Geçenlerde bir mülâkat videosunda rast geldim bu ilginç soruya. Soruyu soran kişi, değerli felsefeci Ahmet Arslan. Söyleşiyi yapan gazeteci “ikisi bir arada olmaz mı” diye soruyor. Felsefecimiz de “olmaz” diyor, “ikisi bir arada olmaz.” Felsefeciye göre bir tarafta balıklar, peygamberler gibi efsane alanına ait şeyler var. Öbür tarafta Göbeklitepe, Harran Ovası’ndaki üretim veya suyun oraya gelmesi gibi mühendislik alanına ait başarılar var. Bunlardan ilkiyle mi kendilerini özdeşleştirecekler ve mutlu olacaklar, yoksa ikinci ve daha gerçek başarılarıyla mı kendilerini özdeşleştirecekler?
Cevabı zahiren çok açık gibi görünüyor. Ama gerçekten cevabı o kadar açık bir soru mu? Urfalıların mutlu olma hakkına kasteden bu sorunun kendinden menkul eminliği şüphe uyandırıcı. Urfalılar ne istiyor acaba? Veya Urfalılara sormalı mı, onlar için iyi olanın ne olduğunu? Zor bir soru: bir tarafta halk (cahil halk), öbür tarafta hakikat (bilim ve felsefenin açığa çıkarttığı, önünde durulmaz hakikat)!
Ahmet Arslan’ı ilk kez dinlediğimde nihayet kendi olabilen, gerçek bir dil konuşan bir akademisyen ve felsefeci izlenimi edindim. Türkiye’de bu nadirattandır. Bu izlenimim değişmiş değil. Konuları doğrudan ve jargonun arkasına sığınan sığlığa tenezzül etmeden ele alan merdane bir kişilik. Akademide bu cesaret maalesef yok. Hele felsefe gibi ezber, tercüme, tekrar ve gösteriş bataklıklarında sürünen bir alan için bu derece temizlik, hakiki bir hürmeti hak eden bir sahihlik.
Ancak Ahmet Arslan’ı daha fazla dinledikçe bu yukarıdaki kanaatime ilave unsurlar eklemem gerekti: Dünyayı bilimsel bir çözümleme seviyesinde ele almaktan başını kaldıramayan, felsefenin bizzat kendisini hayattaki yeri itibariyle tarihselleştiremeyen bir yerden bakıyor. Daha iyisi olduğu nice benzerleri gibi, dünyanın deşifre edilen bir yer olduğunu ve bunun formülünün belli olduğunu düşünüyor. Bir düşünce insanından çok bir Avrupa öğrencisi. Karakter olarak özgür, ancak ironik bir şekilde, düşünsel olarak yeterince özgür değil.
İbrahim Tatlıses ise özgürleşmeye ihtiyaç duymayacak kadar bedevi bir benlik. Bir modelin esiri olmayacak kadar “kurucu” bir şahsiyet. Yani esaret hayatı yaşamamış. Show’unun adı İbo-Show. Eğitimsizliği üzerinden kendisini terörize etme çabalarına karşı verdiği efsane bir cevap var: “Urfa’da Harward vardı da biz mi okumadık?” Harvard’ın “w” ile olması dikkatinizi dağıtmasın (koskoca İngilizcede v ile olacak değil ya). Burada Tatlıses ben bir Urfalıyım diyor. Bu ortamın ürünüyüm diyor. Daha geniş dünyaya ve daha ileri bir Urfa’ya kapalı değilim ama kendimle barışığım diyor.
Ahmet Arslan ise üniversitede okuyup hoca olmuş. Urfalı olmaktan utanmayacak kadar olgun. Daha doğrusu, Urfalı olmaktan utanmayacak kadar Urfalı olmayanlardan daha iyi kendi alanında. Ancak içten içe Urfa’ya kızgın. Onların ilkelliğini kendine, Urfalılara ve dünyaya yakıştıramıyor. Efsaneler, çiğ köfte lahmacun, arabesk müzik, vıcık vıcık bir halk. Mitolojinin içinde yuvarlanan bir kazanılmamış mutluluk. Bilimin aydınlığına ihtiyaç duymayan bir kestirmeden rehavet. Bir bilim adamı için hüzün sebebi.
Peki haklı mı? İbrahim Tatlıses mi, Ahmet Arslan mı? Objektif kriterlere baktığımızda cevap açık görünüyor. Atıf indekslerine bakarsanız, Tatlıses’in adı daha çok yerde geçiyor. Uluslararası etki faktörleri itibariyle de Tatlıses, Arslan’ın önünde. En azından Ortadoğu’da biliniyor, seviliyor, dinleniyor. Girişimcilik ve dünya literatürüne katkısı itibariyle Tatlıses küçümsenmeyecek kadar müteşebbis bir kişilik. İşlerinin bir kısmı başarılı veya çok uzun soluklu olmasa da lahmacundan turizme, müzikten eğlence sektörüne çeşitli sahalarda iz bırakmış. Dünyada sadece bir tane İbrahim Tatlıses var. Ama Ahmet Arslan’dan, (Urfa’dan kendini tenzih ettiği ölçüde) binlerce. Urfa’ya katkıları itibariyle de zannediyorum Tatlıses, Arslan’dan daha ileridedir.
Ahmet Arslan okulu, bilimi ve hattâ felsefeyi abartıyor. İbrahim Tatlıses ise okulun, bilimin ve felsefenin dolayımına ihtiyaç duymadan hayatı seviyor. Ahmet Arslan aslında İbrahim Tatlıses olmak istiyor. Onun gibi özgür, onun gibi mutlu olmak istiyor. Ama kalbinin pekâlâ arzulayabileceği bu çabasız ulaşılan mutluluğu, onun aklı affedemiyor.
Netice itibariyle diyebiliriz ki İbrahim Tatlıses, Ahmet Arslan’dan daha özgür. Daha az teorinin esareti altında. Önceden tanımlanmış bir yolun zorunlu yolcusu değil. Bir disiplinin mağduru değil. Arslan’ın bilgisi tam olarak onun esaretini getiriyor. İbrahim Tatlıses tarih yazarken, Ahmet Arslan en fazla kitap yazıyor.
Tatlıses, son tahlilde her zaman bir Urfalıdır. Dünyaya bir Urfalı olarak Urfa’dan katkı yapmıştır. Ancak Ahmet Arslan’ın Urfalı olması sadece bir kazadır. Kendisini hariç tutsak bile ona hayran çoğu insanın nazarında bu talihsiz bir kazadır. Pekâlâ İzmirli de olabilirdi. Aslında nereli olduğunun bir önemi yok. Çünkü Ahmet Arslan dünyaya Urfa’dan veya Türkiye’den bakmıyor. Dünyadaki hayat yarışmasına Urfa’dan katılmıyor. Sanki Urfa’ya zorunlu tayini çıkmış bir İzmirli yarışmacı gibi mutsuz. İzmirli de değil, belki Atinalı. Bu nedenle İbrahim Tatlıses ile Ahmet Arslan arasındaki tercih, iki Urfalı veya Urfa için iki gelecek arasındaki bir tercih değil, Urfa ile Atina arasında bir tercih.
Dolayısıyla soruyu şöyle sormalı: “Urfalılar karar vermeli: Urfa mı, Atina mı?” Urfalıların cevabını tahmin edebilirsiniz. Urfalıların Urfa’yı seçmelerine özgürlük diyoruz. Atina’yı seçmeleri ise kölelik olurdu. Ahmet Arslan’ın göremediği hakikat şudur: Urfa’yı Atina’dan üstün görmedikçe Urfa’da Atinavari bir kıvamı yakalayamazsınız.
Düşüncede kuraklığın temel sebebi köksüzlük. Urfa’nın Atina’ya yetişmesi gerekiyorsa, bu, Atina olmaya çalışmakla değil daha iyi bir Urfa olmaya çalışmakla mümkün olacak. Göbeklitepe’nin Balıklı Göl’ün devamı olduğunu anlamadan, Ahmet Arslan’ın İbrahim Tatlıses’in devamı olduğunu anlamadan bir yere varamayız. Sadece Göbeklitepe ve Ahmet Arslan ile tanımlanan bir Urfa, dünyada biricik olan Urfa olmaz; akademisyenlerin kitaplarında bir dipnot olarak kalır.