Yakın zamanda okuduğum kitaplar içerisinde beni en çok etkileyen Nuri Bilge Ceylan: Söyleşiler (Norgunk Yayınları) kitabı oldu. İlk baskısı 2012’de yapılan kitap bu yılın başında bu kez son filmlerini de katan söyleşilerle genişletilmiş olarak yayınlanmış ve ortaya Tarkovski’nin söyleşi kitaplarını aratmayan, etkileyici bir eser çıkmış.
Nuri Bilge Ceylan, kitabın başlarında, Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğu dönemde nasıl oluştuğunu tam olarak bilemediği bir Batı hayranlığına kapıldığını söylüyor. Aslına bakılırsa böylelikle ülke gençliğinin, nasıl oluştuğunu bilemediği ortak derdini dile getiriyor. Bizde olmayan her şeyin masal ülkesi olarak Batı, gerçek üstü bir atmosfer gibi bir tahayyüle dönüşüyor. Bugün daha açık bir biçimde görüldüğü gibi herkes -ama herkes!- gitmek ve Batı’nın çekici kollarına kendini öylece bırakmak istiyor. Nuri bilge Ceylan için bu epey erken dönemli bir kucaklaşma.
Belli ki kendinden ve kendi benliğinden çıkmak, asıl olmak istediği kendini bulmak istiyor. Batı, olduğumuzla olmak istediğimiz arasındaki büyük uçuruma denk gelen boşluğu kapatan bir düşler ülkesi… Düşüncesi bile insanı tamamlıyor, heyecanlandırıyor, eksiklerimizden kurtulduğumuz hissiyle başımızı döndürüyor. Bu hisler belli ki Nuri Bilge Ceylan’da en yakıcı haliyle karşılık buluyor. Böyle olunca, üniversiteyi bitirdikten sonra yaşanabilecek tek bir adres var onun için artık: Batı.
Ne pahasına olursa olsun bunu yapmalıdır. Gitmeli ve yaşam amacına çok daha uygun olduğunu düşündüğü bu yerlerden birinde olmalıdır. Benliğini bulmalıdır. Her türlü aşağılık duygusundan bir çırpıda kurtulmalıdır. Bu, hiç düşünmeksizin çok önceden almış olduğu bir karar gibidir. Sonrasında, yaz tatillerinde birçok kez yaptığı denemeyi bu kez daha ciddi ama epeyce badireli bir biçimde tekrarlayarak gidiyor ve kavuşuyor arzusuna. Birçok macera yaşıyor ama istediğini bir türlü bulamıyor. Bulamadıkça kendinden daha da uzaklaşıyor. Acıları katlanarak artıyor. Bir süre sonra da içinde yine nedenini nasılını tam bilemediği bir anlamsızlık duygusu oluşmaya başlıyor. Orası son kaledir çünkü ve burada bulunamayan aslında yok demektir. Gidilecek bir yer kalmamış, o masalsı rüya şimdi hızla kabusa dönüşmüştür.
İlk adresi Londra olmuştur. Burada, bulaşıkçılık da yapar market hırsızlığı da. Bir keresinde yine bir market hırsızlığı sonrası yakalanır ve on beş yaşında bir çocuk tarafından kolundan tutulup yaka paça dışarı atılır. Aşağılanmıştır! Ve bu aşağılanma bütün benliğini saran korkunç aşağılık duygusunu kusmasına neden olur. “Sendeleyerek insanların arasına çıktım. Çok aşağılandığımı hissettim. İlk defa gururumun gerçekten incindiğini hissettim. Sokaklarda insanları görmeden yürüdüm uzun süre…Yolda yürürken birden bir aynayla karşılaştığımı hatırlıyorum. Yüzümü o kadar maskesiz görmemiştim. Bu yakalanmayla gelen aşağılanma duygusu içimde bir şeyleri tetikledi.” (s.21).
Yeri gelmişken, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk başa koyduğu filmin Tarkovski’nin Ayna’sı olması hiç de sebepsiz değildir. Hangi dalda olursa olsun sanat, içsel bir aynadır çünkü ve sinema en içsel olanın en dışsal haliyle ortaya konulma baskısının sanatıdır. Sonrasında o da tam olarak bunu yapacaktır zaten. Eğer hayata içsel bir aynadan bakıyorsanız gerçekçi olan her şey sanata ve insanın her hali kendi aynanızdan görünenlerle yüzleşen bir karşılaşmaya dönüşür. O da dünyanın görünen gerçekliğine kendi aynasından bakacaktır. Fakat henüz işin başındadır ve dünya anlamlı olamayacak kadar kendisinden uzaktadır. Londra’ya gelmek Batı’ya yaklaştırmış ama dünyadan uzaklaştırmıştır.
O nedenle şimdi daha acı verici bir anlamsızlıktan kurtulmak zorundadır. Fakat, nereye gidecektir? Batı’da da yoksa aradığı başka nerede olabilir ki sorusu yaşadığı anlamsızlık kadar anlamsız bir sorudur. Fakat kesin olan bir şey varsa o da giderek Batılı değerlerin ruhuna uymadığının ve aradığı şeyin tam olarak orada olmadığının farkına varmasıdır. Bu nedenle nereye gideceğini bilemese de içsel bir baskıyla başıboş bir arayış halinde olduğunun farkındadır.
Ve böylece geçmekte olan bir gün, Himalayalar üzerine bir kitaba rastlar ve çok geçmeden kendini Nepal’de bulur. Nepal tam da en bilinmeyenin simgesi, dolayısıyla hiçbir yerde bulunamayanların ülkesidir. Son derece anlamlı bir tercihtir yani! Tahayyül dünyasında yeri olmayan bir yer ancak, onu kendine getirme ihtimali taşıyabilir. Batı’yı ancak böylesi bir bilinmezlik için terk edebilir. Bu sürecin ruh halini şöyle anlatır: “Batı’yı bir daha dönmemecesine terk etmeye karar verdim. O zamanki duygum buydu. İçimdeki boşluk ve anlamsızlık duygusu iyice büyümüş durumdaydı. Çok yalnızdım. İnsan ilişkileri çok zor gelmeye başlamıştı. Batı’yla aramda çok büyük bir mesafe olduğunu hissetmeye başladım.” (s.22)
Artık Himalayalardadır. Uzun yürüyüşler, başıboş saatler ve dağların esintisi aradığını getirmez. Aradığı anlam bir türlü gelmez. İçindeki boşluk acı bir sıkıntı halinde büyüyerek devam eder. Himalayalar üzerinde bir iki ay içinde 400 kilometre yürür. Manzaranın değişmezliğinde kendi içsel boşluğuyla baş başa bir şekilde nereye gittiğini bilmeksizin, yürür ve yürür.
Sonra bir gün bir Budist tapınağının üzerinde oturup dağları seyrederken birdenbire Türkiye’yi çok özlediğini düşünür (ki bana göre bu onun en iyi sahnesidir!) ve geri dönmeye karar verir. Buna neyin neden olduğu belli değildir. Nedir onu bu denli hüzünlü bir umutsuzluktan çekip neşeli bir kavuşmaya koşturan.
Bu esnada kendiliğinden yüzünden yansıyan ayna onun en iyi sahnesi gibidir çünkü bu, en içsel derinliklerinden süzülüp gelen ve adını koyamadığı bir duyguyla bütün hayatını tek karede özetleyen bir resimdir. Güneş ışığının hüzünlü yüzündeki bunaltıcı akislerine karışan umutsuzluğun uğultusuz bir rüzgara karışıp uzaklaşmasının sahnedir bu. Adını koyamadığı bir duygu yerinden fırlamış ve karşı konulamaz bir baskıyla onu yeniden evine getirmiş, kendine döndürmüştür. Belki de aramak beyhudedir çünkü adını koyabildiğimiz hiçbir şey gerçekte bir eksiklik değildir. Tek eksik olan adını koyamadığımız, ifadeye dökemediğimiz, nereye gidersek gidelim içimizden atamadığımız şeydir. Ve dönüş işte o dönüştür. Ona Türkiye’yi bu kadar özleten şey nedir sorusunun cevabı tam olarak yoktur ve sanat tam anlamıyla cevabı olmayanın dışavurumudur.
Döner dönmez askere gider ve askerlik onda Dostoyevski’nin Sibirya’ya sürgüne gitmesindekine benzer bir şeye neden olur. Kendi insanını ve benliğini bulduğu hissi acılarından kesin bir kurtuluş ümidi taşımaktadır. “Askere gittim…Uzun süredir Boğaziçi Üniversitesi yüzünden kendimi yalıttığım, yalıtmak zorunda kaldığım Türk toplumunun her kesiminden insanlardan zengin bir mozaikle karşılaştım. Çocukluk ve gençliğimden hatırladığım, ama bir süredir unutmak durumunda olduğum bir mozaikti bu. Yeniden yurduma karşı bir sevgi oluşturdu içimde. Ait olduğum yeri bulmuş gibi bir duygu yaşadım.” (s.23).
Nuri Bilge Ceylan sinemasının başlangıç yeri burasıdır, tıpkı Dostoyevski’nin Sibirya sürgününün başlangıcı oluşu gibi. Artık aradığını bulmuştur. İçindeki anlamsızlık duygusundan kurtulmak için bir şey bulması gerekmemektedir. Kendisini kendi aynasından görebilmektedir artık. Askerlik sırasında karşılaştığı her bir persona kendi maskelerinden bir bir kurtulmasını sağlamış, derindeki benlikle yüz yüze gelmesini sağlamıştır. Artık ötekinin gözüyle ve ötekinin sözüyle bakmaz hayata. Kendi dili, kendi gördükleri, kendi hayatı, bir kelimeyle kendi sineması oluşmaya başlamıştır: “Sinemamız artık Hollywood taktikleriyle film yapmaya çalışıyor. Kendisini görecek gözü ya da dile getirecek sözü kalmayan toplum, ötekinin bakışını benimser. Ötekinin sözüyle konuşur.” (s.29).
Nuri Bilge Ceylan’ın çabası, onu Himalayalardaki hüzünlü umutsuzluktan kurtarıp neşeli bir kavuşmayla kendine getiren, adını koyamadığı içsel nedeni açığa çıkarmaktır. Onun sineması -her gerçek sanat eserinde olduğu gibi- görünenin ötesine geçen bir etkiyle sonsuzluğa söylenen bir şiir gibi kimse için değildir ve tam da bu nedenle herkes içindir. Bu yüzden ilk filmini Çehov’a adar ve şöyle der: “Çehov’un etkisine bir kere girmiş, Dimov’u, Astrov’u bir kere tanımış olan bir insan artık dünyaya bu etkiden bağımsız bakamaz. Hayatın trajik boyutunu en derinden hisseden ve anlatılamaz sanılanı büyük bir rahatlıkla anlatan büyük bir yazar. Hayatımı bu denli zenginleştirdiği için ona minnet duyuyorum.” (s.35).
Nuri Bilge Ceylan’a hayatımızda eksik olanın ne olduğunu anlamamıza ve adını koyamadığımız o paha biçilmez duyguyu tatmamıza yaptığı katkılar için minnet duyarak haftaya aynı kitaptan devam etmek üzere, iyi pazarlar.