Merkez siyaset ve bu doğrultuda gelişecek yeni siyaset hattının nasıl oluşacağı ve hangi bağlamda vuku bulacağı geçiş dönemine dair tartışılan en önemli meselelerden biri haline geldi. Son zamanlarda üzerinde oldukça durulan “makul merkez” tartışmaları da yeni döneme dair temel kavrayışlarımızın nasıl bir bağlamda vuku bulması gerektiği hususunda bize normatif çerçeveler sunan birçok farklı siyasal pozisyonun tezlerini gündeme getirmekte. Bu tezlerin biri “Türkiye’de kimlikler” olgusunu örtük bir biçimde görmezden gelen ve liberal tezleri “kimlikçilik” şemsiyesi altında ele alan milliyetçilik.
Merkez siyaset bağlamında sivilleştiği iddia edilen kemalizmi merkezin ana ivmelendirici unsuru olarak okuyan bu türkçü-milliyetçi yaklaşım, temel siyasal tasavvurlarını klasik ulus devlet anlayışı üzerinde konumlandırıyor ve devletin salt hukuki-tüzel bir zemine oturması gerektiğini iddia ediyor. Bu anlatıyı da oldukça çelişkili bir biçimde “devlet tarafsızlığı” ilkesi doğrultusunda gerekçelendiriyor. Açıkçası böylesi bir anlatı siyasetin merkezini durağan olarak kodlamakta ve toplumun kendi organikliği içerisinde gelişmesine izin veren bir merkez tasavvurunda bulunmamaktadır.
Makale süresince temelde milliyetçi tezleri ele alacak olsam da konuya dair farklı siyasal pozisyonların temel varsayımlarını ve yaklaşımlarını anlamak için Ertuğrul Kaan Yıldırım’ın Birikim Dergisi’ndeki (Nisan 2022), Kemal Büyükyüksel’in İvme Hareketi’ndeki, Roj Girasun’un Perspektif’teki, Doğan Gürpınar ve Burak Bilgehan Özpek’in ise Daktilo1984’teki yazılarına bakılabilir. Bu yazarlara yer yer değinecek olmakla birlikte, temel olarak makale süresince son zamanlarda milliyetçi kanattan gelen eleştirilerin bir temsili olarak Kutlu Kağan Dalkılıç’ın temel tezlerini ele alacak, bu tezlerdeki gerek tarihsel gerek de normatif çelişkilerin bir taslağını öne sürerek neo-kemalist bir mutabakat zeminine dayalı milliyetçi bir merkez tasavvurunun Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından yaratacağı olası sorunlara değineceğim.
Dalkılıç’ın tezlerine yoğunlaşmamdaki ana sebeplerden biri milliyetçilerin liberal söylemleri nasıl yapısöküme uğratarak içeriden erozyona uğrattıklarını ve tıpkı geçmişteki başka gruplar’da olduğu gibi bu söylemleri merkeze gelmek için nasıl araçsallaştırdıklarını göstermek. Bu türden bir eleştiri için Ertuğrul Kaan Yıldırım’ın Birikim Dergisi’ndeki ‘Geçiş dönemi tartışmaları: Post-Kemalizm, makul merkez, siyasi pragmatizm’ yazısına bakılabilir.
Dalkılıç’ın temel argümanları ve tezleri şöyle özetlenebilir:
- ‘Sözde’ Tarafsız Devlet Anlatısı: ‘Makul Merkez ve Geçiş Dönemi Eleştirilerine Karşı” adlı makalesinde Dalkılıç, olası bir geçiş döneminde devletin prosedürel bir zemine oturarak farklı toplumsal kesimler üzerinde tahakküm kurmayacak bir “devlet tarafsızlığı” vurgusunda bulunuyor. Açıkçası devlet tarafsızlığı tezi siyaset felsefesinde, bilhassa liberal siyaset teorisinde klasik liberalizmden çağdaş liberalizme kadar geniş ölçüde tartışılan bir konsept olagelmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse devleti kültürel kimliklerden bağımsız bir biçimde değerlendirmeye tabi tutarak devlet tarafsızlığını gündeme getirmek, modern ulus-devletlerin tarihsel gelişimine terstir.
Moderniteyle eş anlı olarak ortaya çıkan ulus devlet, kültürel alanla siyasal alanı birbirine bağlayan bir örgütlenme biçimi olarak karşımızda apaçık durmaktadır. Bu durumu tarihsel olarak Batı Avrupa’nın siyasal birliği yaratma uğruna türdeşleştirme politikaları aracılığıyla uluslaşma sürecinde görmekteyiz. Will Kymlicka’nın ‘Solidarity in Diverse Societies” adlı makalesinde de ima ettiği üzere böylesine bir uluslaşma süreci temel olarak ulusal ve etnik azınlıkları feda etme pahasına gerçekleşmiş, böylesine bir geçmişe dayalı olmasından ötürü de liberal demokrasilerin bugün geldiği noktada hala bir etno-kültürel kimliğe dayalı olduğunu vurgulamaktadır. Bu tarihsel süreç, “devlet tarafsızlığı” ilkesini kuramlarının merkezine koyan belli başlı liberal ekolleri eleştirmek ve bu anlatının ötesine geçerek kimliklere duyarlı çok daha kapsayıcı bir model için dile getirilen argümanların bir kısmını oluşturmaktadır. Dalkılıç’un yazısında dile getirdiği tezler ise hakiki bir devlet tarafsızlığını gündeme getiren liberal kuramlarla dirsek teması içerisinde değildir. Aksine yazar, “Türklük” üst kimliğini toplumun merkezine koyan, Türkiye’deki kültürel çeşitlilik olgusunu görmezden gelerek kimlik temelli talepleri yoksayan ve bütün bunları da çarpık bir biçimde kullandığı “devlet tarafsızlığı” ile meşrulaştıran bir tavır takınmaktadır.
Devleti kimliksizleştirmek uğruna dile getirilen bu tezler kendi içinde demokratik standartları ve tutarlılığı karşılamak istiyorsa, ilk olarak ulusun kültürel çeşitliliği kapsayacak ölçüde yeniden şekillendirilmesi gerektiğini vurgulamalı, ardından da kuşatıcı bir etno-kültürel kimlik anlatısını parçalamalı ve kapsayıcı bir bağlamda yeniden şekillenmesi hususunda çabalamalıdır. Bu tezleri klasik anlamıyla milliyetçi yapan da tam olarak budur. Dalkılıç ve benzer tezleri dolaşıma sokan milliyetçiler, bir siyasal birim olarak ulus’u savunmakla ulusun sınırlarını dışlayıcı ve rijid bir biçimde çizilmiş çoğunlukçu bir kültürle bezemenin ayrı şeyler olduğunu görebilmelidirler.
Ulusal kültürün gevşek bir biçimde şekillendirildiği ve başta Kürtler olmak üzere farklı grupların kültürel kimlikleri ile geniş toplumun ve ulusun bünyesine dahil olduğu yumuşak ve şeffaf bir ulusal kimlik inşa etme hususunda çekimser kalacak bir merkez anlatısı, çoğunlukçuluğu esas alan hegemonik bir yaklaşımdan öteye geçmeyecektir. Bu hususta Türkiye’de başta liberaller ve sol demokratlar olmak üzere farklı toplumsal kesimlere “kimlikçi” diyenler, modası çoktan geçmiş bir homojen kimliği “devleti kimliksizleştirmek” adı altında teklif edebiliyorlar? Demokratik restorasyon adı altında içeriğini atatürkçülüğün neo-kemalist formunun teşkil ettiği tektipçi bir etnik-kültürel kimliğe dayalı bir anlatıyı bu topluma “demokratik restorasyon” ve “makul merkez” olarak sunan yazar, sanıyorum, asgari bir demokrasinin karşılayamayacağı türden dışlayıcı ve kendi içinde çelişkili bir hikayeyi bu topluma sunuyor. Bu anlatı rızaya dayalı bir sürecin değil, merkezi kapma çabasının bir tezahürü gibi gözüküyor.
- Devletin Tüzel-Bürokratik bir Bağlama Oturtulması: Yazarın Burak Bilgehan Özpek’ten devraldığı ve merkezciliğin şiarı haline gelen bu kavramsallştırma, yasal prosedürelliği önceleyerek mevcut siyasal yapının keyfileşmesine ve kişiselleşmesine tepki olarak “kurallı ve öngörülebilir devlete dönüş” çağrısını dile getirmektedir. Fakat içerikten çok kuralların işleyişine dair kurumsal bir biçimselliği önceleyen böylesi bir yaklaşım bize nasıl bir demokratik gelecek tahayyülümüz olması gerektiği hususunda normatif bir iddia öne sürmemektedir.
Özpek tarafından dile getirilen tezler devletin liberal bir politik düzenin gerektirdiği türden denetleme mekanizmaları ile sınırlanması gerektiğini belirtse de yurttaşlığın sınırları, gerek kültürel gerekse de doktriner çeşitliliklerle nasıl baş edeceğimiz, kamu otoritesinin bağlı olduğu asli normlar ve diğer birçok mesele ile ilgili bize kapsamlı bir çerçeve sunmamaktadır. Bu prosedüralizm çağrısı, Dalkılıç gibi merkezi milliyetçi bir eksende kurmak isteyen yazarların tezlerinde sıklıkla kullanılıyor.
Yazar, ‘Post-Kemalizm Öldü ama Post-Kemalistler Aramızda Dolaşıyor’ adlı makalesinde de ima ettiği üzere böylesine kurallı bir işleyişe sahip bir devletin kolektif kimliklerin “keyfi” endişeleri ile tahrip edilmemesi gerektiğini söylüyor. Belirtmek gerekir ki, devletin biçimsel işleyişi bir şey, kimlik temelli endişelere dönük olarak devletin yaklaşımı ayrı bir şeydir. Biri içeriğinden bağımsız olarak biçimsellik vurgusu yaparken, öbürü ise devletin dayandığı normlar bağlamında içerik ile ilgili bir fenomendir. Bu hususta yazar, çelişkili bir pozisyonu savunduğu gibi kendi içinde demokratik açıdan şaibeli bir eğilimi de gözler önüne seriyor. Bu doğrultuda görünen o ki milliyetçi merkez tahayyülü klasik ulus-devlet paradigması ve Türk ulusal kimliği anlatısına dayalı sembolleri “verili” ve “doğal durum” olarak kabul ederken, bu anlatının karşısında gördüğü toplumsal grupların endişelerini “kolektif endişeler” kategorisi altında reddetmekte.
- Seküler Vatanperverlik Anlatısı: Hemen söylemek gerekir ki, “seküler vatanperverlik” kavramsallaştırmasından ne anlamamız gerektiği oldukça belirsizdir. Bu kavramın ima edebileceği iki ana unsurdan bahsedilebilir: (1) Kapsamlı bir normatif yurttaşlık tanımı, (2) kurumsal muhalefeti ivmelendiren ana omurga. Bu iki yaklaşımın kendine has siyasal imaları, kavramsal çelişkileri ve indirgemeci eğilimleri var. Eğer yazar “seküler vatanperverlik” olarak kodladığı anlatıyı bir yurttaşlık tasarımı olarak düşünüyorsa, bu hayli dışlayıcı bir yurttaşlık tasarımı olduğu gibi aynı şekilde kavramsal açıdan da sorunludur.
Sekülerizm belli bir dönemden belli bir zamana kadar geçen süre zarfındaki sosyo-kültürel bir dönüşümü ifade eden çatı kavramdır. Yurttaşlığın atfedileceği bir kategori olarak “sekülerlik” kavramsal açıdan çelişkili bir kullanımı kendi içinde barındırır. Eğer yazarın “seküler vatanperverlik” kavramı ile aktarmaya çalıştığı şey merkezi neo-kemalist bir mutabakat zeminine dayalı bir biçimde harekete geçirecek “atatürkçü orta sınıf” ise, bu anlatı kavramsal açıdan olmasa da çoğulculuk açısından problemlidir. İmtiyazlardan arınmış, sözde bir devlet tarafsızlığını esas alan bir ulus ve merkez inşasını kemalist orta sınıf üzerinden götürmek öyle ya da böyle merkez siyasetin tahakküme dayanmaktadır. Doğan Gürpınar’ın bir yazısında da ima ettiği üzere böylesi bir merkez tasavvuru, sanıyorum, başkaları için cehennem olacaktır.
- Yeni Dönemin Ana Dinamizmi Atatürkçülük Anlatısı: Geçiş dönemine dair tartışmalarda Politikyol sitesinde yer yer Berk Esen tarafından da çok açık bir biçimde dile getirildiği üzere yeni döneme rengini verecek ana omurganın sivilleşen atatürkçülük olması gerektiği bir süredir vurgulanıyor. Bu anlatı, atatürkçülüğün ilerlemeci bir devinimin ana hattı olacağını ve de toplumun neo-kemalist bir restorasyon programına bağlı bir hikayeyle harekete geçeceğini varsaymaktadır. Dalkılıç ve diğer milliyetçi yazarların da söylemine can suyu olan bu anlatı, atatürkçülüğe yeni dönemde kamusal öncülük rolü yüklerken sistemde diğer aktörlerle eşit bir biçimde rekabet etmeyen imtiyazlı bir statü verme eğilimi taşımaktadır. Serbestiyet’teki ‘Makul Merkez Kimin İçin Makul?’ adlı yazımda da göstermeye çalıştığım üzere atatürkçülüğün neo-kemalist formunu topluma sivilleşme diye sunmak, demokratik bir sosyo-politik ideale karşılık gelmez, hatta onu tahrip edecek bir altyapı hazırlar. Sivilleştiği iddia edilen atatürkçülüğü kurumsal ve toplumsal muhalefetin ilerici dinamizmi olarak kodlayan bu milliyetçi merkez anlatısı, hayli dışlayıcı bir restorasyon ve merkez anlatısına bel bağlamakta ki bu da demokratik açıdan bu eğilimleri şaibeli kılmaktadır.
Yukarıdaki değerlendirmeler hususunda Dalkılıç’ın ve milliyetçi varsayımlar temelinde şekillenen bir merkez’i müdafa eden diğer birçok kamusal aydının cevap vermesi gereken birçok problem söz konusu. Eğer bir merkezden bahsedeceksek bu merkez tasavvurunu hakikat tekelcisi bir eğilimle ele alamayacağımız gibi “makullük” algısının sınırlarını dışlayıcı önkabullerle şekillendiremeyiz. Gerçekten de demokratik bir tasavvura dayalı bir merkezi savunacaksak bu merkez toplumun kendi organikliği içerisinde gelişen ve serpilen, kendiliğindenliğin ve organik süreçlerin damıttığı bir merkez olmalıdır. Aksi takdirde bütün bu “ makul merkez” tartışmaları makullüğün ve yurttaşlığın sınırlarını dar bir çerçeveden ele alacak, evrensel bir haklılık iddiasıyla tepeden inmeci bir tahakkümü merkezine almak durumunda kalacaktır.
Yuval-Davis’in de vurguladığı üzere farklı aidiyetlerin ve konumlanışların dışlayıcı olmayan bir şekilde kabul edildiği bir toplumsal tasavvur yaratmak toplumsal hayattaki karmaşıklıkları ve çok-katmanlılıkları gözardı etmeyecek bir sürekliliği güçlendirecektir. Milliyetçiliğin gerek Türkiye’deki gerek de dünyadaki serüvenine bakacak olursak, milliyetçi bir toplumsal tasavvur ve merkez anlayışının modern hedeflerle (demokrasi, kimlikler, insan hakları normları’nın gereklikleri, kültürel çeşitlilik vb.) uyumlu olabileceğini söylemek hayli zor olacaktır. Kendi talepleri ve hezeyanları hususunda oldukça istekli bir anlatı olarak karşımıza çıkan böylesi bir milliyetçi merkez tasavvuru, görünen o ki başka grupların talepleri ve temsili karşısında ikiyüzlü ve seçiçi davranma eğilimine sahip. Buradan hareketle merkez tartışmalarının Türkiye özelinde bizi götürdüğü öncüller şöyle özetlenebilir:
- Merkez tasavvuru açısından Türkiye’de milliyetçilik daha kapsayıcı sivil milliyetçilik biçimlerine doğru açılma gayesi gütmemektedir. Bu da örtük olarak etnik türdeşleşme ve üst bir etnik kimliği siyasetin merkezine koyma eğililimini gözler önüne sermektedir.
- Türkiye’de ulusal birliğe dönük olarak milliyetçi tezler hala kendi “makbul” ve “makul” vatandaşını etnik-kültürel bir zeminden hareketle gerekçelendirilebiliyor. Oysa bu türden bir millet anlayışı ulusal kimliği ince ve gevşek bir şekilde kurgulama konusunda isteksiz, çokkültürlü bir Türkiye ve dünyanın gerekliliklerine ters bir biçimde türdeşliği varsayıyor.
- Asgari liberal siyasal normlara ortak bağlılık dahilinde kültürel çeşitlilik anlamına gelen sivil milliyetçi eğilimler yahut çokkültürcü farklılık politikaları hususunda milliyetçiler, temel öncüllerini hala klasik dönem milliyetçi politikalarına dayandırıyorlar.
- Merkezi farklı grupların birbirleri arasındaki bir çeşit güç mücadelesinden ibaret gören böylesi bir milliyetçilik biçimi bir grubun diğerini tahakküm altına almasıa dayanan bir model sunmaktadır.
Etnisite meselesinden farklı olarak “seküler yurtseverlik” kavramsallaştırması farklı toplumsal grupları dışlamaktadır. Bu model alt sınıfları, işçileri ve “seküler yurtseverlik” kategorisi altında değerlendirilemeyecek olan kitleleri siyasal merkezin dışına atmaktadır. Böylesi bir kavramsallaştırma siyasal anlamda pragmatik olan bir elit tabakanın kendisini konumlandırabileceği bir politik dil yaratmakta ve çeşitliliği salt seküler bir baglama indirgemektedir.