Naziler, 1940 yılında Polonya’yı işgal eder etmez ilk iş olarak kendilerine muhalefet edebilecek Polonyalıları tutuklamış, toplama kamplarına göndermişti. 13 yaşındaki Alexandria Bystroń-Kołodziejczyk’nın maden denetçisi babası bu Polonyalılar arasındaydı. Alexandria’nın babası, önce gettolara, sonrasında toplama kamplarına gönderilip korkunç bir şekilde katledilen Polonyalı Yahudilere nazaran şanslıydı. 1 sene sonra toplama kampından sağ bir şekilde çıkıp evine dönebilmişti. Alexandria, babasına kavuşmuştu, fakat babası artık başka biriydi. Toplama kampına 89 kilo olarak giren adam, evine döndüğünde 32 kiloydu. Naziler mahkumlara yemek vermemiş, babası ve arkadaşları ağaç yaprağı kemirerek açlıklarını bastırmıştı. Sadece Alexandria’nın babası değil, Polonya da tanınmaz haldeydi. Alman ordusu Yahudileri gettolara kapatıyor, Polonyalıların köylerini boşaltıyor, büyük toplama kampları inşa ediyordu. Güneydeki Oscwiecim kentinde yaşayan Alexandria ve ailesi de Auschwitz toplama kampı inşa edilirken 17 bin Polonyalı gibi evlerini terk etmek zorunda kalmıştı.
Toplama kampından sağ kurtulan babasının ve o güne kadar birlikte yaşadıkları Yahudi komşularının başlarına gelenlerden etkilenen 14 yaşındaki Alexandria yaşanan vahşeti sessizce izlemeye dayanamadı. Henüz çocuk yaşındayken Polonyalı direnişçilere katıldı. Auschwitz etrafında yaşayan 1200 Polonyalı gizli direnişçiyle birlikte toplama kampındaki Yahudilere her gece yemek ve kıyafet verdi. Kampın çeşitli yerlerine çok sayıda elma ve ilaç bıraktı. Açlıktan ölene kadar zorla çalıştırılan Yahudiler için bu yardımlar önemliydi. Küçük kız toplama kampının dış dünyayla iletişimi de sağlıyor, kaçak bir şekilde mektup taşıyordu. Alexandria gündüzleri ise Nazilerin yönettiği bir madende çalışıyordu. Gündüz 12 saat çalışıyor, geceleri de uyumayıp Yahudilere gıda taşıyordu. Riskli bir işti. 6 çocuk annesi Polonyalı Helena Plotnicka, Yahudilere yardım ettiği için yakalanmış, Naziler ceza olarak kadını toplama kampına atmış, çocuklar yetim kalmıştı. Fakat Alexandria gündüzleri dahi Yahudilere kötü davranan Nazi subaylarını durdurmaya çalışıyor, dövülen veya kurşuna dizilmek istenen bir Yahudi gördüğü zaman subaylara ağlayıp yalvarıyordu. Bu küçük ama önemli kahramanlıklardan dolayı, Alexandria ömrünün son anına kadar Polonya’da “Yahudi teyze” lakabıyla çağrılmıştı.
14 yaşındaki Alexandria’nın bu kahramanlığı, geçmişte zulme karşı direnme cesareti gösteren birçok sıradan insan gibi unutuldu. Tarih ya en zalimleri ya da en ünlü kahramanları not etmiş, Alexadria’nın hikayesi tozlu raflara kaldırılmıştı. Fakat o rafları kurcalayan birileri de vardı: Auschwitz’te geçen bir Holokost filmi çeken İngiliz yönetmen Jonathan Glazer. Glazer dördüncü uzun metraj filmi için Auschwitz tanıklarıyla görüşüyor, Polonya’da saha çalışması yapıyordu. Alexandria ile Jonathan’ın yolu ise 2016’da keşişmiş; Glazer, 14 yaşındayken Nazilere karşı aktif direnişe katılan Alexandria’dan çok etkilenmişti. 90 yaşındaki Alexandria, Glazer ile konuştuktan ve bütün hikayesini paylaştıktan hemen kısa bir süre sonra hayatını kaybetti.
Jonathan Glazer Oscar ödüllü “The Zone of Interest” filmiyle, Alexandria’nın hikayesini bütün dünyaya duyurdu. Glazer, Alexandria’nın hikayesi sadece ölümsüzleştirmekle kalmadı, Oscar’daki ödül konuşmasının da estirdiği rüzgarla Auschwitz’den Gazze’ye taşıdı.
Holokost’un sesleri
59 yaşındaki Jonathan Glazer, Londra’da doğdu. Entelektüel bir Aşkenaz Yahudi ailede büyüyen Glazer, sinefil babası sayesinde küçük yaşta filmlere merak saldı. Lise çağından itibaren yönetmen olmayı kafasına taktı, ilk uzun metraj filmini ise 2000 yılında çekti: “Sexy Beast”. Emekli bir banka soyguncusunu konu alan bu kara komedi filmi büyük ses getirdi, filmdeki yardımcı oyunculardan Ben Kingsley Oscar ödülü kazandı. Glazer, bu filmden sonra 2 film daha çekti: “Birth” ve “Under the Skin”. 13 senede 3 film çekmişti. Fakat merakla beklenen dördüncü filmini çekmesi için tam 10 sene çalışması gerekecekti.
Glazer’in son filmi oldukça kişiseldi. Orijinal bir Holokost filmi çekmek istiyordu. Bu fikir Naziler yüzünden doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalan ailesini rahatsız etmişti. Glazer’in Guardian’dan Sean O’Hagan’a verdiği söyleşide belirttiği üzere babasının ilk tepkisi oldukça sertti: “Neden geçmişi deşiyorsun? Bırak çürüsün gitsin”. Glazer’in “geçmişi deşmesi” gerçekten de uzun ve zahmetli bir sürece dönüştü. Glazer filmin ilhamını Martin Amis’in “The Zone of Interest” kitabından almıştı. “The Zone of Interest” (Odak Alanı), Nazilerin toplama kamplarını ve yakın çevresini tanımlamak için kullandığı bir tabirdi. Ölüm kamplarını profesyonel ve soğukkanlı bir şekilde betimleyen bu sterilize kavram filmin aynı zamanda ana omurgasını oluşturuyordu. Filmin odağında milyonlarca kişinin katledildiği ölüm çarkı Auschwitz’in mimarı ve komutanı Rudolf Höss ve ailesi vardı.
Fakat Glazer, yaklaşık 1.3 milyon kişinin katledildiği Auschwitz’i farklı bir şekilde anlatmayı tercih etmişti. Filmde Yahudilere karşı işlenen hiçbir işkence, soykırım, insanlık suçu gösterilmeyecek, film Holokost’u arka plan sesleriyle anlatacaktı. Glazer tam bir sene boyunca ses kütüphanelerinde çalıştı, teker teker tren, silah, çığlık sesleri derledi, ses mühendisleriyle el ele verip farklı sesleri birleştirdi. Glazer’in kurgusu oldukça orjinaldi. Film, Auschwitz’in hemen yanında lüks bir lojmanda yaşayan kamp komutanı Rudolf Höss ve ailesinin bakış açısını merkeze alıyordu.
Auschwitz komutanı Rudolf Höss ve ailesi
Bu üst düzey Nazi ailesi; çocuklarıyla, köpekleriyle, özenle baktıkları bahçe, sera ve havuzlarıyla dünyanın en korkunç ölüm kampının yanında kendilerince “normal” bir hayat yaşıyordu. Ailecek akşam yemeği yenirken, çocuklar oyun oynarken, bahçedeki havuzda yüzülürken duvarların hemen arkasında yüzbinlerce Yahudi’nin hapsedildiği toplama kampından çığlıklar, silah sesleri duyuluyor, düzenli bir şekilde gaz odaları çalışıyor, katledilen Yahudilerin cansız bedenleri yakılıyor ve dumanlar görülüyordu. Bu korkunç katliam o denli mekanikleştirilmişti ki yakılan bedenlerin külleri dahi Höss ailesinin bahçesinde gübre olarak kullanılıyordu.
Senarist Hannah Arendt, Yönetmen Jonathan Grazer
Filmin ana teması, Holokost’un Naziler tarafından normalleştirilmesi, mekanikleştirilmesiydi.
“Anatomie d’une chute” filminin de başrol oyuncusu olan Sandra Hüller’in canlandırdığı Hedwig Höss karakteri komutan Rudolf’un eşiydi. Hedwig, film boyunca Yahudilerin külleriyle beslenen çiçeklerine özen gösteriyor, çocuklarıyla ilgileniyor, bütün gündelik hayatını her şey normalmişçesine devam ettiriyordu. Holokost’u o kadar benimsemiş ve normalleştirmişti ki büyük bir heyecanla kampa her yeni gelen kafiledeki Yahudi kadınların el konulan değerli eşyaları, kıyafetlerini eve getirtiyor, kürklerini, rujlarını kullanıyordu.
Filmdeki Hedwig Höss karakterini Sandra Hüller canlandırıyor
Belki de filmin en çarpıcı sahnelerinden biri hiç şüphesiz Hedwig’in annesinin kısa süren yatılı misafirliğiydi. Kızı ve torunlarını görmeye gelen yaşlı kadın, katıksız bir Nazi destekçisiydi. Nazilerden önce zenginlerin evlerine temizliğe gidiyor, temizliğe gittiği Yahudi zengin kadınlardan nefretle bahsediyor, Yahudilerin gizli gizli ülkeyi ele geçirme planları yaptığını düşünüyordu. Fakat resmi ideolojiyi bu denli benimsemiş yaşlı kadın dahi Höss’lerin bu “normal hayatına” uyum sağlayamamıştı. Bahçede uyurken arkadan gelen kurşun seslerini duymazlıktan, yakılan cesetlerden çıkan alevleri görmezlikten gelemiyordu. Nefretle bahsetse dahi Auschwitz’e katledilen Yahudileri ismen tanıyor, düşman olarak görse de “insansızlaştırma” aşamasına geçemiyordu.
Hedwig’in annesi toplama kampı duvarlarının hemen dibindeki havuzlu bahçede “dinleniyor”
Nitekim yaşlı kadın bir not bırakıp bir sabah erkenden evi terk etmiş, kızına “Hoşçakal” dahi dememişti. Hedwig Höss ise annesinin gidişini, yanı başındaki duvarların ötesinde yaşanan katliam gibi umursamamış, Nazi destekçisi annesinin neden rahatsız olabileceğine dair bir dakika bile düşünmemiş, “normal” hayatına devam etmişti.
Jonathan Glazer; Hannah Arendt, Primo Levi gibi Yahudi yazarların sahip olduğu bir bakış açısıyla Auschwitz’i ele almış, sıradan insanların nasıl dünyanın en korkunç suçlarını normalleştirebileceği sorusuna odaklanmıştı. Hiç şüphesiz en çok etkilendiği kişi Hannah Arendt’ti. Arendt, İsrail’de yargılanan Nazi subayı Eichmann’ın davasına dair gözlemlerini yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabında Eichmann’ın İsrail devletinin ve yargı makamlarının iddialarının aksine bir “canavar” olmadığını ileri sürmüştü. Eichmann, Arendt’e göre sadece aldığı emirleri yerine getiren, memur kariyerini önemseyen tipik ve normal bir bürokrattı. Eichmann savunmasında kimseyi öldürmediğini, verilen emirlere uyarak toplama kamplarına Yahudilerin taşınmasına yardım ettiğini belirtmişti. Eichmann, “korkunç derecede sıradan” bir insandı. Arendt Eichman’ı aklamıyordu, aksine çok daha korkunç bir gerçeğe dikkat çekiyordu.
Hannah Arendt
Naziler profesyonel bir bürokrasi ağı kurarak korkunç bir ölüm makinesi yaratmış, dünyanın en büyük soykırımını serinkanlı bir şekilde planlamıştı. İşin en korkunç yanı, bütün Alman toplumunu, sıradan insanları bu büyük “plana” dahil etmiş, küçük görevler vererek herkesin elini kana bulamış ve bu toplu katliamı da normalleştirmişti. Milyonlarca insanın katledilmesinin normalleştirilmesinin ilk aşaması da Yahudilerin “insansızlaştırılmasıydı”. Yahudilere dair antisemitik komplo teorileri, nefret söylemleri adım adım rejim tarafından büyütülmüş, propaganda ve medya ile yayılmış, gettolardan toplama kamplarına, toplama kamplarından gaz odalarına uzanan bir ölüm yolu çizilmişti. Jonathan Glazer da Hannah Arendt gibi bu büyük resme odaklanmış, bu korkunç Nazi çarkının bir dişlisi haline dönüşen sıradan insanları beyaz perdeye aktarmak istemişti.
Her bir arka plan sesi, her diyalog, her karakter, filmdeki her bir detay bu “normalleştirmeye” işaret ediyordu. Glazer, filmin her bir köşesine vermek istediği mesajı iliştirmiş, bütün bu detaylar için geniş çaplı bir arşiv çalışması yapmıştı. 12 yaşındaki Alexandria’nın hayatından ilham alınarak kurgulanan ve geceleri evden çıkarak Yahudiler için yollara elma bırakan hizmetçi kızın kullandığı bisiklet ve elbiseler Alexandria’nın gerçek eşyalarından seçilmiş, Höss ailesinin evinin iç mekan çekimleri Alexandria’nın doğduğu evde kayda alınmıştı. Glazer, Auschwitz müzesiyle de yakın çalışmış, toplama kampı ve Höss ailesinin evinin en gerçekçi şekilde kurgulanmasını sağlamış, dış mekan sahnelerini toplama kampında çekmişti.
Fakat Glazer’in filmi sadece geçmişe yönelik bir arşiv çalışması değildi. Glazer, 80 sene önce geçen bir film çekerek geleceğe ışık tutmak istemiş, aslında her anlamda Arendt’in izlerini takip etmişti.
Geçmişin değil, bugünün filmi
Jonathan Glazer’in babasının filmin konusunu duyunca verdiği ilk tepki “geçmişi deşme” olmuştu. Glazer, babasıyla asla aynı sayfada değildi. Zira çekmek istediği film geçmişi konu almasına rağmen, geleceği şekillendirecekti. Hannah Arendt, Eichmann’ın yargılanması sırasında Eichman ve Nazilerin “bir daha asla tekerrür etmeyecek korkunç suçlar işleyen biricik korkunç canavarlar” olarak tanımlanmasının ve olağanüstü hukuk yollarıyla yargılanmasının taşıdığı risklere dikkat çekmiş, Yahudileri ve dünyayı uyarmıştı. Geçmiş dürüstçe masaya yatırılmalı, sıradan bir insanın nasıl soğukkanlı bir katile dönüşebildiğine, en temel insani değerlerin geniş kitlelerce nasıl ayaklar altına alındığına, bireylerin totaliter rejimler tarafından nasıl ölüm çarklarının dişlisi yapılabildiğine odaklanılmalıydı. Ancak bu bakış açısıyla gelecekteki soykırımlar, katliamlar durdurulur, Naziler gibi faşist hareketlerin gücü ele geçirmesi engellenebilirdi. Arendt’e göre “asıl sorun, tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu. Hukuk kurumlarımız ve yargılama usullerimizin ahlak standarları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi. Zira Nürnberg’te (Üst düzey Nazilerin yargılandığı uluslararası mahkeme) söylendiği gibi hostis generis humani olan bu yeni suçlu türü, yaptığı şeyin yanlış olduğunu anlamasını veya hissetmesini neredeyse imkansız hale getiren koşullarda suç işliyordu.” (Kötülüğün Sırandalığı, sf. 281-282)
Glazer bu nedenle “klasik” bir Holokost filmi çekmemişti. Arendt gibi insanlık suçlarının kalbindeki gerçek şeytanı en yalın şekilde göstermek istiyordu. Bu nedenle işlenen katliamları açıkça göstermedi, arka plan seslerine indirgedi ve cansız bedenlerin küllerinin süs çiçeklerine gübre olduğu, insanların kurşuna dizildiği duvarların hemen ötesinde havuza girildiği bir toplama kampı lojmanında her şey “normalmişçesine” yaşayan bir ailenin hayatını anlatmayı tercih etti. Ölüm çarkındaki dişlerin nasıl işlediğini en yalın, belki de en korkunç şekilde gözler önüne serdi. Glazer, Holokost’u sadece geçmişte kalan bir mesele olarak görmüyor, geçmişle yüzleşirken günümüz için dersler çıkarılması, bu tür insanlık suçlarının tekrarlanmaması amacıyla çabalanması gerektiğini düşünüyordu.
Nitekim “En İyi Yabancı Film” Oscar ödülünü alırken yaptığı konuşmayla da dünyanın gözü önünde gerçekleşen Gazze katliamına dikkat çekmiş, böylece filmi çekerken vermek istediği mesajı tekrarlamıştı:
“Çok teşekkür ederim. Konuşmayı okuyacağım. Bu ödül için Akademi’ye ve ortaklarımız A24, Film4, Access ve Polonya Film Enstitüsü’ne; güvenleri ve rehberlikleri için Auschwitz-Birkenau Devlet Müzesi’ne; yapımcılarıma, oyuncularıma ve iş ortaklarıma teşekkür ederim. Filmdeki tüm tercihlerimiz günümüzü yansıtmak ve yüzleşmek için yapıldı – “Bakın o zaman ne yaptılar” demek için değil, “Bakın şimdi ne yapıyoruz” demek için. Filmimiz, insansızlaştırılmanın nereye varabileceğini en kötü haliyle gözler önüne seriyor. Bu tüm geçmişimizi ve bugünümüzü şekillendirdi. Şu anda burada, Yahudiliklerinin ve Holokost’un pek çok masum insan için çatışmaya yol açan bir işgal tarafından gasp edilmesini reddeden insanlar olarak duruyoruz. İster İsrail’deki 7 Ekim kurbanları olsun, ister Gazze’de devam eden saldırılar olsun, bu insanlık dışı muamelenin tüm kurbanları- nasıl direneceğiz? Aleksandra Bystroń-Kołodziejczyk, filmde parlayan kız, tıpkı hayattayken yaptığı gibi. O direnmeyi seçti. Bu ödülü onun anısına ve direnişine adıyorum. Teşekkür ederim.”
Jonathan Glazer filmdeki amacına Oscar töreninde hızlı ve stresli bir şekilde yaptığı 1 dakikalık konuşmasıyla ulaşmış, bugün “insansızlaştırılan” Filistinlilerin sesini dünyaya duyurmuştu. Yine duvarlarla çevrili dünyanın en büyük açıkhava hapishanesine kapatılan milyonlarca sivil, her gün İsrail tarafından bombalanıyor, açlıkla mücadele ediyor, binlerce çocuk ve kadın katlediliyordu. Glazer böylesine korkunç bir katliam yaşanırken törenlerin düzenlenmesi, partilerin verilmesi, komik sahne şakalarının yapılmasını kaldıramamış, “normalleştirme” sürecini sert konuşmasıyla baltalamış, Oscar ödüllü bir Yahudi yönetmen olarak Filistinlilerin “insansızlaştırılmaması” için haykırmıştı.
Glazer’in sonu, Eichman davasına yönelik eleştirileri nedeniyle “hain” ilan edilen Yahudi yazar Hannah Arendt’e benzedi. Yahudi yönetmenler, oyuncular ve yapımcılar bir mektup yazarak Glazer’ı kınadı, İsrailli bakanlar Yahudi yönetmeni antisemitizmle suçladı. Glazer’in konuşması “Yahudiliğimi reddediyorum” manşetiyle çarpıtıldı, Glazer’in “Yahudiliğin ve Holokost’un Filistin işgalini meşrulaştırmak için kullanılmasını” eleştirmesi sümen altı edildi. Glazer için seçilen sıfat, zamanında Arendt için de kullanılmıştı: “Self-hate Jew” (Kendinden nefret eden Yahudi). İsrail’i eleştiren ve Filistinlilerin insan haklarını savunan her Yahudi için kullanılan bu hakaret, Glazer için de raftan indirilmişti. Kendi yapımcısı dahi baskılara dayanamayıp Glazer’in konuşmasını eleştirmek zorunda kalmıştı.
Fakat bu tepkiler Glazer’i pes ettirmedi, imzalı film posterlerinin satışından elde ettiği geliri dahi Gazze’ye bağışladı. Zira Glazer için bu konuşma da filmin bir parçasıydı. “The Zone of Interest” çok açık ve muğlak bir final sahnesiyle bitmiş, son sahneleriyle günümüze selam yollamıştı. Filmde Höss ailesinin Nazilerin devrilmesinin ardından kaçak bir şekilde yaşaması, Rudolf Höss’ün bir ahıra saklanması, eşi Hedwig’in İngiliz askerlerinin çocuklarına zarar vermesinden korktuğu için eşini ihbar etmesi, Rudolf Höss’ün idam edilmesi, büyük kızının ise ABD’ye gidip kimliğini gizleyerek Yahudi bir Amerikalı’nın dükkanında çalışmasına filmde yer verilmemişti. Zira Glazer için Höss ailesinin biyografik hikayesi değil, çarkın bir dişlisi olması önemliydi. Odak noktası da çarktı.
İşte Gazze konuşması da filmde eksik kalan o son sahneydi. Bu sahnenin başrolü ise filmin yönetmenin ta kendisiydi. Jonathan Glazer sorduğu soruyla, filmin temel mesajını vermişti: Dün yaşanan vahşetlerin tekerrür etmesini engellemek için yaşananları gerçekten anlamalı, “insansızlaştırmaya” her koşulda karşı çıkmalı, bugün Gazze’de yaşananlara “Hayır” demeliydik. Filme ilham olan Polonyalı direnişçi Alexandria gibi.
14 yaşındaki Alexandria, Gazze’yi görse ne yapardı?
Alexandria’dan esinlenilen sahneler, gece görüşünü yansıtan bir şekilde çizgi film tekniği ile kurgulanmış.
Jonathan Glazer’in Oscar konuşmasında andığı Polonyalı direnişçi Alexandria, 14 yaşında yine bir gece toplama kampına gizlice elma ve mektup taşırken yerde bir kağıt görmüştü. Kağıdın üzerinde notalar ve şarkı sözleri yazılıydı. “Güneş ışınları” adlı bu beste toplama kampındaki Polonyalı Yahudi tarihçi Joseph Wulf’a aitti. Wulf, kampta kaldığı süre boyunca kendini Nazilerin insanlık suçlarını kaydetmeye adamış, Auschwitz’i anlatan İbranice bir şarkı bestelemişti:
“Güneş ışınları, parlak ve sıcak
İnsan bedenleri, genç ve yaşlı;
Ve burada hapsedilenler,
Kalplerimiz henüz üşümedi.”
Alexandria besteyi aldı ve sakladı. Joseph Wulf ise Auschwitz’ten sağ kurtuldu, bestesini kendi sesiyle okuyup kaydetti. Jonathan Glazer hem Wulf’ın bestesini filmde kullandı, hem de Alexandria’nın direnişini gelecek nesillere aktardı. Ölüm çarkının sıradan bir dişlisi olmayı reddedip direnen “sıradan” bir kadını ölümsüzleştirdi.
Glazer, Gazze’de katledilen Filistinlilere dikkat çektikten sonra “Nasıl direneceğiz?” diye sormuş ve Nazilere karşı direnip toplama kampındaki Yahudilere gizlice yemek dağıtan 14 yaşındaki Alexandria’ya selam yollamıştı. Glazer’in konuşmasını dinledikten ve “The Zone of Interest”’I izledikten sonra akıllara gelen tek bir soru var: Alexandria bugün yaşasa ve genç yaşlarında olsaydı ne yapardı?
Bu sorunun cevabı ise geçen hafta İsrail’in Gazze’de SİHA ile katlettiği Polonyalı Damian Sobol’un hikayesinde saklı. 35 yaşındaki Sobol, 1 Nisan günü diğer 7 Dünya Merkez Mutfağı (World Central Kitchen) çalışanıyla birlikte İsrail tarafından katledildi. Sobol ve ABD, İngiliz, Avustralya vatandaşı yabancı uyruklu 7 kişi (biri Filistinli), İsrail’in açlığı bir kitle imha silahı olarak kullandığı Gazze’de ücretsiz yemek dağıtıyor, açlıktan ölen çocuklara yardım ediyordu. İsrail ordusu en yakın müttefiklerinin vatandaşı olan bu vicdanlı yardımseverleri SİHA ile vurdu, 35 yaşındaki Sobo dahil 7 kişi olay yerinde hayatını kaybetti.
Sobol, Şubat 2023 depreminde Elbistan’a gelmiş ve depremzedelere de yemek dağıtmıştı
14 yaşındayken açlığın bir silah olarak kullanıldığı toplama kamplarındaki esirlere gizlice yemek veren Polonyalı Alexandria, bugün yaşasaydı büyük ihtimalle hemşerisi Damian Sobol ile beraber Gazzelilere yemek dağıtmak için gönüllü olur ve “kalpleri henüz üşümemiş” insanlara yardım ederken İsrail tarafından katledilirdi.
Gazzelilere yemek dağıtırken katledilen Polonyalı Sobol.
İsrail de bu hafta olduğu gibi soğukkanlı bir şekilde açıklama yapar, “SİHA komutasında hata olduğunu, hesapların yanlış yapıldığını” söyler, Gazze’de yaşanan katliamlar normalmişçesine “sıradan bir soruşturma” açar, senelerce sonuçlanmasını beklerdi. Soğukkanlılıkla, mümkün olduğunca sterilmişçesine, her şey normalmişçesine. Glazer gibi cesur insanlar kürsülere çıkmadıkça da dünya 1-2 konuşup olayı unutur, herkes “normal” hayatına devam ederdi. Sanki duvarın ötesinde çocuklar katledilmiyormuşçasına, çorba dağıtanlar vurulmuyormuşçasına.
Sanırım Jonathan Glazer, “The Zone of Interest” filminin geçmişle değil, bugünle alakalı bir film olduğunu söylerken pek de haksız sayılmazdı.
İlgilisine öneriler:
- Serdar Korucu’nun Rudolf Hösse’nin 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’daki anılarıyla ilgili yazısı https://bianet.org/yazi/osmanli-da-gelecegin-auschwitz-komutani-rudolf-hoss-216178
- Joseph Wulf’un Auschwitz’i anlatan İbranice şarkısı “Güneş ışınları”. Wulf bu linkteki kayıtta şarkıyı kendisi seslendiriyor- https://collections.ushmm.org/search/catalog/irn671467