Heyecan…

Son seçimin sonuçları, 2019 yerel seçimlerinde -her şeye rağmen- kazanılanı da unutturmuş, o tebessümü de dondurmuş. Amiyane deyimiyle bir nevi “Bi cacık olmaz” psikolojisi, seçim haritalarını yıllardır kaplayan renge teslim sarı odalara çökmüş… Heyecansız bir bekleyiş. Yine gelmeyecek bir türlü gelmemekte olan… Seçim televizyonun karşısındaki bekleyiş bile yorgun bir alışkanlık. Evde ne bir “seçim masası”, ne bir hazırlık.

Penceremdeki yerel seçim süreci cansız/heyecansız bir bekleyişin manzarasıydı esasen. En azından kendi çevremde, bünyemde o hissiyatın ağır bastığını söyleyebilirim. Son beş yılda seçimlerin üstümdeki etkisi -iyi kötü- hep “birdenbire” olunca… Orhan Veli’den mülhem gökyüzü, gün ışığı da birdenbire, yerle bir heyecan da. 

İttifak filan da yok… O manzarada umut denilemeyecek solgun, defter-i kebir arasında kurutulmuş beklentiyi de “İstanbul el değiştirmese bari…” gibilerinden özetlemem mümkün neredeyse. Kuşkusuz bu çizdiğim sınırlarda, denk geldiğim esintide hissedilen serinlikle ilgili bir hava durumu.

Sabıkalı sicilin etkileri

Söylemesi ayıp; şık da değil belki ama… Şahsım da bu hissiyattan azade sayılmazdı doğrusu. Seçim tahminlerine dair sicilim zaten sabıkalı. “Gençlik başımda duman” projeksiyonlarım hep uçmuş da bir yere konamamış, Perinçek misali bir muhtarlık koltuğuna bile oturamamış.

Ankara’da 1994 Yerel Seçimleri’ndeki “Gökçek asla kazanamaz, imkânsız” nidam da o cümleden. Beş yıl sonra da cümlem aynı, sonuç başka. O günlerin oy sayıları arasındaki farka bakınca tahminim çok münasebetsiz değil aslında.

O süreçte Ankara’da seçimleri “sosyal demokratlar/demokratik solcular” -bölünerek- Melih Gökçek’e kıl payı kazandırmışlar. Müsebbiplerinin o mirası unutturabildiği de söylenemez pek. Son genel seçimde de iktidarın koltuğunu korumasında -masaya otursa da- muhalefetin payı yabana atılmaz. Yine can sıkıcı…

Hazırlık değil yorgun alışkanlık

Beklentilerim, tahminlerim yaş aldıkça kararmış iyice. Yaşlandıkça ekran ayarlarının parlaklığının kısılması bir bakıma normal. Geçen yıl seçim öncesinde de hissiyatım aynı havadan. Kapalı… Bu kez tahminimin tutması da hüsran; o “hayretengiz” yenilgi de karamsarlığıma kadro aldırmış.

Bu yıl seçim televizyonun karşısındaki özel geceyi bekleyiş bile yorgun bir alışkanlıktı. Eh, seyredeceğiz tabii. Ama evde ne bir “seçim masası” kurulmuş, ne bir hazırlık… AA bizi yine “Aaa!.. Bu kadarı da olmaz”lara, YSK kim bilir nerelere sevk edecek; (c)an sıkıntısıyla izleyeceğiz.

Tam Peter Toohey’in “Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi” kitabındaki “tarif”i gibi. Böyle can sıkıntılarını “süresinin uzunluğu, monotonluğu, insanı esir alışıyla” tanımlıyor: “Çok uzun süre değişmeden kalan her durum sıkıcı olabilir. (…) Ve insan böyle hissettiğinde, zaman sanki yavaşlar, öylesine yavaşlar ki sonunda durur. İnsan kendini olan bitenin dışındaymış gibi hisseder.” Sıkıntının insanda bir değişme/değiştirme isteği yaratabileceğini de biliyoruz. Toohey’in “değişmeden kalan” vurgusu da “toplumsal değişme”ye dair değil zaten.

“Hava kurşun gibi ağır” ama…

Geçen yılın seçim sonuçları, 2019 yerel seçimlerinde -her şeye rağmen- kazanılanı da unutturmuş, o tebessümü de dondurmuş. Amiyane ama maalesef yaygın deyimiyle “Bi cacık olmaz” psikolojisi, seçim haritalarını yıllardır kaplayan renge teslim sarı odalara çökmüş… Bekliyoruz öyle. Yine gelmeyecek bir türlü gelmemekte olan…

Bu yıl da “hava kurşun gibi ağır” ama bağır bağır değil. Bir çırpıda yapılan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin tersi. Onun da ağır etkisiyle heyecansız, hevessiz, sonucu dünden kabullenmiş bir bekleyiş. Baharı bekleyen kumruların bile sohbetleri erken öten horoz hükmünde…

“Barbarları beklerken…”

Yenilgiyi baştan kabullenmiş bir ruh hâlinin karakalem portreleri bana o ünlü şiiri de farklı bir çınlamayla hatırlatıyor. Konstantinos Kavafis’in 1900’lerin başında yazdığı “Barbarları beklerken” şiirini… Herkes toplanmış yine barbarları bekliyor. Heyecansız… Her yıl olduğu gibi o gün yine gelecekler. O yüzden heyecanlanmaya, bir şeyler yapmaya filan gerek yok. Gelecekler…

Lâkin karanlık basıyor hâlâ gözükmüyor barbarlar. Sanılanın aksine; bekleyenlerde bir sevinç, rahatlama filan yok. Tam tersi bir huzursuzluk, kargaşa, şaşkınlık, endişe… Evlerine dönüyorlar o ruh hâliyle, düşünceli düşünceli…

Sınır boylarından da haber geliyor; “Bundan sonra artık barbarlar yok!” Ve bitiriyor şirini Kavafis; “Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? /Onlar bir çeşit çözümdü bizim için…”

Etiketi raflara sığmıyor

Barbar yahut barbarlık deyince etiketi artık siyaset sözlüğüne/gözlüğüne, raflara sığmıyor. Hikâyesi tarihte, adresi uzak coğrafyalarda değil. O kara gözlükle her yerde. Her şey onların, her kutuptan, kanattan kendi ilkel-“medeni, çağdaş” barbarlarımızın, ötekilerin üstüne atılmış bunca zamandır.

Eksilmedi öyle gruplamalar, üstüne koyuldu, çoğaltıldı. Siyasetin en uzun kelimesi en kısa cümlesinde: “Siz ötekileştiremediklerimizden misiniz?” Vehmedilen tüm düşmanlar, sağdan-soldan-ortadan bölücüler, “çağdaş” gericiler-kökten gericiler, iç-dış-melez mihraklar, ezeli beka tehditleri kolayca abartılamayacak, hedeflerdeki “genel”lere mal edilemeyecekse artık, ne yapacak çarkını kendi hayır-şer ekseninde korku hikâyeleriyle döndüren iktidar ve dahi muhalefet?

İttifakın sathı ülkeyse…

Asıl sorun bütün bunlarda değilse… Eğer hep başkalarına kesilen faturalar bugün aralanan çekmecelerde yığılmış duruyorsa, çözümleri birlikte tükettiğimizi gösteren kara belgelerse… İnatçı, ezeli çözümsüzlükler, yanlışlar, kabahatler, suçlar, günahlar, sağırlıklar- körlükler artık sadece başkalarına tutulan aynalarda değil bizzat boy aynalarında gözükecekse, ne olacak halimiz? O aynanın önünde kendimize çekidüzen vermeyi nasıl başaracağız?

Her şey, herkes değişiyor/değişebiliyorsa kendi ritmince, yapraklarını döküyor ya da açıyorsa mevsimince… Seçim sonuçlarında, bu beklenmedik değişimde yukarıda sıraladığım hemen “tüm düşmanların” tuzu varsa… Ayağı sallantılı, demokrasi örtüsü kırışık altılı masada bekleneni vermeyen ittifakın sathı, bu seçimde sandığa giden-gitmeyen vatandaşlarla koca bir ülkeyse..?

Fabrika ayarları çalışmıyor

Belki asıl güncel soru toplumsal barış umuduna, yavaştan ama hakikaten helalleşmeye, karşılıklı aşağılama siyasetinden, bulaşıcı nefretten vazgeçmeye, toplumsal diyaloğa sertçe kapatılan kapıların ne kadar, nasıl aralanacağı… Kalıcılığı…

Toplumsal işleyişinde herkesin “ötekiler”ini bağrında toplayabilen “barbarlar”la da birlikte yaşama düşüncesine nasıl uyum sağlanacağı. Belletilen o dilden, “Barbarca”dan nasıl vaz geçeceğimiz. Seçimin buna vesile, basamak, bir patika olup olamayacağı…

Bu yeni durumda artık yeni şeyler söylemenin lüzumu da kuvvetle çıkıyor ortaya. Muhalefetin kıyısındaki fabrika ayarlarına dönme temcidi bilgi-işlem merkezini toparlamıyor. O sistem çökmüş. Ki yeni söylemin izlerini, belirtilerini görmeye başladık yavaştan ekranlarda. Dilerim mayası da, ayarı da tutar, ömrü bu neslin fânilerinden uzun olur.

Alınan değil verilen oy

“Zafer”i oy vererek/vermeyerek tabloyu etkileyen herkes kendine mal edebilir, onun tadını çıkarabilir elbette. Haktır… Ama özellikle CHP için o oylar “emanet”. Alınan oydan çok verilen oy diye formüle etmek daha uygun belki. Taşlar yerine oturunca onu “tek parti”nin hanesine, bildik, yıllardır uzayıp giden rayına oturtma hevesi “emanete hıyanet” olur.

Ayrıca gelecek günlerde iktidarın koyu gölgesinin, karşı propagandasının, “deep”ine kadar dezenformasyonunun, -kuvvetle muhtemel- engellemelerinin altında muhalefetin kazandığı belediyelerin akıbeti de hayati. Bu sınavı -öyle bir ortamda bile- başarmak zorundalar. Belediye meclisinde çoğunluğu elde edemese, devletten adil yardım alamasa bile başaran da oldu nitekim.

Daha oy pusulaları kurumadan Van’da yaşanan skandala “Dakka bir, gol bir” demişti WhatsApp grubundan bir arkadaş. Taşımalı oylarla, seçim yenile(me)me kararlarıyla tartışılan YSK’nın o yürütmeyi durdurması olayın vahametini ortadan kaldırmıyor. Cumhurbaşkanının, başdanışmanının o mevzudaki açıklamaları yine “devletlû”, yine vurgusuyla “çelikten yumruk”.

Bahar ilaç gibi geldi

Neyse… Girişteki gibi finalde de yine havalardan bahsedeyim. Epeydir -mevsimlere (de) canım sıkıldıkça- yazıyorum. Ankara’da ilkbahar da, sonbahar da pürtelaş mevsimlerdi uzun zamandır. Üç aylık değil neredeyse haftalık ara mevsimler.

İkisi de sombahar olmadı pek. İlkbaharın sırtından kış inmez, iki gün sonra yaz endam eder… “Baharı görmeden yaz geldi geçti” olur hüzzam makamında. Ardından sonbaharı ağız tadıyla yaşayamadan kışa-ayaza döner bozkır havası.

Bu yıl Ankara’ya erken geldi bahar, mart kazma kürek yaktırmadı. Ağaçlar tomurcuklandı ve bu yıl ilk kez üzerine kar-ayaz çökmedi bizim oralarda. Hava mutedil… Bahar ilaç gibi geldi! Ve yaşıyoruz epeydir ilk kez bir mevsimi andıran baharı.

Bakalım, hadi bakalım…

Bu seçim sonuçlarını da kapsayan bir mecaz-ı mürsel değil ama… Alınan sonucu “Karamürsel sepeti” sayma, öyle gösterme çabaları da nafile. Önümüzdeki süreçte de “Hava ne güzel”, en azından “farklı” diyebilmek yine “herkes”e, sandıktan öte hayata dair “seçmen inisiyatifi”ne bağlı. Ve epeydir ilk kez bir kısım insanın dudaklarından dökülene, o kalıp söyleme, o boğucu havaya değil… Onların “herkes” olmadığını fark etmeye bağlı.

Bahar geldi, umut geldi… Böyle bir umuda erken bir hayal denmesi hâlâ kuvvetle mümkün… Kalıcı olacak mı acaba?  Ne kadar… Velâkin bu seçimi hayallerini yitirmenin heyecansızlığı, umutsuzluğu, bıkkınlığıyla bekleyenler için koca bir umut.

Hayaller de solmuş, kim bilir ne zamanlara, nerelere ötelenmişti bir süredir. Şimdi yine “Bir hayalim var” demek daha mümkün, cârî gözüküyor. Bakalım diyorum, geri gelen heyecanımla… Hadi bakalım! Bu kuvvetli, hoş esinti mahalliden genele takvim yapraklarını ne kadar uçuşturacak, neler getirecek?

- Advertisment -