Ana SayfaHaberlerHalil Berktay: Akademikler fazla siyasi

Halil Berktay: Akademikler fazla siyasi

 

-Türkiye’de cici ya da yaramaz akademisyenler diye bir ayrım mı var?

 

Çok enteresan bir şey soruyorsunuz. Akademik dünyanın içinde çoksesli olmak var kuşkusuz. Bu bildiri fasılları başladığında açtım baktım, 200 kadar üniversitede 85 bin kadar öğretim elemanı var. Yani ortada, kendi içinde değişiklik arz etmesi kaçınılmaz olan bir kitle var. Türkiye’de maalesef, kendimi de dahil ederek söylüyorum, akademikler siyasetle çok içli dışlı, aşırı politize…

-Niye “maalesef”?

Ben bunun çok kötü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu derece kendini her siyasi olay ve tavır karşısında tavır almaya mecbur hissetmenin, yani bilimsel uğraşılarına göre siyaseti biraz daha geri planda tutamamanın, araya göreli bir özerklik kuramamanın çok ciddi bir hastalık ve sakatlık olduğu kanısındayım. Türkiye geçmişte bundan çok çekti. Siz bana öyle bir soru sordunuz ki yıllardır düşünmekte olduğum pek çok şeyi tetikliyor.

-Neyi tetikliyor?

Türkiye’de modernitenin, aydınlar zümresinin, önemli öğrenim kurumlarının ve üniversitelerin vücut buluş tarzıyla ve tarihsel geçmişiyle ilgili. Üniversiteler İngiltere ya da Fransa’da olduğu gibi, deyim yerindeyse spontane olarak sivil toplumdan fışkırmadı. Pek çok şeyde olduğu gibi üniversiteler de devlet eliyle vücut buldu. Bu biraz Prusya-Almanya, Bismark modelidir. Tek Parti yönetiminde öğretim üyeleri kendilerini resmi ideoloji, iktidar ve devletle muazzam özdeşleştirdi. CHP iktidarıyla,  Kemalizmin siyasi ve ideolojik iktidarıyla özdeşleştirdi. Deyim yerindeyse, o dönemin ideolojisinin Türk toplumu üzerindeki elit sözcüleri haline geldiler. Ve kendilerine düzenin ideolojik savunuculuğu gibi bir misyon benimsediler.

-Bir bakıma buna mecbur mu hissettiler, yoksa hissettirildiler mi?

İkisi de. İçselleştirilmiş bir misyon söz konusu. Yaşam biçimi haline getirdiler. Ben tipik bir eski solcu aileden geliyorum biliyorsunuz; “gerici komprador, emperyalizme satılmış’’ DP’nin devrilmesi için yanıp tutuşmuş ve 27 Mayıs’ı alkışlamış olan bir aileden… 27 Mayıs’a giden olayları düşündüğümüzde, İstanbul Üniversitesi’nde Sıddık Sami Onar’ların, Ankara Siyasal’ın direnişine baktığımızda hep bu güdü var.

-Hangi güdü bu?

“Devlete, devrime, Kemalizme sahip çıkıyoruz” güdüsü. “Sivil politikanın kirliliğine karşı asıl elit misyonumuza sahip çıkıyoruz” havası. Bu hava; bürokrasi, ordu ve yargıyla birlikte kendini de Kemalist Cumhuriyetin savunucusu sanma hali hep var. 1960’lı yıllardan sonra ise üniversitelere “kale’’ muamelesi yapılmaya başlandı. Kimin kalesisin? Gençlik örgütleri bunların başını çekiyordu ve onların bu aşırı politizasyonuna öğretim üyeleri falan da “dur” demiyordu.

-Demeli miydi?

Demeliydi. Düşünsel planda ve düşünsel yöntemlerle demeliydi.

-Neden?

 

Türkiye’de “aydın olmanın sorumluluğu ayaklanmacı olmaktır”; tabii ayaklanacağınız tarafı da Kemalizmi, Atatürkçülüğü, Cumhuriyeti karşısına alan gericilik olarak tarif edebiliyorsanız ne âlâ. “Aydının, akademiklerin görevi ayaklanmacı olmaktır”; anlayış bu. Hâlâ da var… Amerika’da 1964-69 arası üniversitedeydim, müthiş bir siyasi durum vardı. Vietnam savaşı karşıtı hareketler için de yürüdük, ırk ayırımına karşı medenî haklar (civil rights) için de. Ama şunu gördüm, birincisi militanlık daha düşük düzeydeydi; ikincisi, militanlık akademik ilişkilere sıçramıyordu. Öğrenciler ve öğretim üyeleri arasındaki ilişki birbirlerinin ideolojik tercihleri üzerinden biçimlenmedi. Örneğin “solcu öğrencilerin favori solcu hocaları’’ gibi bir durum yoktu.

-Ya Türkiye?

Türkiye bu durumu dejenere etti. Liberal demokrat geçmişimiz son derece zayıf, adeta yok. Ekonomiden bahsetmiyorum; siyasal liberalizmin büyük özgürlükçü fikirlerinden bahsediyorum, Voltaire’lerden bahsediyorum. Bu damar hiç olmadı. Liberal demokratlık bireysel, ahlaki bir duruştur; bir kitle seferberlik ideolojisi değildir.

-Kendisini liberal olarak tanımlayana “liboş” denildi… Hâlâ deniliyor, belkemiksizlik, omurgasızlık anlamında. Ne kastediliyor, biliyor musunuz?

Gözü kara, yüzde yüz kendini adamış aktivist, hattâ militan olmamak kötü bir şey sayılıyor. Bir şeyin aktivisti ve militanı olacaksınız. Bir şeyin askeri olacaksınız. Son derece semptomatik laflar bunlar; boşuna söylemiyorlar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz’’ diye. Nâzım Hikmet de 1920’li ve 30’lu yıllardaki şiirlerinde “sıra neferi’’ olmaktan bahseder. Birilerinin askeri olma durumu prestijli addediliyor; bireysel ve etik duruş ise prim yapmıyor. Gençlere kimse “vazgeçin bu militan halinizden’’ demiyor.

-Size en militan olduğunuz dönemde bir öğretmeniniz “dur’’ deseydi, durur muydunuz?

Durmazdım, dinlemezdim. Hele ben, aileden Marksisttim. Zaten size “ben o uğultunun içinde yaşarken de bunu gördüm” diye anlatmıyorum; yok böyle bir şey. 80’lerin sonlarında derece derece militant, aktivist, Marksist olmayı bırakmamdan sonra, kendi kendime uzun ve ıstıraplı bir şekilde düşünerek vardığım noktadır.

-Acı çektiniz mi bu kimliğinizden ayrılırken?

 

Çok acı çektim. Hâlâ da çekiyorum.

-Nedir o acının ana sebebi?

Vicdan ve unutmamak; vicdan ve hatırlamak… İnsanlar geçmişlerine farklı biçimlerde bakabiliyorlar. Onaylayıcı, mazeret bulucu, affedici, güzelleyici. “Eh canım, genel ortam öyleydi” diye başlayan cümleler. Derken bir adım ötede “kahramanlık günlerimizi yaşadık” nostaljileri. Hattâ biraz eşelediğinizde fraksiyon önyargıları da çıkmaya başlıyor. “Biz o zaman sosyal emperyalistleri ya da Maocu bozkurtları nasıl döverdik’’ diye. Bunlar, biraz eşelediğinizde, özeleştiriden çok şiddeti de içeren bir güzellemeye dönüşüyor. Bu alışkanlık devam ediyor.

-Siz hangi konuda kendinizi cezalandırıyorsunuz peki?

Cezalandırmıyorum. İnsana bakışta iki temel alternative var. Biri aşırı deterministik: “Hepimiz ailemizin, çevremizin kaçınılmaz sonuçlarıyız.” Buna karşı ben son tahlilde özgür iradeciyim. Yani ortam ne olursa olsun bireye ve bireysel sorumluluğa, aklıselime, özgür iradeye çok inanıyorum. Buna inanıyor olmak, kendi yaşadıklarıma “aman canım kaçınılmazdı’’ demeyi değil, “benim bu olanlarda müthiş sorumluluğum var’’ demeyi getiriyor.

 

'Okumadan anlamadan imzalıyorlar'

 

 

-Peki bu seçim yalnızlık ve mutsuzluk getirdi mi?

Evet getirdi, çünkü bu, mahalleyi göğüsleyebilmek demek. 1960’ların solculaşma veya sağcılaşma furyasında, ya da solun hangi fraksiyonuna dahil olunacağında, gençlerin kendilerini hangi abla ve abilerin yanında buldukları son derece tayin ediciydi. Bugün de öyle. Ondan sonra da devam eder. Kiminle buluşup sohbet ediyorsunuz, kiminle rakı sofrasında kadeh tokuşturuyorsunuz, hepsi önemli. Bu mahalle ve çevre aidiyeti muazzam önemli. Son öğretim elemanları bildirisine ve imzalayanlara baktığımda, bu mutlak bir genelleme değil ama, yer yer bir üniversite, bir bölüm, bir fakülte çevresinin ne kadar etkili olduğunu gördüm. Mahalle bu işte!

-Bu tarz bildirilere imzayı mahalle baskısı yüzünden mi atıyorlar?

Sırf bu yüzden değil ama tabii onun da önemli bir payı var, işte onu söylemeye çalışıyorum. Her üniversitede, her fakültede herkes aynı düzeyde aktivist olmayabiliyor. 10-15 kişilik bir grup başlatıyor; onların arkadaşları veya arkadaşlarının arkadaşları size ulaştırıyor. İnternet de var. “Kürtlerin hak ve özgürlükleri, çatışmaların durmasıyla ilgili, barıştan yana bir metin var” deniyor örneğin. Pek çok insan doğru dürüst okumadan, okusa bile doğru dürüst anlamadan (çünkü insanların siyasi tecrübeleri de zayıf), arkadaşlık vs nedeniyle imzalayabiliyor. Özetlersek üç katman var: (1) Cumhuriyet’in kuruluşu; (2)1960’ların sağ-sol ve solun kendi içinde millî demokratik devrim – sosyalist devrim kavgaları; (3) 2002’den, AK Parti’nin iktidara gelmesinden bu yana da İslamofobi temelli “İrtica geliyor’’ korkusu. Bunlar aşırı politizasyonu, kutuplaşma ve militanlaşmayı besliyor; gerisini de mahalle ilişkileri tamamlıyor.

-Bu üçüncü katman yaygın mı akademisyenler arasında?

85 bin kadar öğretim elemanının belki yarısı da AK Parti’ye oy veriyordur ama AK Parti düşmanlığı en büyük şehirlerin en elit üniversiteleri arasında yaygın. Boğaziçi, Koç, Sabancı, Bilgi, ODTÜ’de durum bu. Elit üniversitelerde “şeriat getirmek istiyorlar”dan “dictator ve diktatörlük” sloganlarına kadar uzanan, bunlarla belirlenen bir AK Parti düşmanlığı oldukça ağır basar. Bunlar hem lokomotif üniversiteler, hem dünyayla bağlantıları ellerinde tutuyorlar. Yani örneğin Noam Chomsky’yi kim bilgilendiriyor? Ya da Zizek’i? Bu arkadaşlar bilgilendiriyor.

 

 

'Chomsky bizimle konuşmuyor!'
 

 

-Chomsky’nin açıklamaları hakkında ne hissediyorsunuz?

Şahsen tanımıyorum ama bir yandan da çok iyi tanıyorum onu. Düşünce yapısını, kafasının nasıl çalıştığını. Bütün hayatını bağlı olarak geçirdiği sol paradigmanın her somut durumda illâ aynı sonucu vermeyeceğini, hep doğruyu göstermeyeceğini anlayamamanın acı sonuçlarını yaşıyor. “İktidarlar ezer; halk ve özel olarak da bazı milliyetler ezilir; onlar hep mazlum ve mağdurdur; elbette onların [yani Kürtlerin, yani HDP’nin, yani PKK’nın] yanında olmak gerekir.” Büyük bir deha öte yandan, dilbilimciliğin parlak ismi. Ama bunun yanında gelen aşırı bir epistemolojik özgüven, “biz biliriz’’ havaları… Bu arkadaşlar da buradaki durumu kendi şablonlarına göre aktarıyorlar: “Kürtler eziliyor, zaten Türk devleti geçmişte bunların canına okudu, şimdi de okuyor, 1990’lardan farkı yok; Erdoğan otoriter, diktatör, burada ne olduğu belli, Kürtler kıyıma uğruyor!’’ Onun kafasındaki kategorilere oturuyor.

-“Bin küsur akademisyen Kürtlerin haklarını savunmak için bir bildiri yayınlıyor ve onların düşünce özgürlüğünün önüne geçiliyor.” Böyle anlıyor.

Chomsky sonuç olarak saçmalıyor, Türkiye’de olup bitenlerin farkında değil. Ama salt kasıtlı bir Türkiye düşmanlığı yüzünden yapmıyor bunu; onun bakış açısı, şablonu bu. Ben de kendi siyasi geçmişimden böyle kopmayıp üzerine 30 yıl düşünmeseydim aynı şablonla bakabilirdim.

-Bu arkadaşlar Chomsky’ye anlatıyorsa, siz de anlatın o zaman…

Çünkü Chomsky’ler bizimle konuşmuyorlar! Onlara buraya geldiklerinde kimlerle konuşulacağı, kimlerle “aman ha konuşmaması gerektiği” bile söyleniyor. Bu bildiriyi hazırlayan bir avuç öğretim elemanı kendilerine bunu misyon edinmişler, bununla yatıp kalkıyorlar. Tanıyorum bu insanları üç aşağı beş yukarı.

-Ne misyonu bu?

Devirmecilik misyonu. Ben öyle diyorum ve eski arkadaş çevremden de aşağı yukarı biliyorum kim olduklarını. “Bugün hangi bildiriyi yazsak da dünya kamuoyuna sunsak’’ durumundalar. Bu son bildirinin özü şudur: Bu bir soykırım şikâyetidir. Dikkatlice okuyun. Roma sözleşmesinde var olan “insanlığa karşı olan suçlar’’ bölümünü almış ve bütün unsurlarını koymuşlar. Hukukçular farkında. Demeye çalışıyorlar ki: “Türkiye Kürtlere ve diğer bölge halkına karşı sistematik bir kıyım, sürgün, zorunlu göç politikası yürütüyor.’’ Bütün bunlar soykırım tarifinin alt maddeleridir. Birleşmiş Milletlerin 1948 konvansiyonundaki tanım da budur. Batı’ya “1915’te Ermenilere yaptılar, şimdi Kürtlere yapıyorlar!’’ imasında bulunuyorlar.

-Cumhurbaşkanı sert eleştirdi, “vatan haini’’ dedi…

Katılmıyorum ve ayrıca ihanet gibi sözlerden de bıkmış durumdayım. Ama öte yandan, birileri de yatıp kalkıp bildiri hazırlıyor. Angela Merkel gelirken de böyle iki bildiri yayınlanmıştı; bu onların devamı aslında. Ve bu insanlar kendilerinden olmayan akademiklerin dış bağlantılarını kesmek konusunda da angaje ve aktif durumdalar. Ben ve benim gibiler bununla uğraşamayız. Ama önümüz kesiliyor, biliyorum. Birileri “AK Parti iktidarını nasıl devirebiliriz?” ya da “Türkiye’ye bir dış müdahaleyi nasıl tahrik edebiliriz?” diye sürekli uğraşıyor. Ben bunun karşılığında “nasıl önleyebilirim?” diye yaşayamam. Bunun da militanı değilim. Ancak elimden geldiği kadar yazıyorum, konuşuyorum.

-Ya bildiri sonrasında yaşananlar? İdari soruşturmalar? Gözaltına alınmalar?

Çok ama çok hatâlı buldum. Cumhurbaşkanına da söyledim, dört de yazı yazdım öncesinde. Ne olur bir bildiri imzalansa? Yıkılır mı Türkiye? 4-5 gün medyayı meşgul etti, değer mi? Minimize edeceklerine maksimize ettiler. Bu yaşananlara en çok bildiriyi kaleme alanlar sevinmiştir. İçsel dürüstlüğüm ve vicdanım yüzünden bunu cumhurbaşkanına söylemeye mecburdum. Dinledi, not aldı, bitiriş konuşmasında bu bildiriye neden çok kızdığını anlattı ama benim eleştirilerime kapanış konuşmasında yer vermedi; ancak bu kadarını söyleyebilirim. “Bir konuştum, Cumhurbaşkanı görüşlerini değiştirdi’’ durumunda da değilim, orası da yanlış anlaşılmasın lütfen.

-Meslektaşlarınız bildiri yüzünden gözaltına alınırken, Cumhurbaşkanı davetine gitmemeyi hiç düşündünüz mü?

Hayır, hiç aklımdan geçmedi. Birey olarak nerede durduğumla, özgüvenimle ve kendimle barışık olup olmadığımla ilgili bir mesele. Nerede durduğu belli olmayan bir insan değilim. AK Parti düşmanı değilim. Bir devirmeci değilim. Hiçbir siyasi hırsım yok, Cumhurbaşkanı’na kendimi beğendireceğim, başdanışman olacağım gibi bir derdim yok, mahalle baskısı korkum yok; neden gitmeyeyim?

-Joe Biden geldi, çeşitli görüşmelerde bulundu…

Ceyda Karan, Kadri Gürsel, Aslı Aydıntaşbaş, Osman Kavala ile görüştü… Eee yani, aynı olay. Bir “Oral Çalışlar ile görüşeyim” durumu yok örneğin. Etyen Mahçupyan ya da Murat Belge… Hadi bu isimleri geçin, bildirinin imzacıları arasında yer alan Ahmet İnsel ile bile görüşmüyor. Bu durum beni rahatsız ediyor çünkü Türkiye etrafında nasıl bir dezenformasyon çemberi olduğunu görüyorum. Bakın ben o mahalleden çıktım. Osman Kavala’yı çok ayrı tutarım, çok değerli bir aydındır, onun görüşmesini anlarım. Ama diğer üçü, Allahınızı severseniz, kimdirler? Bir aydın varlıkları, entelektüellikleri mi vardır? Sadece hiçbir şey ifade etmeyen bu üçlüyle görüşülmüş olması da iyiden iyiye tuhaf kaçıyor.

 

- Advertisment -