Kara Harp Okulu’ndaki teğmenler hadisesi üzerine tartışmalar sürüyor. Üstelik şiddetini artırarak.
Tartışmalar, her ikisi de yeterince kavrayıcı olmaktan uzak, olayın muhtemel dinamiklerini pek de merak etmeyen iki ana kanattan akıyor.
Bu ana kanatlardan biri “Bu çocuklar elbette Mustafa Kemal’in askerleridir. Başka kimin askerleri olacaklardı?” derken, diğeri de “Bu bir darbe tohumudur, darbeye hayır!” diyor.
Felsefede “korkuluk safsatası” (strawman fallacy) denen bir şey var: Tartışmalarda karşı tarafın argümanını çürütmek için kullanılan ama karşıt argümanı doğru şekilde ele almadığı için çürütemeyen mantık hatası. Bu yapılırken önce karşı tarafın iddiası el çabukluğu ile ve kasten değiştiriliyor ve o iddia yerine kendisinin biçimlendirdiği bir “korkuluk” dikiliyor; ardından karşı taraf sanki o korkuluğu savunuyormuş gibi, o korkuluk dövülüyor ve çürütülüyor.
Her iki argümanın da bu mantık hatasına düştüğü görülüyor.
Ayrıca her iki kanat da kendi argümanlarını savunurken, kendi argümanlarının önemli birer açmazını gözlerden kaçırmak istiyorlar:
Birinci kanat bu ritüelin en azından teamül-dışı olup olmadığını; ikinci kanat da bu olayın AKP/Erdoğan rejimi açısından ciddi bir başarısızlık anlamına gelip gelmediğini…
Her iki tarafın ortaklaşa düştüğü bir yanılgı, siyasi veya ideolojik sonuçlar yaratan bir olayın, zorunlu olarak ve salt siyasi veya ideolojik kökler taşıması gerektiği düşüncesi.
Son iki haftadır yapılan “üstten” tartışmalar siyaset ve ideoloji gibi “makro” kavramların bu teğmenler hadisesini açıklamakta yetersiz kaldığına işaret ediyor.
Sezgilerim de öyle söylüyor.
Belki biraz daha “mikro” yerlere, insana, gruba ve hayatın kendisine bakmak yararlı olabilir.
Bunun için de belki tutum, ikna, rıza, sosyal biliş, sezgisellik, toplumsal şemalar, grup dinamiği, kişilerarası çekim ve etkileşim; belirli duygu örüntülerinin, mesela sevgi, nefret, öfke ve heyecanın hangi toplumsal ve tarihsel bağlamlarda ortaya çıktığı ve toplumsal pratiklerin oluşumunda duyguların nasıl bir rol oynadığını anlamak için sosyal psikolojiye ve duygular sosyolojisine de artık eğilmemiz gerekir.
Bunu yaptığımızda karşımıza bir mekân, bir yaşam evreni, bir sahne, bir aktör/özne ve bir tarihsellik olarak Harp Okulu’nun kendisi çıkacaktır.
Hatırlarsanız, 11 Temmuz’da, teğmenler hadisesinden neredeyse iki ay önce, Harp Okulları kimsenin aklında yokken, “Samsa Tatlıları, Armutalan Sırtları ve Harp Okulları” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Yazı masasına beni oturtan şey, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Erhan Afyoncu’nun, Türkiye-Avusturya milli maçından sonra yaptığı bir X paylaşımı olmuştu.
Sosyal medya kullanıcıları Erhan Afyoncu’yu yaptığı Viyana seferi göndermesi nedeniyle uzun uzun eleştirdiler.
O eleştirileri okurken bir şey fark etmiştim: Eleştirenler arasında Prof. Afyoncu’nun MSÜ Rektörü olduğunu bilmeyen ne kadar da çok kişi vardı!
Ve yine birçok kişi ne onun korgeneral yetkilerine sahip bir sivil olduğunu ne de Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının doğrudan kendisine bağlı olduğundan haberdardı.
Dolayısıyla yine çoğu kişi, Harp Okullarının 31 Temmuz 2016 gibi çok erken bir tarihte, Kuvvet Komutanlıkları ve Genelkurmay’dan kopartılarak bu Rektörlüğe bağlandığını ve mesela Hava Kuvvetleri Komutanının, kendisine pilot subay yetiştiren Hava Harp Okulu’nda hiçbir biçimde söz hakkı olmadığını da, ve mesela Kuvvet Komutanı orgeneralin Hava Harp Okulu Komutanı tümgenerale “yarın gel de şu konuyu konuşalım” şeklinde bir emir veremeyeceğini de bilmiyordu. Şaşılası evet ama öyleydi! Aralarında hiçbir emir-komuta bağlantısı yoktu. Sadece, Kuvvet Komutanları, lütufen, Rektörlüğün “Danışma Kurulu Üyesi” yapılmışlardı!
O yazıda sosyolojinin ve özellikle Bourdieu’nün kolektif yatkınlıklar olarak tanımladığı “habitus” kavramından hareket ettim: Bir gecekondu mahallesinin, bir gazetenin veya bir siyasi partinin olduğu gibi bir askerî okulun da kendine özgü bir habitus’u vardı; bireyler yaratıcı doğaçlamalarını ancak o habitus içinde yapıyordu. “Habitus bedene kazınıyor ve sadece düşünme biçimini değil, bireyin kılığını-kıyafetini, vücut dilini, yürüyüş biçimini, kaslarının hareketini, mimiklerini, gülme şeklini dahi etkiliyordu. Habitus, bir kolektif yatkınlık, bireydeki toplumsallık, şimdileşmiş tarih ve öznelleşmiş nesnellik idi.”
(Son birkaç günkü tartışmalarda meselenin devre birincisi teğmen Ebru Eroğlu’nun yüz ifadesine kadar geldiğini görünce bu “bedene kazınma” meselesini bir kez daha anımsadım).
Ardından, doktora tezim için incelediğim 150 yıllık asker hatıratları literatürünün bende uyandırdığı bir his, bir sezgiden bahsettim o yazıda: Çok bariz bir süreklilik vardı ve hatıratlarında birbirleri hakkındaki hesaplaşmalara, atışmalara ve görece karşıt konumlanmalara rağmen, mesela İsmet İnönü ile Ali İhsan Sabis’i, Alparslan Türkeş ile Dündar Seyhan’ı yahut Kenan Evren ile Nevzat Bölügiray’ı ortaklaştıran, onları benzeştiren bir şey vardı. Bu, toplum ve siyasete dair tavırlarını da belirleyen, aynı habitus’tan geldiklerini kolayca duyuran bir “benzer ses”ti. Bu habitus, bu benzer ses nerede oluşuyordu?”
Bunu soruyordum ama cevabı belliydi: Harp Okulu’nda.
“Sanki Kazım Karabekir bugün çıkıp gelse ve leb dese, 2000’lerin herhangi bir subayı leblebi dediğini anlayacak, yahut içtimaya geç kalan Cebesoy 2000’li Harbiyeli arkadaşları tarafından hemencecik ‘idare edilebilecek’ gibiydi.”
Ve sonra şunu söyledim:
“Anlaşılan, küçük arkadaşlık öbekleri, mikro karşı koyma biçimleri, minik dedikodular, küçük yaramazlıklar, buradan türeyen afacan ve yoğun bir “suç ortaklığı”, koğuş sohbetleri, tren yolculukları, yahut Harp Okulu mutfağında pişen ve nesilden nesile aktarılan bir yemek türü, hiç sevilmeyen bir kereviz veya çok sevilen bir samsa tatlısı, “yemeyen bana versin”ler, “hâlâ çıkıyor mu o kereviz/samsa tatlısı?”lar, Temmuz’un kavurucu sıcağında İzmir/Menteş’in dik Armutalan sırtlarına çıkarken birlikte taşınan bir MG3 makinalı tüfeğinin ağırlığına akşam çadırda edilen sinkaflar, sanılanın aksine, yönetmeliklerden, tüzüklerden, kanunlardan, resmî törenlerden çok daha “yapıştırıcıydı”.
Bu yazıyı okuduktan sonra birbirlerinden habersiz şekilde bana ulaşan biri genç diğeri emektar iki subay oldu. Emektar subayımız yaklaşık 60 yıl önce mezun olduğu Kara Harp Okulu’nun mezunlar günü için devre arkadaşlarıyla birlikte Okul’a gitmiş, genç subay da onlara bu davet sırasında mihmandarlık yapmıştı. Emektar subayımız o gün kendilerine ikram edilen öğle yemeğinde, genç subayımız da yazıyı okuduktan sonra gözlerinin yaşardığını söylüyordu: Yemekte, hep olduğu gibi, barbunya pilakinin yanında Samsa tatlısı çıkartılmıştı.
Bahsettiğim önemsiz, sıradan, gündelik, gastronomik gibi gözüken şeylerden türeyen bağ o kadar yapıştırıcıydı ki “kendilerini tüzüklerin, emirlerin, yönetmeliklerin soğuk nefesine karşı mesafelendirmeyi de başarabilen, gerektiğinde onlara rağmen de hareket edebilen şeylere benziyordu. “Gereklilik” halinin belirlenmesinde ise yine o habitus etkili oluyordu.”
Anlayabildiğim kadarıyla, Kara Harp Okulundaki yemin hadisesi, büyük ölçüde, bu dediğim şekilde olmuştu.
Bugünlerde iktidar medyası, teğmenler hakkında başlatılan disiplin soruşturmalarında çok önemli bulgulara ulaşıldığını yazıyor: Olayın ucunun dışarda olduğunu, bunun tespit edildiğini, mezhepsel bağlantıların bile söz konusu olduğunu…
Olayın mezhepsel bağlantıya bile havale edilmesindeki çaresizliği anlıyorum. Öyle ya! “Sekiz yıldır ‘bizim’ yönettiğimiz bir yerde böyle bir olay olabiliyor ise, bu ancak ve ancak bir dış bağlantı, bir yabancı unsur nedeniyle olabilir”. Ama burada da yine çaresiz bırakan karşı soru gelir: “E ama mülakat komisyonları da ‘bizimdi’?”
O yazıyla ilgili kendi düşüncemde yapmam gereken önemli bir güncelleme olduğunu fark ediyorum şimdi:
Benim dışarıdan yaptığım gözlemlere dayalı varsayımım, siyasi iktidarın sekiz yıldır sürdürdüğü yeni yapısal düzenlemelerin, tam da amaçladığı gibi, araya soktuğu sivil (yabancı) unsurlarla Harp Okullarının, temeli kendine özgü bir dostluk bağı, silah/devre arkadaşlığı ve grup bilinci olan habitus’unu inkıtaa uğrattığı şeklinde idi. Bu varsayımımın gerçeği tam olarak kavramadığını anlıyorum şimdi. Birtakım süreklilikler yine de söz konusu imiş.
Dolayısıyla kendi adıma, sekiz yılın sonrasında, teğmenlerin böyle bir şey yapabilmesinin arkasındaki tek değil ama temel dinamiklerden birinin ne olduğunu da kavramış bulunuyorum.
Ve bunu, tahkikatı derinleştiren mercilerle de paylaşmak istiyorum:
Samsa tatlıları!