Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Maşallah şehrin temizliği gayet güzel”

“Maşallah şehrin temizliği gayet güzel”

Geçen gün okuduğum bir haber bana askerlik günlerimi, en çok da generalin tugayı teftişe gelişlerini hatırlattı. Gelecek olan general yıllarca kabzımallık yaptıktan sonra ileri bir yaşta ansızın general olmaya karar vermiş olamayacağına göre, gençliğinde kendisinin de teftişlere maruz kalmış, dağlara tırmanıp taş boyamış, hela temizlemiş olması gerekir. Yani bütün bunların teftişin hemen öncesinde yapıldığının, sonra da kimsenin taşlarla, helalarla bir dahaki teftişe kadar ilgilenmediğinin farkında olması gerekir.

Hiçbir kahramanlık yapamadan, hiçbir yeri işgal edemeden yapıp bitirdiğim askerliğim geldi geçen gün aklıma.

Tam kırk yıl önce, askere gidip yedek subay olmayı bekleyen birkaç yüz bin üniversite mezununu eritmek için, bu kalabalığın subaylıktan feragat ederek dört aylık temel eğitimini er olarak yapıp askerlikten kurtulmasını mümkün kılmışlardı.

Hayat zaten kısa. Bunun 18 ayını Anadolu’nun bir köşesinde bir o yana bir bu yana düzgün adım yürüyerek geçirmek pek cazip gelmiyordu bana doğrusu. Ama ‘dört ay yasası’ çıkınca, “O kadar da kötü değil, dört ay ne olsa çekilir” diye düşündüm, gittim, Erzincan’da “teslim” oldum.

Askerlik yaparken insanın çok boş vakti olur. “Vatan korumak o kadar da zor bir iş değilmiş!” diye şaşırdığımı hatırlıyorum.

Postallarını iyi seçemeyenlerin ayakları yara olur; er üniforması deve dikeninden yapılmış gibidir; “mıntıka temizliği” yaparken yerden toplanan izmaritleri şapkanın içine koymak kişisel temizliğine düşkün olanları rahatsız eder. Ama böyle ufak tefek şeylere alıştıktan sonra, tek mesele sıkılmak ve gün saymaktan ibarettir. (Bazı zamanlarda bazı bölgelerde böyle değil elbet, ama sorunlu ayrıntılara girmeyelim şimdi.)

Erzincan platosunda bir aşağı bir yukarı yürüme talimi yaparken, içinde mermi olmayan, ya Mohaç ya da Mercidabık savaşından kalma bir tüfeği omuzda tutmanın inceliklerini öğrenirken, başka şeyler düşünmeye çok zaman kalıyor.

Ben en çok şunu düşünmüştüm:

Zaman zaman “General gelecek, teftiş var!” nidalarının kopmasıyla birlikte tugayın her tarafına bir telaş hakim olur. Helalar temizlenir, her tarafta taşlar beyaza boyanır, her şey düzenlenir, düzeltilir. Dağ başına o beyaz taşlarla “Kahrol düşman” yazılmıştır, tepelere tırmanılıp o yazı temizlenir, uzaydan bakanların daha kolay okuyabileceği hâle getirilir.

Gelecek olan general yıllarca kabzımallık yaptıktan sonra ileri bir yaşta ansızın general olmaya karar vermiş olamayacağına göre, gençliğinde kendisinin de teftişlere maruz kalmış, dağlara tırmanıp taş boyamış, hela temizlemiş olması gerekir. Yani bütün bunların teftişin hemen öncesinde yapıldığının, sonra da kimsenin taşlarla, helalarla bir dahaki teftişe kadar ilgilenmediğinin farkında olması gerekir.

O da biliyor, biz de biliyoruz. Kim kimi kandırıyor, niye karşılıklı böyle bir oyun oynanıyor o zaman? Nasıl beceriyorlar yüz binlerce insana bu oyunu oynatmayı?

Çok kolay: Müthiş bir korku mekanizmasını işleterek beceriyorlar.

Tugay komutanı generalden, binbaşı tugay komutanından, yüzbaşı binbaşıdan, çavuş da tüm subaylardan korkuyor. Ya fırça yersem! Ya binlerce kişinin önünde bana bağırıp çağırır ve bir de küfür ederse! Ya ceza yersem! Ya askerliğim uzarsa!

Generalin teftiş sırasında bir şey yapmasına gerek yok. Zaten herkes korku içinde. Herkes bu korkuyla altındakilere terör estiriyor ve en alttakiler her tarafa yayılıp taş boyamaya başlıyor.

Terhis olup normal hayata döndükten sonra, benzer bir korku mekanizmasının başka alanlarda da geçerli olduğunu farkettim.

Örneğin, Atatürk Köşesi bulunmayan bir okul var mıdır memlekette? Herhalde yoktur.

Niye?

Bildiğim kadarıyla, “Atatürk Köşesi olmayan okullar derhal kapatılacak, müdür ve öğretmenler okul bahçesindeki bayrak direğinden asılacak ve öğrenciler karşılarına geçip sekiz kez İstiklal Marşı’nı okuyacaktır” şeklinde bir yasa yok.

Ama her müdür, her başöğretmen şöyle düşünür: “Ulan, şikâyet eden biri olur, durup dururken başım belaya girer, ne gerek var? Şu köşeye Atatürk’e zaten pek de benzemeyen bir heykel koydurturum, duvara da ‘En hakiki mürşit ilimdir’ yazdırtırım, olur biter. Zaten çocuklardan hiçbiri Mürşit’in kim olduğunu bilmez. Dertsiz başıma niye dert alayım? Yap gitsin.”

Yargıda da tam aynı mekanizmanın işlediğinden kimsenin kuşkusu yoktur herhalde.

Adamın biri gözaltına alınmış. Tutuklu mu yargılanacak, tutuksuz mu? Emniyet savcılığa bir fezleke gönderiyor, savcı karar verecek, adamın tutuklanması gerektiğini düşünüyorsa hakime başvuracak.

Askerdeki çavuş ve okuldaki müdür gibi, savcı da şöyle düşünür: “Adamı salıverirsem, gider bir halt eder, belki de kaçar, sonra benden hesap sorarlar. Dertsiz başıma dert almaya ne gerek var? Tutuklu yargılansın. Dosyaya bakmaya bile gerek yok.”

Askerliğimi bana hatırlatan ve bu yazıyı yazdırtan, şu haber oldu:

“Depremde 1000’e yakın insanın hayatını kaybettiği, 300’den fazla binanın yıkıldığı Osmaniye’yi ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli’nin geçeceği yollara asfalt döküldü… Erdoğan, geçiş güzergâhını asfaltlatan şehrin belediye başkanı Kadir Kara’ya ‘Kadir Bey, tebrik ediyorum. Maşallah şehrin temizliği gayet güzel’ dedi.”

- Advertisment -