Kısmetse dokuz hafta sonra sandık sonuçlarını tartışıyor olacağız. Yapacağımız seçimin Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik seçimlerinden biri olacağı kanaati çok yaygın. Sıradan bir nöbet değişimine değil de tarihi bir çatallanma noktasına (bifurcation point) yaklaşıyor olduğumuz duygusu neden bu kadar yaygın? Bu sorunun son derece basit bir cevabı var: Çünkü tarihi bir çatallanma noktasında yaşıyoruz. Esasen kırk yıldır öyle bir “nokta”dayız.
“Kırk yıllık nokta mı olur” demeyin, kırk yıl insanlık tarihi açısından bakıldığında son derece kısa bir süre. Her birimizin hayatının beş kuşak önceki dedelerinin hayatından olağanüstü farklı olmasına sebep olan hadiseler bütününe Sanayi Devrimi diyoruz mesela ama “devrim” diye adlandırılınca sanki bir anda gerçekleşmiş gibi algıladığımız dönüşüm, en azından yüz elli yıla yayılan sosyal, siyasi, iktisadi, örgütsel, demografik değişimlerin bir bileşkesiydi. Yüz elli yılda dünyanın bir bölümünü değiştiren dalgaların taşranın kıyılarına ulaşması, bir yüz yıl daha aldı. Bugün ise dünya hızlandığı için Sanayi Devrimine benzer bir değişimi kırk yıla sığdırdık. Kırk yıla sığdıramadıysak, elli yıla sığacak.
Yaşıyor olduğumuz her şeyin kırk yıl, elli yıl öncesindeki benzerlerini bulmaya, onların yeni bir versiyonunu yaşıyor olduğumuza kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. Olsa olsa biraz daha iri bir versiyonudur, öyle ya!
Öyle değil işte.
İnsanoğlu hep göç etti mesela ama uzunca bir süre boyunca göç tayin edici bir faktör olmaktan çıkmıştı. Şimdi yeniden hortladı, filan. Hâlbuki neredeyse bütün dünya toplumlarını şöyle veya böyle etkileyen göç, doğum teamülleri ve ömür beklentilerindeki değişim ile kıyaslandığında, son derece tali bir demografik hadise. Demografik değişimin iktisadi neticeleri de kendisi gibi benzersiz. Kadının toplumdaki yeri dramatik bir biçimde kaydı ve bütün sosyoloji, medeniyet tarihinde benzeri görülmemiş bir biçimde değişti —zaten doğum teamülleri biraz da kadının sosyal pozisyonundaki değişimin neticesi, filan.
Her bir tek istatistiğin değişimi üzerinden sayfalarca, onların birbirilerine tesirleri üzerinden de ciltler dolusu yazılabilir. Yaptığımız, yapacağımız bütün tahliller, dönüp dolaşıp, mevcut, arkaik siyasi örgütlenme biçimlerinin kaskatı kalmış olması gerçeğine tosluyor. Musalla taşına yatırılmış olduğu halde ölmediğine kendimizi inandırmaya çalıştığımız, hayata döndürülebilir olduğunu vehmettiğimiz eski dünyanın hayaleti, esasen sadece siyasi örgütlenme biçimi olarak aramızda dolaşıyor. Ulus devlet olarak, temsili demokrasi olarak, kendisine ne derseniz o olarak.
Mevzu ulus-devlete veya temsili demokrasiye karşı olmak veya onların yanında olmak mevzuu değil. Mevzu, kabaran demografik, sosyal, iktisadi dalgalar ile bir ahenk içinde davranabilen siyasi formun inşa edilemiyor olması. Gövdemiz olağanüstü değişti, gardıroptan seçeceğimiz her ne olursa olsun içine sığamayacağız. Gardırobu değiştirmek gerekiyor.
“Erdoğan değil de Kılıçdaroğlu seçilse de bir şey değişmeyecek” demiyorum. Kılıçdaroğlu’nun veya ona ümit bağlayanların meselenin büyüklüğünü ve farklı bir mahiyete sahip olduğunu idrak edemediğine işaret ediyorum. Erdoğan, muazzam değişim dalgalarının altında kalmış olan toplumu, üç yüz, beş yüz, bin yıl önceki referanslara sabitleyip teskin etmeye, böylelikle kendi koltuğunu korumaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu kazanırsa, kırk yıl, bilemediniz yüz yıl önceki referanslara sabitlemeye çalışacak. Elbette başlangıçta Erdoğan kadar kudretli olmayacak ve yapmak istediğini yapamayacak. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi bir imkân yaratacak. Ancak hepsi o. Bunu unutmasak iyi olur diye düşünüyorum.
Derdimi, 6 Mart günü Abdullah Teyfur Erdoğdu’nun Serbestiyet’te yayınlanan “Bunlar iyi günlerimiz” başlıklı yazısına bağlayarak ifade etmeye çalışayım. Erdoğdu yapay zekâ ile sosyal medyanın kesişim alanının sebep olacağı potansiyel risklerden söz ediyor. Diğer her şey aynı kalmak kaydıyla, bu süreçte hiçbirimizde “öğrenme” gerçekleşmezse, Erdoğdu’nun ürktüğü kıyamet gerçekleşir. Ama işler öyle yürümüyor, yürümeyecek.
Nasıl yürüyecek?
Rönesans’ın perspektifi “keşfetmesinin” ehemmiyeti hakkında ciltler dolusu yazıldı. Perspektifin keşfi sayesinde foto-gerçekçi tablolar yapıldı, resim sanatı “değişti”. Sanatçılar ustalaştılar. Sonradan fotoğrafı sanat haline getirecek ışık oyunları, çerçeveleme gibi atraksiyonlarla birbirlerinden farklılaşmaya çalıştılar. Lakin fotoğraf teknolojisinin gelişimi, yüzlerce yıl boyunca rafine olan resim sanatını manasızlaştırdı. Neticede resim sanatı ölmedi, sanatçı henüz icat edilememiş fotoğraf makinesinin kifayetsiz bir muadili olmaya çalışmaktan çıktı, görülmeyeni görmeye/göstermeye teşebbüs etti, “sanatçı” oldu.
Yapay zekâ denen ve sergilediği beceri karşısında hepimizin ağzını açık bırakan “şey”, galip ihtimal, fotoğraf makinesinin resim sanatına yaptığı tesire benzer bir tesir yapacak. Bu arada Erdoğdu’nun ürktüğü türden problemlere yapay zekâ kullanan çözümler üretilecek. Esas mesele şu ki, o problemlere çözüm üretilemese bile, yapay zekânın sebep olduğu değişimin büyüklüğü ve kapsayıcılığı yanında o tür problemler dikkate bile alınmayacak kadar önemsizleşecek. Yeni dünyanın problemleri, bugün içinde yaşadığımız dünyanın problemlerinden mahiyet olarak o kadar farklı olacak ki, mesela Erdoğdu otuz yıl sonra, “yahu nasıl olmuş da bunları dert etmişim” diye kendisine şaşıracak.
Üzerinde klavye eskitmeye değer bulduğum, her birisi hakkında sayfalarca yazabileceğim dört hususa birer paragrafta işaret edeyim.
Birincisi, yapay zekâ denen şey, boşlukta, kendi başına var olan, yol alan bir şey değil, sayısız alandaki değişim ve birikimin bir neticesi ve başka birçok alanda değişimi “dayatan” bir şey. Tıpkı fotoğraf makinesi gibi. Bir yandan optik alanında bilgi birikiminin, öte yandan malzeme biliminde sağlanan gelişmelerin, öte yandan sosyolojide, iktisatta gerçekleşen değişimin… Sayısız faktörün arakesitinde “icat edilmiş”. Ve işte —başka birçok şeyi olduğu gibi— mesela resim sanatını da kökten değiştirmiş.
İkincisi, fotoğraf makinesinin foto-gerçekçi resim sanatına yıllarını yatırmış birçok kişiyi ofsayta düşürmesi gibi, yapay zekâ da çok kişiyi, hemen hepimizi ofsaytta bırakıyor. Yaptığımız, varlık sebebimiz gibi gördüğümüz “iş”lerin pekâlâ makineler tarafından da gerçekleştirilebilir olmasını hazmetmek zor. Kimsenin iş yapmak zorunda olmadığı bir dünyayı tasavvur etmek daha da zor. Ama bu zihinsel/duygusal eşiği atladığımızda, “iş yapan hayvan” olmaktan çıkmanın imkânları belirecek, daha “insan” olacağız.
Üçüncü olarak işaret etmekte fayda gördüğüm husus ise, yapay zekâ denen şeyin esasen sıradan insanların sıradan zekâlarının toplamı olduğu gerçeği. Yapay zekânın bugünkü göz kamaştırıcı seviyesine, yanlış bilmiyorsam doksanlarda gerçekleşen strateji değişimi sayesinde ulaşıldı. O döneme kadar uzmanların bilgilerinin sistemleştirilmesi, kuralların bilgisayarlara öğretilmesi gibi modernist/Aydınlanmacı bir strateji izleniyordu. Ancak, mesela gramer kurallarının öğretildiği ve emrine kapsamlı sözlükler verilen programlar, bugünkü tercüme kabiliyetine asla ulaşamadılar. Onun yerine, çok dilli çok sayıda metni “değerlendirmek” tercih edildiğinde, yapay zekânın performansında ani bir zıplama gerçekleşti. Bu hal, bence, başka birçok şeyin yanı sıra çok önemli bir şey söylüyor. Bizim zekâmız da —tıpkı yapay zekâ gibi— başkalarının bir ürünü. Ancak başkalarının zekâsıyla etkileşim içindeyse var olabiliyor her birimizin zekâsı.
Ve son olarak, bu yazıyı yazmama sebep olan, yazının başındaki mevzua dönelim. Dünyada hemen her şey, şu veya bu biçimde yapay zekâ alanındaki birikime bir biçimde reaksiyon gösteriyor, onunla etkileşime giriyor. Gündelik hayatımız, yapay zekâ alanında gerçekleşen değişimlere paralel olarak değişiyor. Bir tek şey değişmiyor, siyaset. Sosyal medya marifetiyle seçim neticelerini manipüle etme çabalarının mevcudiyetini Cambridge Analytica skandalı sayesinde öğrenmiştik. Bu tür kötü niyetli müdahaleleri saymazsak, siyaset kurumunun ne yapay zekâ alanındaki gelişmelerle ve ne de yapay zekâyı mümkün kılan diğer değişimlerle bir etkileşimi yok. Kendi fanusunda, “kendisi için” bir faaliyet olarak mevcudiyetini sürdürüyor. Siyaseti bu halden çıkarmadıkça, insanlık olarak yaptığımız her siyasi seçim, “tarihin en kritik seçimi” olmayı sürdürecek.