Depremde askerin devreye girmemesini EMASYA (Emniyet ve Asayiş Yardımlaşması) protokollerinin 2010’da AKP iktidarı tarafından kaldırılmış olmasına bağlayan yorumlar, doğruluk taşısa da gerçeğin sadece bir yönüne işaret ediyor.
Birkaç nedenden dolayı böyle düşünüyorum.
Birincisi EMASYA planları, adı üzerinde, askerin emniyet ve asayişe ilişkin konularda, özellikle de toplumsal olaylar ve kalkışmalarda illerde yerel düzeyde desteğinin sağlanmasını öngörüyordu. Doğal afetlerle doğrudan ilgili değildi.
Bu protokol İl İdaresi Kanununa dayanıyor ve aslında valilere o kanunla verilmiş olan bir yetkiyi bir miktar daha ayrıntılandırıyordu. Kanunun o maddesi ve valilere orada verilen yetki, halen yerinde duruyor.
Kaldı ki, 14 Temmuz 2016’da (evet, ilginç bir tarih!) Resmi Gazete’de yayımlanan 6722 sayılı kanunla, İl İdaresi Kanununa bir madde eklenmiş ve kaldırılan EMASYA protokolünün yarattığı o boşluk doldurulmuştu. Bu yapılırken, TSK’dan destek talebi yetkisi validen İçişleri Bakanına, talebin yapıldığı yer de yerel birlik komutanından Genelkurmay Başkanı düzeyine çıkartılmıştı.
Dolayısıyla EMASYA planının yokluğuna yapılan atfın, 14 Temmuz 2016 tarihli bu yasal düzenlemeyi hesaba katması gerekiyor.
Ancak burada EMASYA meselesinin sadece görünür bir neden olduğunu; askerin kullanılamamasının arkasında, daha derinlikli bir analize tâbi tutulması gereken bir mekanizmalar zinciri olduğunu düşünüyorum.
Bu zincirle ilgili genel düşüncelerim şunlar:
15 Temmuz 2016’dan bu yana ordu ve siyasi iktidar arasındaki ilişkiler kendine özgü biçimlerde gelişti. Bu ilişkiyi biçimlendiren birkaç parametre vardı.
Bunlardan biri Erdoğan ve Hulusi Akar arasındaki özelleşmiş, kişiselleşmiş ilişki oldu. Ordu-siyaset ilişkisi, TSK ve Cumhurbaşkanlığı kurumları arasında ve üzerinden değil, Erdoğan-Akar arasında ve üzerinden kuruldu. Bu, kişiselleşmiş her ilişki türünde olduğu gibi kayıt dışı ve gri alanların varlığı anlamına geliyordu.
Parametrelerden bir diğeri, TSK’nın Ağustos 2016’dan bu yana yoğun biçimde yürüttüğü askerî operasyonlar oldu. Ağustos 2016’da yurt içinde Hakkari-Şırnak hattında ve dışarıda da Suriye ile başlayan geniş kapsamlı askerî operasyonlar, ardından Libya, Azerbaycan ve Irak’a doğru genişledi. Bunlar halen sürüyor.
Bu askerî operasyonların gözlerden kaçabilen bir dizi önemli sonucu ve bugünümüze de uzanan etkisi oldu.
Şöyle ki…
Bu operasyonların askerî boyutuna ilave bir niteliği, yeni rejim koalisyonunda bir tür çimento oluşuydu. Bu harekâtlar, AKP’nin İslamcı (yer yer hilafetçi, İslam dünyasının hâmisi’ci), MHP’nin milliyetçi ve Vatan Partisi’nin ulusalcı damarlarında bir yerlere karşılık geliyor ve “yeni ordumuz”un bu partilerin tabanlarınca da benimsenmesine yol açıyordu. Yeni ordu, “bizim ordumuz” olmaktaydı.
Buna paralel bir gelişme daha oluyordu: Bu benimsenme ideolojik düzlemlerde gerçekleşmekte olduğu ölçüde, askerin kendisini, icra ettiği mesleğin profesyonel içeriğine ilişkin bir değerlendirme ve eleştiriden de özgürleştirmiş oluyordu.
Basitçe şunu demek istiyorum: Bu ideolojikleşme içinde, İdlib’e giderken A Haber kameralarına bozkurt işareti yapan uzman çavuşun piyade tüfeği nişancılığının nasıl olduğu, kimsenin aklına gelmeyen bir detaya dönüşüyordu.
Bu detayların subay ve general/amiraller düzeyindeki versiyonlarını da düşünebiliriz.
İkinci olarak, bu askerî operasyonlar bizlerin/toplumun gözünden uzaktaki alanlarda gerçekleştiriliyordu. Askerler oralarda ne yapıyor, nasıl yapıyor, ne elde ediyor, bilmiyorduk. Bize söylenen, “başarı” elde edildiğiydi. Başarı elde ediliyor muydu, ediliyorsa bunun koşulları ve maliyeti neydi, bilmiyorduk.
Bilmiyorduk ama ara ara patlak veren bazı olaylar, oralarda ne olduğunun işaretçisiydi.
Zeytin Dalı harekâtının ilk günlerinde sosyal medya üzerinden “sızan” bir bilgi haber olmuştu. Harekâta katılan bazı uzman çavuşlar, konuşlandıkları üs bölgelerindeki lojistik imkanların iyi planlanmadığını, yeme-içme ve barınma koşullarının çok kötü olduğunu, yıkanamadıklarını söylüyordu. Bu haberler üzerine MSB, Islahiye’den, yani Türkiye’de konuşlu düzenli bir birlikten görüntü verdi. Gıcır gıcır fırınlar, gıcır gıcır çamaşır makinaları, gıcır gıcır üniformalı askerler ve zengin bir yemek menüsüydü gösterilen. Bize gösterilen görüntü buydu, ama Suriye’de açılan üs bölgelerinde durum neydi, bilmiyorduk.
Bunlar işin lojistik tarafıydı.
2020’de İdlib’de Türkiye’nin mekanize piyade taburuna Rusya’nın yaptığı hava taarruzu ve 2021’de Gare’deki askerî fiyasko, Cumhuriyet tarihi boyunca nadiren görülmüş türden harekât ve istihbarat başarısızlıklarıydı.
Toplum, bu başarısızlıkların üzerinden çok hızlı geçti.
Yine 2021’de başka bir haber Libya’dan gelmişti. Özenle seçilerek Libya’ya gönderilen 40 civarında uzman çavuş, tabur komutanlarının kendilerine mobbing yaptığını (Libyalı askerlerin çöpünü toplattığını) söyleyerek CİMER’e başvurarak haklarını aramaya çalışmış; ama neticede hepsi meslekten atılmış ve haklarında ceza kovuşturması başlatılmıştı. İddialarına göre söz konusu subay kendilerine “sizi attırmam bir saatimi alır” demişti.
Bunlar TSK içindeki kötü yönetimin personel, istihbarat, harekât, lojistik boyutlarına ilişkin ipuçlarıydı sadece. Daha başka neler oluyordu ve hangi ölçülerdeydi, bilmiyorduk.
“Aşağıda” bunlar olurken “yukarılarda” da başka şeyler oluyordu. General ve amiral seçim ve atamalarında yeni kriterlerin ne olduğuna dair belirsizlik, her Yüksek Askeri Şura’dan çıkan sürpriz terfi ve emeklilik kararları, örneğin İsmail Metin Temel gibi askerî ve Cihat Yaycı gibi siyasi olarak güçlü isimlerin BİLE sistem dışına çıkartılabilmesi, geride kalanlarda, özellikle de bu isimler kadar güçlü olmayanlarda, bir bıçağın keskin tarafının tam üstünde yürüdüğü duygusu ve kendilerinin de sistem dışına çıkartılmaktan şimdilik kıl payı kurtulduğu yargısının pekişmesine yol açıyordu.
Bu askeri operasyonların bir diğer önemli yanı, bunların TSK’nın özellikle lojistik ve personel kapasitesini epeyce yorması ve kaslarını epeyce germesiydi. Komando Tugayları rotasyonlar içinde Suriye’den Hakkari’ye, Hakkari’den Bolu’ya, Bolu’dan Libya’ya, Libya’dan Irak’a, Irak’tan Şırnak’a koşturuldu. Mekanize Piyade Tugayları ve Zırhlı Tugaylar benzer şeyler yaşadı. Harekâta katılan bu birliklerin personel noksanlıkları, bu harekâtlara katılmayan diğer birliklerden sağlandı. Böylelikle o diğer birlikler çok eksik subay kadrolarıyla çalışır oldular. Malzeme ve teçhizat noksanlıkları da benzer usullerle sağlandı. Böylelikle yurtdışındaki birlikler personel ve malzemece güçlendirilirken, yurtiçindeki birlikler zayıflatılmış oldu.
Yukarıdaki paragrafın son satırında söylediğim “sistem dışına çıkartılmaktan şimdilik kıl payı kurtulduğu duygusu” bu birliklerin komutanlarının yaşadıkları sorunları üst kademelere aksettirmelerini kesin biçimde engelledi. Hulusi Akar’ın sert olduğu bilinen yönetim tarzı bu engellemede bir diğer faktördü.
Neticede tüm bunlar, sahada çeşitli yönetimsel sorunlar yaşayan bu hayatî kurumun sorunlarının, Hulusi Akar’ın yanında Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile komuta merkezlerinden verdiği şık görüntülerin ardına gizlenmiş oldu.
Sorunları parlamentonun, sivil toplum örgütlerinin ve medyanın gözünden hem bu şekilde hem de yukarıda değindiğim ideolojik düzlemin kayganlığıyla kaçırılan ordu, yıllar sonra ilk kez şimdi, tüm Türkiye toplumunun gözünün önünde iş göreceği çırılçıplak bir durumla karşı karşıya kaldı.
Askerin kullanılmaması kararının esasen kimden kaynaklandığını tam olarak bilmiyoruz. Fakat sonuçta bu, bence iki çok önemli şeyin dışavurumu oldu.
(1) Eğer bunu istemeyen Erdoğan idiyse, son altı yılda başta personel yapılanması olmak üzere yapılan çok kapsamlı değişim ve dönüşümlere rağmen, ordunun hâlâ Erdoğan için “bizim ordu” olamadığını ve birtakım rezervlerin hâlâ devam ettiğini gösterdi.
(2) Bununla birlikte, Hulusi Akar eğer isteseydi, aralarındaki kişiselleşmiş ilişkiden yararlanarak, Erdoğan’ı depremin ilk günü ordunun görevlendirilmesine ikna edecek siyasi hüneri gösterebilirdi, diye düşünüyorum. Bir “şey” Akar’ı bundan alıkoymuş olmalı. Bence o şey, Akar’ın, yukarıda özetlemeye çalıştığım kurumsal sorunlar yumağının tümüne pek tabii vakıf olmasıydı. Ordu göreve çağrıldığında ortaya çıkabilecek olası manzarayı hızlıca gören zekâsı, Akar’ı, bu manzaranın askerî ve siyasi sorumluluğunu almaktan kaçınabildiğince kaçınmaya itti.
Genelkurmay Başkanlığının korgeneraller/koramirallerce doldurulan harekât, istihbarat, lojistik ve personel başkanlıklarında yıllar içinde birikmiş planlama geleneği ve derinliği, Milli Savunma Bakanlığının ehil olup olmadığını bilmediğimiz bakan yardımcılarının altında ve politik bir solüsyonun sığ sularında eritilmemiş olsaydı; muhtemeldir ki depremin daha ilk saatinde yereldeki tugaylar içgüdüsel reaksiyonlarını hemen gösterirken, stratejik kaynaklar bakımından da 1’nci Ordunun ulaştırma alayının tank taşıyıcılarına bindirilmiş istihkam araçlarını İstanbul’dan, Deniz Kuvvetlerinin gemilerini Aksaz’dan ve Özel Kuvvet timlerini taşıyan uçağı da Etimesgut havaalanından derhal hareket ettiren askerî bir refleks doğrudan doğruya devreye girmiş olurdu.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım, bu refleksi gösterecek askerî becerinin yok oluşunun hikâyesi.
Bu, aslında hepimizin gözleri önünde gerçekleşti. Ancak şimdi ve çok acı biçimde görebiliyoruz.