Ana SayfaHaberlerGündemVarsa da, yoksa da Çalıkuşu

Varsa da, yoksa da Çalıkuşu

Annem de, dayım da sıkı akordeon çalardı. 
Annem, “küçük yaştan aldım sazı elime” misali Hohner marka yorgun akordeonunu yarım asır elinden bırakmadı. 
Herhangi bir şarkıyı çalması için, o şarkıyı bilmesi, hatta daha önce duymuş olması gerekmezdi. 
Mırıldanın, o anında çalsın.
Annemin repertuarı sonsuz mahareti, çocukken bize bir tür oyun gibi gelirdi.

Arkadaşlarımla birlikte bu “mucize”yi kabullenmek, belki de istisnalarla biraz çürütmek için olmadık şarkıları mırıldanırdık ona ayarsız sesimizle.

Çalardı; bizim pek benzetemediğimiz nağmeyi, benzetirdi. 

 

İlk gençlik yıllarımda daha “rock” enstrümanlar gönlümü çelse de, sonraki yıllarda o hatıralarımla abidevi bir çalgı gibi sevdim akordeonu.

Her enstrüman insanın başka teline, beynin-bedenin saklı notalarına değebilir de… Büyülüydü, farklıydı akordeon.

Sol el küçük düğmelerin üzerinde gezinip temposuyla çalınan müziğe eşlik eder, enstrümanın nefesini o ritimle körüklerken… Solo da sağ elin gezindiği klavyeden akar gider.

 

Fukara piyanosu denirmiş bir zamanlar. Harika buluş.

Tek tabanca, selâmlı bandosu en dar sokakların.

Görünümüyle de başkaydı elbette.

Kemik tuşlarının üzerindeki süslü nikelajlarıyla enstrümanların 57 Chevrolet Impala’sı gibi gelirdi bana. Hele kırmızısı…

 

İlke Ulaş Kuvanç şöyle tanımlıyor:
“Üflemesi rüzgârdır, rüzgârı müzik. Nefes alır, nefesini verdiğinde ise dünya üzerindeki tüm duyguları ifade edebilecek güzellikte notalar dökülür ciğerlerinden…”

Ama “nefesli” çalgılardan önemli bir farkı vardır.
Ciğerlidir. 
Körüğüyle, çalanın değil kendi nefesini üretir-üfler, kendi rüzgârını estirir notalara.

 

Çok sesli olması küçük gruplara bir rozet gibi yerleştirir onu.
Hem de tek başına, bir orkestra gibi dolaştırılabilir kucakta.
“Sol el sağ elin çaldığı melodiyi tamamlayan bas sesleri verir, akorları ve tempoyu icra eder…”
Sesini, yankısını körüğünden aldığından, elektrik filan gerektirmez.
Mahcup etmez, iyi çaldığında.

 

İki yüz yıldır klasik müzikten folk müziğe, Arap müziğinden etnik örneklere, bluesdan caza dolaşır dünyayı.
Balkanların, Kafkasların ve “Arjantin tango”nun ise gözbebeği.

Bilhassa tangolar, valsler, eski kantolar çok yakışır akordeonun salınışına, o körüklü nefesinden aldığı temposuna…
O tenorize salınış, kaç “Komparsita nesli” yaratmıştır kim bilir?

 

Lâkin popüler müzik akordeonu öteler gruplardan.
Her telden, bütçeden elektro orglar icat olunca, ne gerek… Tempoyu da dijital tutar.
Hem layıkıyla çalanını bulmak da zordur doğrusu.

 

Ama akordeon bunu dert etmez. 
Dar barlara, sığ repertuarlara sığmaz zaten.
Sokağa çıkar. Sokakları dolaşır, sesi…

Ve bugün sokaklardan ne zaman Balkanlardan –kalıcı- bir Roman misafir geçse… 
Kendi cürmünce, bozuk düzen çaldığı Tuna Dalgaları, beni o içdenizlerime götürür.
Göçte, sürgünde yanında akordeonunu da taşıyan nesillere…

 

Nesil deyince, meğer o da hızlı geçermiş.
Tam 88 yıl önce ilk Türkçe tango (Tango Turco) yayılmış Beyoğlu’na… Seyyan Hanım’dan Mazi:
“Mazi kalbimde bir yaradır /Bahtım saçlarımdan karadır 
(…) Ben de gönül çektim eskiden /Yandı hayatım bu sevgiden
Anladım ki bir aşka bedel /Gençliğimmiş elimden giden
Sarmadımsa da belden, geçmedm bu emelden
Bir hazin maceradır onu aldılar elden…”

Onun sesi, kendine has vurgusu, şivesiyle tango, fokstrot, rumbalar, radyoyla ve 78 devirli taş plaklarla evlere girer:
“Benim ‘göynüm’ sarhoştur, yıldızların altında”.
Göynüne kurban senin…

 

Şarkılarını söylerken önceleri kimse dans etmez, bir konsere gelmiş gibi dinlerler sadece.
1980’lere doğru sahneye son kez çıktığında şöyle veda eder:
“Biz şimdiki sanatçılar gibi elimizi kolumuzu sallamazdık. Mum gibi durur, şarkımızı söyler, alkışımızı alır ve annemizle eve giderdik…” 
Sanatta, müzikte edep aramam ama, Seyyan Hanım öyle arzulamışsa başka.

 

Maltepe’deki evinde, 1989 16 Mayıs’ında gözlerini kapadığında, spiker tangoyla duyurur ölümünü:
“Daldan dala uçarım /kahkahalar saçarım
gönül avcılarını /aldatırım, kaçarım
Gözlerimde aşk vardı /sedası beni sardı
yıldızlı gecelerde /kollarımda yatardı
Benim adım çalıkuşu…”

Elbette, o dönemde… Çalıkuşu.

Hasan Hüseyin’in haziranda ölen Orhan Kemal’in “güzel anısına” atfettiği dizeleri hatırlayıp, demez miyim şimdi:

“Şuramda bir çalıkuşu ötüyor /uy anam anam /haziranda ölmek zor.”

 

Müzik bazen döneme miladını yerleştirir.
Ardından zamana virgül koyar, “sonsuz” işaretini ekler. 
Meydan okur zamana.
Biz o ayaklanmayı, o miladı, yıllar sonra bir sesle yakalarız. 
Deriz ki, “Helal olsun”. 

 

Sonra bir akşam otururken, Seyyan Hanım, tangosundaki o “sürmeli çalıkuşu” sızar odama…
Miniciktir; "ornitoloji (kuş bilimi)"de, karışık ormanların, kuytu parkların, mezarlıkların, çalıların kuşudur.

Erkek sürmeli çalıkuşu dişisine kur yaparken, kafa tüylerini dikleştirip, başını yatay tutar ve ona yüzünü gösterirmiş.
Dişisi de başını öne eğermiş, kura karşılık verirse…
“Avrupai bir kuş” olarak tanımlarmış onu, kuş bilimcileri.

 

Odamı sarıyor sürmeli çalıkuşunun inceden, sızılı sesi…
Zemini, akordeonun siyah-beyaz tuşları kaplıyor.
Yanında Cemal Süreya’nın kelimeleriyle geliyor çalıkuşu: 
“O eski kadınları bilirsiniz /Keder basınca bilhassa hatırlanan…”

“Hanım” hitabını pek sevmem de…

Onun hayâllerimi usulca, ürkekçe adımlayan hâli, o hitapla içime daha bir dokunuyor.

 

Seyyan Hanım’ın seslendirdiği bir başka tangonun sözleri, o uzak bakışlı kadınlar giderken sizin söylemeniz içindir sanki:
“Bilmem ki kimdi, fakat sevdimdi…”

Bülbülü, gülü “şair-i azam”lar sevsin. 
Varsa da, yoksa da… Çalıkuşu.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

“Kanatlarımı koparmak istiyorlar.

Kanatları olmayan bir ruh nedir ki?

Benim ruhum özgür, bir kuş gibi özgür…

Yükseklere çıkıp sonra aşağıya iner.

Bazen gözyaşı döker, bazen de şarkılar söyleyip kahkahalar atar.”

Çingeneler Zamanı (Time of the Gypsies) – Yön: Emir Kusturica

 

 

- Advertisment -