmiş” olmak zorundadır. Çok bilmişlik, en fazla ihtiyaç duyulan niteliktir. Böyleleri aynı zamanda kaçınılmaz birer ahlakçı kesilecektir. Hiçbir şey yerli yerinde değilken her şeyi olduğu gibi koruma çabası bütün bir yürütme erkini, önleyici kolluğa dönüştürür. Tek amaç değişmezlik ve var olanın korunmasıdır. Çok bilmişlik, mutlaka toplumu zehirleyen bir şeyler bulmak için de gerekli bir özelliktir. Olmayan suçlar yaratmak, olmayan davalara bakmak ve olmayan nitelikleriyle ayakta kalmak için de fazlasıyla elverişlidir!
Uzun bir alıntıyla sözü yine Laski’ye bırakalım: “Devlet çarkını, ısrarla kendi alışkanlıkları toplumun resmi davranış kuralları yapılsın diye çalıştırmaya çabalayan, mızmız, bilmiş ahlakçılar her ülkede vardır. Bunlar kendi çıkarları için yasağı ve değişmezliği savunurlar, her başarıdan sonra daha gayretkeş olurlar. Alkollü içkilerin satışını durdurtabilirlerse, hararetle tütün kullanımının sınırlanmasından yana olurlar. Yayımlanacak kitapları, sahnelenecek oyunları, kadın giysilerini, cinsel yaşamı düzenleyen yasaları, boş zaman faaliyetlerini denetlemeye heveslidirler…alışılmamış olanla karşılaşmaya görsünler, dehşete düşerler. Hemen ihbar ederler, Bundan zevk alırlar. Toplumdaki mevcut çöküntüye dikkati çekmek amacıyla komiteler, birlikler kurarlar. Kuşku duydukları bir davranıştan kaynaklandığını keşfettikleri istisnai durumlara karşı, yasa koyucuyu harekete geçirmek için ortalığı velveleye verirler. Kendilerini, Cenevre’yi İblisin sinsi saldırısından kurtaran küçük Calvinler gibi görürler.” (s.90).
Ve Laski gibi yazarlar, çoğunlukla kendilerini yazmazlar.