Başörtülü bir kadın olarak, inanın benim bile “öf yine mi başörtüsü” dediğim zamanlar oluyor. Hatta bu meselenin referanduma götürülme ihtimalinin başörtüsünü, dolayısıyla başörtülü kadınları siyasileştirme yani özne oldukları bir konuda nesne hale getirilmesine şahit olduğumda, kafamda mecazi sayılmayacak şekilde yangınlar hissediyorum.
Geçtiğimiz günlerde Serbestiyet’te bir röportaj yayımlandı. Zeynep Sena Çomoğlu, eski gazeteci, yeni yönetmen ve komedyen Nebiye Arı ile bir röportaj yapmış. Serbestiyet’in son zamanlarda en fazla etkileşim aldığı röportaj olduğunu gördüm. İçinde “başörtüsü” geçen her röportaj, ülkede halen tüm laiklerin ve dindarların değil ama her şeyin en doğrusunu bildiğini zanneden laiklerin ve dindarların en önemli savaş temalarından biri olduğu için, konu hep etkileşim alıyor ama bir çözüme de varılmıyor. Bu arada belirteyim, Nebiye Arı, iki kesimin de lincinden geçmiş. Bu arada konuyla ilgili meşhur soruyu soracak olanlar varsa; yine mi mağdur oldunuz, evet yine mağdur olduk.
Nebiye Arı, başörtülü bir kadın olarak kendi yaşam tecrübesinin tatlı tatsız tüm yönlerini almış ve siyaset malzemesi, kavga konusu yapmadan üstelik başkasını da karıştırmadan kendi özgün durumu üzerinden esprisini yapmış. Hatta kolaylıkla kavga çıkabilecek bir konuyu, konuşulabilir bir hale getirerek esprisini yapmış. “Yine mi mağdursun” sataşmalarına da esprili cevaplar vermiş. Meseleyi siyasetin merkezinden alıp, toplumun konuşabileceği bir ortama taşımış. Ama yine de linçten kurtulamamış. Tahammül eşiği düşük laiklerden ve dindarlardan gelen ağır tepkiler almış. Açıkçası Twitter yorumlarını okurken sinirlenmemek için çaba sarf ettiğimi itiraf etmek isterim. Dönelim aynı soruya; yine mi mağdur oldunuz, ay evet, yine mağduruz.
Başörtüsünün “kullanımı” konusunda Nebiye Arı gibi düşünmesem de, Nebiye ve onun gibi kadınların ehemmiyetli örnekler olduğunu düşünüyorum. Çünkü Nebiye Arı istisna değil. Ayrıca belirteyim, bu yazıda Nebiye Arı’yı değil, yüzlerce başörtülü, başını örttükten sonra başını açan kadının tecrübelerini yazıyorum.
Başörtüsü yasaklarını icat edenler, yasakları destekleyenler ve yasakla hiç münasebeti olmadığı halde, yasakların mimarı kesimlerin ideolojilerine tabi olanlar, gerçekten çok ciddi bir insan hakkı, kadın hakkı ihlali olan başörtüsü yasaklarından -bence- utandığı için olay kendi hanelerine yazılmasın istiyor. Dolayısıyla, başörtüsü yasağı ancak 2013’te çözülmüş olmasına rağmen, 1988 doğumlu bir kadının başörtüsü yasaklarının acı tecrübesini yaşadığını görmek, bilmek istemiyor. Hazır EYT gündemdeyken belirtelim; Nebiye Arı’ya yakın yaştakiler emeklilik hakkı kazanmışken ya da emekliliğe yaklaşmışken, onun gibi onlarca kadın halen üniversite bitirmeye çalışıyor. Dolayısıyla ortada bir mağduriyet olduğu doğru, “yine mi mağdursun” diye tahkir edenler, mağdur edenin kendi olduğu gerçeğini unutturmak istiyor ama pek mümkün olmadığı için “evet mağdurum” itirazıyla hiç istememesine rağmen burun buruna geliyor.
Madalyonun diğer yüzündeki, Nebiye Arı ve onun gibi kadınlara başlarını açtıkları için ateş püsküren dindarlar ve başörtüsü hürriyetinin yasa ile garanti alınmasını ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirmesiyle gündemine alanlar, siyasileştirme pahasına referanduma götürmeyi düşüneler ise, başörtülü kadınların birey olduklarının farkında değil, kendilerinin bir lütuf olduğunu sanıyor. Başörtülü kadınların da varlıklarının kendi varlıklarına bağlı olduğunu düşünüyor. Kadınların hür fikirleri ve eylemlerinin uhrevi boyutunu kişiselleştirebiliyor. Dindar kesimin bir kısmı, her şeyin ölçüsü olarak kendini gören baskıcı dindarlık anlayışına sahip ve kul olduklarını unutup, hadleri olmamasına rağmen Allah’ın alanına giriyorlar.
Nebiye Arı’nın haklı olduğu bir konu daha var; “İki mahallede de aynı yobazlıkta insanlar olduğunu görüyorum”
Önceden Nebiye ve onun gibi onlarca kadını dinlerken, başörtülü kadınların yaşadıkları kompleksler nedeniyle travmalar yaşadığını düşünürdüm. Ancak bugün, buradan hepimize baktığımda, Sezen’in dediği gibi tepeden tırnağa hepimizin yaralı olduğunu görüyorum. Kişilerin kendi yaradılışlarını bütünsellik içinde tanımlayamamasını Jung, komplekslerin temel sebebi olarak görmektedir. Adler’ göre ise “aşağılık komplekslerinin çözümlenmemesi durumunda bireylerin telafi edemeyeceği aşağılık hislerinin baskın olduğu aşağılık kompleksi ortaya çıkar. Üstünlük kompleksi, aşağılık olma hissinin aşırı telafisi olarak tanımlamıştır. Adler, üstünlük kompleksinin olduğu durumda mutlaka görünürde ya da arka planda az ya da çok aşağılık kompleksinin var olduğunu dile getirir. Üstünlük kompleksinin işlevi üstünlük taslayarak altta yatan aşağılık kompleksini maskelemektir.” Bir başkasının hayatının tam ortasına bu denli hadsizce müdahale etmenin makul bir açıklaması olamaz, yüzlerce hayata bu kadar zarar vermiş olmanın da… dolayısıyla aynı odaktan yaralanmış kitleler olarak, olmaması gereken komplekslere sahibiz ve bizi yaralayan odağın etkilerinden kurtulmak yerine, o odağı ıslah etmek yerine aynı odağın diğer kurbanlarına savaş açıyoruz. Daha açık söyleyeyim; on yıllardır otoriter ve baskıcı rejimler tarafından konsolide edilen kitleler olarak, küçük otoriteciklere dönüştük ve başkasının hayatı hakkında tasarrufta bulunmak bir utançken bunu kendimizde hak olarak görüyoruz. Bundan büyük mağduriyet mi var?
Haddimi aşmayacağım, psikolog ya da psikiyatr değilim ancak hepimizin öyküsünün içinden geçerken kendini gerçekleştirme konusunda kompleksleri ayağına dolanan insanların yoğunlukta olduğu bir coğrafyada yaşamış olmanın sonucunda, aslında laik-dindar olarak ayrılmadığımızı, komplekslerimiz üzerinden birbirimizin üzerine bastığımızı düşünüyorum. O nedenle “yine mi mağdursun” sorusunun cevabını şu şekilde revize ediyorum; evet, mağdurum ama sen de en az benim kadar mağdursun.