Tanpınar, İstanbul dokusunda yaşanan bir aşk hikayesini anlattığı büyük romanı Huzur’da Üsküdar’ı bir “hazine” olarak tarif eder. Valide-i Cedid Cami, Selami Efendi, Aziz Mahmut Hüdai, Celveti Baki Efendi…
Tanpınar, İstanbul’un eski semtlerinde Türk tarihinin kadim hayaletlerini takip etmeyi seviyordu. Mümtaz ve Nuran, Çengelköy’den Kandilli’ye dönerken Kuleli’nin önündeki ağaçların suda yaptığı o çok değişik gölgeye “Nühüft beste” adını vermişlerdir. Benzetmeye bakar mısınız?
Ancak Mümtaz’ın Üsküdar’ı yaşayışında iki yüzlü bir taraf olduğunu da bize hissettirmeyi unutmaz Tanpınar, halkı fakir, kendisi bakımsız Üsküdar’ı seven Mümtaz bu biçarelikler içinde acemişiran, sultaniyegah diye rahatça yaşar.
Mümtaz’ı o müzelik iç sıkıntısıyla baş başa bırakıp günümüze dönelim. Kendi adıma, yıllarca sakini olduğum Üsküdar’ı bugün bakımsız diye tarif etmezdim. Hatta kimi yerleri fazla bakımlı, daha doğrusu fazla işlenmiş. Belli bir çizgide yenilenen yapılarıyla buram buram belediye kokan bir semt Üsküdar…
Huzur’u üniversite yıllarında okumuştum. Bu ağır roman, zorunlu Türkçe derslerinin okuma listesine girince kampüste geleceğin mühendis, bankacı, reklam yazarı ya da akademisyeni olacak gençlerin elinde dolaşmıştı. Elbette çoğu, ödev tamamlanınca Huzur’u rafa kaldırdı… Çok azında iz bırakmıştır Huzur, çoğu öğrenci için geçmişin tükenmiş değerlerini savunan alelade bir hikayedir.
İçeriği nedeniyle kolaylıkla yanlış anlaşılabilecek romanlardandır Huzur. Vasat okurlar bu metinde vıcık vıcık bir taassup görür. Rutubetli medrese avluları gibi insanın tadını kaçıran, Osmanlı Türkçesine sarkan ağdalı diliyle ancak gericilerin sevebileceği, çürük bir hayaldir.
Ha bir de Huzur’u anlamadan, anlamaya ihtiyaç duymadan sevenler vardır. Onlar da bu romanda şanlı ceddimizin yüce değerlerini, iman haritamızı filan görürler…
Yanlış anlaşılabilecek bir roman… Tıpkı Üsküdar gibi.
***
Uzun süredir memleket meseleleri “seküler” / “dindar” karşıtlığı üstünden tartışılıyor. Nur Betül Aras ile Medyascope kanalında gerçekleşen sohbetimizde bu karşıtlığın medyada dile geldiği kadar keskin olmadığını ifade etmiştim
Bana göre Türkiye’de dindarlık ya da sekülerlik kimlikten öte Tanpınar’ın o çok sevdiği tabirle “mizaç” seviyesinde yaşanıyor. Ne demek bu? Basit bir örnekle, aynı ailede tarikat mensubu bir enişte, CHP seçmeni bir dayı, “yetmez ama evet” çizgisinde bir abla ve sevgilisiyle nikahsız yaşayan torununun başarısı için dua eden bir babaanne bir araya gelebiliyor. Bu geçişkenlik sadece aile bağlarıyla da kısıtlı değil… Esnafın dükkanlarını karşılıklı açtığı birçok iş hanında hayat tarzı apayrı insanlar kavga niza olmadan çalışıyor.
Büyük bir çoğunluk böyle elbette… Yoksa örneğin İslamcılığı kimliğinin ayrılmaz parçası olarak tavizsizce sahiplenenler de var, baş örtüsü özgürlüğüyle arası hoş olmayan Kemalistler de… Ancak siyasette söylemin tonunu belirleyen maalesef çoğunlukla bu keskin dilin sahipleri oluyor.
Türk halkının ilginç, şakacı bir yanı var. Seçim öncesinde sosyal (ya da asosyal) medyada büyük gürültü koparan bağımlı radikalleri sandıkta silkeliyor. Ne önceki seçimdeki “Yargılanacaksınız!” öfkesini sahipleniyor ne de bu seçimdeki “Bizim olmayan belediyeye hizmet yok…” imasını ciddiye alıyor.
Ancak bu seçimde öğrendiğimiz şeylerden biri de şu: Bu mizaç denen şeyi de hafife almamak gerekiyor. Tarihimizin en kritik kararları karmaşık mizaçların eseridir.
Seçimin belirleyici maddelerinden biri hiç kuşkusuz ekonomik sorunlardı. Bunun birinci sırada olduğuna kuşku yok. Ekmek derdi her şeyi aşar. Peki ya ikinci sırada ne vardı?
Bana kalırsa bu son seçimde halkın tercihlerini belirleyen etkenlerden biri de – en azından büyük şehirlerde – özgürlük arayışı oldu. Bazı kesimler için belki ekonomik gerekçelerden bile daha önemliydi. Sadece 9 ay önce, üstelik bütün ülkeyi sarsan ağır bir depremin arkasından, ekonomik sorunlar had safhadayken aynı toplum tercihini farklı yönde kullanmıştı.
Özgürlüğün de “seküler” bir hayat tarzıyla yakın ilişkisini gözden kaçırmamak gerekiyor. Diğer bir deyişle, AKP’nin belediyelerde gerilemesinin nedenlerinin bir bölümünü de bütün “hayat” yatırımını tek bir anlayışa, tek bir dünya görüşüne bağlayan, Türk toplumunu tek bir yönden açıklayan, açıklamanın ötesinde toplumu tek bir yöne sevk etmeye çabalayan yanında aramak gerekiyor.
Özellikle İstanbul’da CHP’ye geçen Üsküdar ve Beykoz gibi belediyelerin kent hayatına ne yönde yatırım yaptığını gözlemlemek sanırım bu fikrimi destekleyecektir. Bu beldelere tabiri caizse “direkten dönen” Fatih’i de eklemek gerek…
Örneğin Üsküdar, AKP’nin sahiplendiği, belki örnek gösterdiği belediyelerinden biriydi. Gerçi önceki dönemde de AKP İstanbul’un bu tarihi ilçesini kıl payı kazanmış görünüyor, ama bu beldede şehir dokusunu muhafazakar bir bakış açısıyla işlemek konusunda AKP’nin kararlı bir stratejisi olduğu gözden kaçmamalı. Üsküdar’da özellikle “keyif” ekonomisi diyebileceğim etkinlik tesisleri, kafeler, gezi alanları özel sektör elinde bile bu bakış açısıyla şekilleniyordu. Can Yücel’in Kuzguncuk’unun dokusundaki değişime bakmak bile bunu görmeye yeter diye düşünüyorum.
İşte tam da bu strateji işlememiş, hatta ters tepmiş görünüyor. Üsküdar’da seçmen tercihini açıklarken ekonomiyi öne sürüp kolaya kaçmak mümkün… Günün sonunda meydandaki Kent Lokantası önünde uzun kuyruklar oluşmuyor muydu? Oluşuyordu.
Ama o zaman Üsküdar’ın kent dokusuna yapılan ideolojik yatırım boşuna mıydı? Öyle ya, bu “simge” ölçüsündeki ilçe ilk krizde dirseği gösterdi, hatta o zamana kadar bile alarm veriyordu. Yani bu değerler çalışması seçmenin ekonomik kriz karşısında tahammülünü birkaç ay bile artırmaya yetmemiş mi?
AKP döneminin özellikle 2010 sonrasında geniş halk kesimlerine belli bir hayat anlayışının değerlerinin benimsetilmesi adına ciddi bir çalışma olduğunu görüyoruz. Bunun herhalde en bazir örneği Üsküdar… Üsküdar mekanlarındaki etkinliklere baktığımızda Hilye-i Saadet, Gönül Bulutu, Yedi Güzel Adam gibi başlıklar görüyoruz.
Kuşkusuz herkesin bu etkinliklere gittiği, salonları hınca hınç doldurduğu yok. Yine de bu başlıklar belediyenin kent dokusunu dönüştürme iradesinin yönünü de açıklıyor.
Hesaba katılmayan şeylerden biri Üsküdar’ın bu dokuya maruz kalmaktan belki de bunaldığı oldu. İstanbul’un merkezinde, eski şehrin tam karşısında, en metropolit ilçelerden birini muhafazakar değerler dünyasına çevirme çabası belki büyük bir tepki yaratmadı… Ama seçmenin gönlünü kazanmaya yaramadığı da görülüyor.
Hatta belki Türkiye’nin bütününde bu değerler dünyasından, bu baygın kokudan insanlara bıkkınlık gelmiş olabilir mi? Kuşkusuz 31 Mart seçimini açıklamaya bu bıkkınlık yetmez. Yine de özellike genç seçmenin başka türlü bir Üsküdar hayal ettiğini düşünmek için artık elimizde bir şeyler var… Üsküdar derken, kısmen Türkiye de demiş oluyoruz.
Değerler üstünden siyaset yapmak ayrı şey, belli değerleri bir kesime – o kesim buna hazırsa bile – benimsetmeye çalışmak ayrı… İkincisi artık pragmatik siyaset evreninde biraz geri kalmış bir uygulama olabiliyor. Çünkü insanlar kapalı bir dünyada yaşamıyor. Farklılıkları ve aykırılıkları görebilecekleri mecralara dijital teknolojiler sayesinde kolayca erişebiliyor.
Değerleri benimsetmeye çalışan siyasetin en büyük açmazı da aslında kendi değerlerini işlemekte zorlanması oluyor. Konser programına sadece Türk/İslam müziği (ya da Doğu ezgileri) temalı sanatçıları alarak insanlara bunu sevdirmek, bu değerler için heyecanlanmalarını beklemek ne kadar mümkün? Klasik Türk Müziği hayranı bir insan olarak da Üsküdar’ın sadece Musiki Cemiyeti’nden ibaret olmadığını biliyorum.
Çünkü Nühüft Besteyi “yerli ve milli”, Schubert’i yersiz ve değersiz gören anlayış gerçek anlamda değer üretemez. Ancak değerlerin bir imitasyonunu, ucuz bir benzerini oluşturabilir. Rumelihisarı konserlere kapatılarak ihya edilebilir mi?
Üstelik değerler, ideolojik bir programın parçası olarak seri üretim çıktılarına dönüşünce, “maket kabe” türü garabet uygulamalar kaçınılmaz oluyor. Bunda ısrar edildiğinde Yusuf Kaplan’ın hayal ettiği nesil de ortaya çıkmıyor, sonuç nargile kafe lümpenliğinden öteye varmıyor.
Kitle kültürü çağında insanları, Ferahfeza Ayini vaat ederek kazanmak mümkün değil, aslında AKP de bunu çok iyi biliyor. Yoksa dombra yerine Ferahfeza’yla meydanlara çıkarlardı. Ama özellikle kentlerde, insanları kazandıktan sonra Ferahfeza Ayini dinlemeleri için başka bütün kapıları kapatmaya başlıyor. O durumda da Türk müziğinin en büyük eserlerinden birisi insana saç baş yolduran bir işkenceye dönüşüyor.
İşte bu bir romanı, bir semti yani özünde bir tarihi tek bir açıdan ve yetersiz okumanın sonucudur.
Tanpınar’ın Huzur romanında Nuran’ın Üsküdar’la ilgili söylediğini kaydederek bitirelim:
Üsküdar’da hakiki kadın saltanatı var!