Ana SayfaRÖPORTAJRÖPORTAJ | “Erdoğan onu muhatap aldığı için Menzil’de ana gövdeyi Saki Erol...

RÖPORTAJ | “Erdoğan onu muhatap aldığı için Menzil’de ana gövdeyi Saki Erol oluşturacaktır”

Bülent Şahin Erdeğer ile Menzil’i konuştuk: “İnsanın inanma güdüsünü sağlıklı bir zemine oturtmazsanız; tarikatlar kapatılmalı dediğinizde, dinî sosyalleşme alanları yeraltına çekilir. İnsanları tıpkı mafyalar gibi gittikçe hukuk dışına ve suça itmiş olursunuz. Bence bu tarz yapılar dinî mafya olarak da tanımlanabilir.” “Menzil’in hastanesi varmış, olabilir. Mesele hastanesi olması değil ama Sağlık Bakanlığı'nı kontrol etmesine izin verilemez.” “Devlet ricali ve Cumhurbaşkanı kendisini muhatap aldığı için ana gövdeyi Saki Erol oluşturacaktır. Diğer kardeşler ise daha küçük kollar olarak devam edecektir; işte Semerkant vs. gibi küçük şeyleri onlar idare edecek, küçük yapılanmalar olarak devam edecektir.”

Menzil üzerinden Türkiye’deki tarikat ve cemaatleri İslam araştırmacısı-yazar Bülent Şahin Erdeğer ile konuştuk. Sakarya Üniversitesi Tarih mezunu olan Bülent Şahin Erdeğer, Arapça eğitimi için 2006-2008 yılları arasında Suriye’nin başkenti Şam’da yaşadı. 2008’de muhabir-tercüman olarak gazeteciliğe başlayan Erdeğer, 2012’de Anadolu Ajansı Ortadoğu ve Afrika Bölge Müdürlüğü’nün kuruluşunda yer aldı. 2011-2013 AA Suriye Haberleri Editörlüğü’nün ardından 2013-2014 arasında AA Libya Temsilciliği yaptı. Bir çok STK’da yürüttüğü gençlik çalışmalarının yanı sıra Erdeğer’in İslami çalışmalar, dinler tarihi ve Ortadoğu üzerine bir çok makale ve kitabı mevcuttur. Evli ve 2 çocuk babası olan Erdeğer hâlen Independent Türkçe’de gazeteciliğe devam ediyor.

Şimdi Menzil tarikatının tarihiyle Erol ailesinin tarihi birlikte başlamış gibi görünüyor.  Buradan başlayalım mı?

Şimdi aslında yani Menzil’i anlamak için öncelikle Kürt medreselerini biraz konuşmak gerekiyor. Çünkü biliyorsunuz 1920 sonrası Cumhuriyet kadrolarına ve rejimine karşı, Şeyh Said İsyanı ve devamında Kürt ulusal hareketi ya da Kürt milliyetçi hareketiyle dindarların iç içe geçtiği bir muhalefet… Dolayısıyla Şeyh Said de Cumhuriyetin otoriter laiklik ve ulusalcı inkar politikalarına yönelik, Kürt Medreselerinden neşet etmiş bir tehdit.

Bir başka tehdit de neydi; Said Nursi, Kürt medreselerinden yetişme -Abdurrahman-ı Taği medresesi var, Nakşi medresesi- orada eğitim almış ve ama medrese terk. Sonuç itibariyle iki Said’in de kökenleri medreseye dayanıyor. Dolayısıyla Cumhuriyet rejimi açısından Kürt medreseleri, aynı zamanda Kürt milliyetçiliğinin sağ-muhafazakâr, belki dindar kanadı diyebileceğimiz bir unsur. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti -1920’li-30’lu yıllarda- medreseleri kontrol altına alma, kapatma, mümkünse dağıtma gibi bir çaba içerisinde. Ancak tabii bunda başarılı olamıyor, medreseler yeraltına çekiliyor. Tıpkı Batı’daki tarikatların, tekkelerin yer altına çekilmesi gibi. Bundan sonra karşımıza ne çıkıyor: Kürt siyasal hareketinin sola kaydığını görüyoruz ve sol üzerinden -PKK öncesi, 60 sonrası- Kürt siyasal hareketini oluşturan sol tandanslı Devrimci Doğu Kültür Ocakları DDKO (1970), ardından da Denk, Kava, KUK ve Rizgârî örgütleri kuruluyor. Daha sonra da malumunuz 1984’e geldiğimizde Marksist silahlı bir hareket olarak işte Kürdistan İşçi Partisi adı altında PKK çıkıyor ve diğer tüm sol tandanslı sivil kitlesel oluşumları ortadan kaldırıyor.

Buraya kadar anlattıklarınızla Kürt siyasetinin evrilişini de etkileyen dinî dinamikleri de tekrar hatırladık.

Tabii aslında bu biraz Filistin’dekinin tam tersi; sol bir Filistin hareketi varken daha sonra İslamcılaşıyor. Burada ise daha “İslami” ya da daha dindar köken sonra sola evriliyor. Şimdi bunun şöyle bir etkisi var, 1980’e geldiğimizde Türkiye’de bir darbeyle karşılaşıyoruz. 12 Eylül Darbesinin aslında iki büyük gerekçesi var: Birincisi 1979’da İran İslam Devriminin bir halk devrimi olmasıyla beraber İslami ya da İslamcı bir liderliğin kontrolü ele geçirdiği ve bir İslam Cumhuriyeti kurduğu bir gelişme yaşanıyor ve Türkiye’deki yansıması da Konya’daki büyük Kudüs mitingi oluyor. Necmettin Erbakan’ın Milli Görüşün organize ettiği ve bir milyon, hatta daha fazla olduğu da ifade edilen çok geniş, kitlesel bir gösteri. Darbenin ikincisi en önemli gerekçesi de Sol Marksist hareketlerin, NATO eksenindeki Türkiye’yi, Sovyetlerin eksenine çekme tehlikesi. Kısaca İslamcılığın yükselişi ve İran etkisi ile Sosyalizmin, Marksizmin yükselişi ve Sovyet etkisi dolayısıyla Amerikan destekli bir darbeyle karşılaşıyoruz.

Özetlersek Kürt siyasi hareketi ve medreseler bir havza oluşturuyor, aynı zamanda üniversiteler çerçevesinde büyük şehirlerde oluşan Marksist, Sosyalist bir siyasal hareketlenme söz konusu: Sol ve İslamcı bir tehdit potansiyeli ve bu ikisi de Kürt. Bütün bunları Cumhuriyetin kuruluşunda Kürt tehdidine karşı yaşanan büyük travmayla birleştirdiğimizde; devletin, İran Devriminin ve Sosyalist, Marksist rüzgârın Kürtler üzerindeki etkisini kırmak niyetiyle bir proje ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu da nedir: Daha devlete bağlı, devletle uyumlu Sufiliğin yaygınlaştırılması… İşte tam da bu denklemde, daha önce herhangi bir dinî yapılanmanın bulunmadığı sıradan bir köyün, pilot bölge olarak seçilip Menzil ismi verilerek bir karargâh, bir merkez inşa edildiğini görüyoruz.

Adıyaman’da bir köyün satın alındığına dair bir şeyler okumuştum.

Evet, Wild Wild Country’deki/Osho benzeri ya da başka kült yapılanmalara da benziyor. Gruplar genelde bir ütopya hayal ediyor ve daha sonra oraya giderek kendi toplumlarını/komünlerini oluştururlar biliyorsunuz, Amerika’da vesaire örnekleri var. Dolayısıyla Menzil’de de böyle bir köyden toprak satın alınarak yavaş yavaş, ütopik bir “tasavvuf merkezi” ya da Sufi bir kompleks oluşturmaya başlanıyor. Köye gelen yabancılar, toprak satın alıp adeta ayrı bir yermiş gibi kendi kanunlarıyla yeni bir şey oluşturuyorlar. Devletin bütün olanakları oraya aktarılıyor ama Adıyaman ve Kahta bölgesinde böyle imkânlar yok. Adıyaman civarına gittiğinizde bu durumdan bir rahatsızlık görülüyor. Tabii bu süreçte Abdulbaki Erol’dan önceki şeyhe iğneli bir suikast girişiminde bulunuluyor, saldırıdan kurtulan şeyh şikayetçi de olmuyor. Suikast girişimiyle ilgili çeşitli iddialar var; cemaat içi bir iktidar çatışmasının sonucu olduğuna dair ya da işte derin devlet dediğimiz kanatlar arasında, bu aktöre -şeyhe- karşı olan bir kanadın saldırı gerçekleştirdiğine dair iddialar var. Tabii iddialar ne kadar doğru net olarak bilemiyoruz. Ancak şunu net olarak biliyoruz; 1980 darbesi sonrası 90’lı yıllarda; Nakşilik’in Halidî koluna bağlı, İskender Paşa müridi Turgut Özal’lı yıllarda Menzil köyündeki dergâhın siyasal olarak devlet eliyle korunduğunu ve büyütüldüğünü görüyoruz.

Kürtler üzerinde özellikle PKK’nın, Marksist sol etkinin zayıflatılmasına yönelik bir çaba; ikincisi de ve bence en önemlisi de İran etkisinin bölgede kırılması. İran etkisi de ne: Bugün gördüğümüz işte HÜDA PAR’ın belki de temelini oluşturan, o dönemde Hizbullah dediğimiz örgütün taban bulamamasına yönelik bir çaba. Tabii bölgede Kürt İslamcı hareketler arasında sadece Hizbullah yok, İslami Hareket örgütü ve diğer küçük İslamcı hareketler söz konusu. PKK’ya, Kürt siyasal hareketine yakın dindar mollalar, meleler hareketleri de var. Yani sadece Marksist Kürt siyasal hareketinin, Kürt ayrılıkçıların değil ama orta ve tabana indiğimizde bir dindar muhafazakâr kesimin de olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu etkileri kırmak için ve medreselerdeki, özellikle Tillo medresesi ve diğer medreselere giden öğrencilerin siyasallaşmaması, Türkiye devletine yönelik -ve dolayısıyla da Amerika Birleşik Devletleri’ne- bir tehdit oluşturmaması için Menzil’de uysal tarikat/tasavvuf yapılanması devlet eliyle destekleniyor. Tıpkı devletin uzun bir süre -yine İran ve sol etkisine karşı- Fethullah Gülen cemaatine kefil olmasında da gördüğümüz üzere; Doğu’da da özellikle Menzil tarikatı devlet tarafından korunup kullanmış bir tarikat.

Peki bu bir iddia mı değil: Dönemin İçişleri Bakanı Ekrem Pakdemirli, Siyaset Meydanı -arşivlerden bulunabilir- programında açıkça ifade etmişti. O dönemin bir takım Kemalist kesimlerden insanlar vardı ve bugün olduğu gibi tarikatlara yönelik ağır, eleştiriler getiriyorlardı. Pakdemirli de eleştirilere tepki göstererek: Siz ne diyorsunuz? Bu PKK ve İran’a karşı milli güvenliğimizi sağlayan bir şey. Evet, devlet politikası olarak bizzat destekledik minvalinde açıklamalar yapmıştı. Tabii Menzil tarikatından yetişen bazı kadrolar da devlet bürokrasisinde özellikle sağ siyasette ya bizzat yer almış ya da oy şeklinde desteğini sunmuş.

Burada sık sık birbirinin yerine kullanılan tarikat ve cemaat kavramlarının arasındaki farkı netleştirebilir miyiz?

Özelde Menzil’i konuşuyoruz ama dinler tarihi açısından tarikat yapılanmaları hem tüm dünyada hem de Türkiye’de, normal kabul ettiğimiz diğer inanç gruplarıyla karıştırılıyor ve her cemaat tarikat, her tarikat cemaatmiş gibi algılanıyor. Oysa cemaatler daha geçişken, daha az hiyerarşik, mutlak itaat ve emir komuta zincirine dayanmayan inanç gruplarıdır. Daha çok insanların maneviyat boşluğunu gidermek, kültürlenmek, çevre yapmak, evlenmek için, ticaret yapmak için; yani sosyalleşme alanında, dinî çevrelerdeki buluşma noktalarıdır. Bunların bazıları dergi ya da vakıf çerçevesinde olabilir.

Ancak özellikle -bakın her cemaat değil ama- tasavvufi cemaatlerde, tasavvuf teorisinin temelindeki mürit-mürşit, mutlak itaat ilişkisi gibi katı bir hiyerarşi var. Toplumda her kesimden tepki toplayan ya da bizim kötülüklerini gördüğümüz 15 Temmuz’daki gibi bir hiyerarşi… Müritlerden biri bürokrat oluyor ve bürokrasidekine değil de cemaatindeki ya da tarikattaki hiyerarşiye uyuyor. İki kurum -bürokrasi ve tarikat- arasında bir çıkar çatışması olduğunda da tarikatını tercih ediyor. Böylece hiç değilse ahiretini kurtarıyor, sonuçta bürokrasi için sadece maaş alıyor. Bu katı hiyerarşi içinde askerler kalkıp tepemize bomba yağdırdı çünkü o askerlere birileri emir verdi, o da cemaatteki emir komutayı seçti.

Dolayısıyla bazı cemaatler tarikat çatısı altındadır ama her cemaat tarikat değildir. IHH gibi insani yardım çerçevesinde buluşmuş cemaatler de vardır; sadece insani yardım için buluşursunuz ve dağılırsınız. Orada gönüllüsünüzdür, yardımınızı yapar dayanışırsınız ama örneğin genel başkanı Bülent Yıldırım, sizin üzerinizde bir yaptırım gücüne sahip değildir. Ama tarikatların teolojik -dinle alakalı- bir boyutu var, orada itaat etmediğinizde günaha girmiş oluyorsunuz ve cehenneme gitme ihtimaliniz ortaya çıkıyor. Dolayısıyla oradaki yaptırım çok daha etkili.

Tarikatlar toplumun dizaynında nasıl bir rol oynuyor?

Dediğim gibi Menzil özelinde Kürt siyasal hareketini ya da işte Kürt halkını konuşuyoruz. Genel olarak diğer tüm Türkiye insanlarının belli bir siyasal yola yönelmemesini nasıl sağlayabilirsiniz? Ya fikirsel yolla, düşünceleri anlatarak insanları ikna yoluyla yaparsınız ki bu hukuki bir şeydir ya da dini saiklerle motive ederek oradan uzak tutarsınız: Yani devletin “onaylamadığı” bir siyasi yola, düşünceye sahip olduğunda “yoldan çıktığına”, “günah işlediğine”, “cehennemlik olduğuna” dair manevi baskı kurarsınız ve zaten tarikatına-şeyhine itaatle bağlı o kişi de o partiye oy vermez meselâ. Bu dizayn çalışması Türkiye iç ve dış politikası açısından -bahsettiğimiz PKK, İran tehdidi düşünüldüğünde- haklı bir gerekçe olabilir. Birisi, kardeşim ne kötülüğü var, adam PKK teröründen korumuş, diyebilir. Doğru ama sadece PKK terörü ya da işte İran etkisiyle sınırlı kalmıyor. Türkiye siyasetinde farklı düşünceler, çeşitli politik partiler var ve “tarikat” içlerinden yalnızca bir partiyi desteklendiğinde demokratik işleyişi aksatıyor. Normal demokratik işleyişin yerine başka süreçler işletiyor ve insanların iradeleri üzerinde ipotek oluşturuyor.

Çünkü bir tarikata girdiğinizde -ki tarikat dediğimiz olgu tasavvuf tarihinde de aslında çok sonraları ortaya çıkmış ve kurumsallaşmıştır, ayrıca tüm tasavvuf tarihini ya da tüm sufileri de içermez- sizden her alanda teslimiyet beklenir, gassal (ölü yıkayan) elinde meyyit (ölü) gibi olmak, tarikatlarda bir mottodur. Bu neye yol açıyor; bir kişinin kendi benliğini üstadına, gurusuna, şeyhine tamamen armağan etmesine yol açıyor. Benliğinizi armağan ettiğiniz anda kurşun askere dönüşüyorsunuz; hangi okula gideceğiniz, kiminle evleneceğiniz, nerede çalışacağınız, çalıştığınız yerde nasıl davranacağınız, hangi partiye oy vereceğiniz, “kimi öldüreceğiniz”, bunun ucu açık. Bütün iradenizi bir insana ya da -tarikat, parti, takım, vakıf vs- dinî ya da seküler ya da laik bir organizasyona teslim ettiğiniz anda artık kullanışlı, uzaktan kumandayla yönlendirilen bir şahsa dönüşüyorsunuz.

Dolayısıyla yukarıda da dediğim gibi Fethullah Gülen cemaatine -suçsuz olanları tenzih ederim- mensup insanların birçoğu üst düzey eğitim almış insanlar ama o suçları nasıl işlediler? Tabii bu durumun Fethullah Gülen cemaati ile sınırlı olmadığının, diğer gruplar için de geçerli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Şeyh efendi size emrettiğinde -o her ne ise- yapmak zorundasınız. İtiraz ettiğiniz, sorguladığınız, yapmadığınız anda işte “düşkün”, “münkir”, “münafık” oluyorsunuz, “kâfir” oluyorsunuz; manevi olarak cehennemlik bir noktaya itilmeniz meşrulaşıyor. Sadece bu da değil, aynı zamanda ailenizi, eşinizi ve çocuklarınızı, işinizi kaybedebiliyorsunuz. Tüm sosyalleşme çevrenizi kaybetme tehlikesi altındasınız. Bu duruma düşmemek için de gönüllü itaat ediyorsunuz. İtaat ve rıza kültürü bu şekilde inşa ediliyor. Çünkü “itaat etmemek” dinî ve dünyevi, tüm hayatınızı değiştirmeyi göze almak demek. Zaten zihinsel ve ruhsal olarak da buna hazır değilse çok az insan böyle büyük bir kaybı göze alır.

Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu (klişe ama gerçek), dijital çağdayız. “Bir tık”la dünyanın bilgisine ve hatta duygusuna ulaşılabilen bir dünya da “Gassal elindeki meyyit olmak” nasıl gerçekleşebiliyor?

Şöyle insanoğlu dediğimiz varlığın kendisi tarih üstüdür. Evet, teknoloji ve koşullar değişmektedir ama insanın ihtiyaçları, insan psikolojisi aslında değişmemektedir, aynıdır: Tıpkı ekonomik, sağlık vs. gibi alanlardaki gibi manevî alandaki spiritüel-ruhsal ihtiyaçları karşılandığında insan, doğal olarak ortalamanın içinde kalıyor. Sadece muhafazakâr seviyelerde de değil, spiritüalist arayışlar seküler kesimde de çok yoğun: Hindistan kökenli yoga meselâ Batı’da da ve şu an Türkiye’de de çok yaygın. Meselâ Hindistan’dan adam kadın geliyor, ayağını yıkatıyor, öptürüyor, böyle çılgınca şeylerle de karşılaşabiliyoruz.

İnsanın inanma güdüsünü sağlıklı bir zemine oturtmazsanız; tarikatlar kapatılmalı dediğinizde, inanca, dine yönelik her şeyi bir aşağılama, küçümseme aracı olarak kullandığınızda; devlet eliyle ve söylemde okullardan itibaren rejim politikası haline getirirseniz, sağlıksız alanlarda gelişen dinî sosyalleşme alanları yeraltına çekilir. İnsanları tıpkı mafyalar gibi gittikçe hukuk dışına ve suça itmiş olursunuz. Bence bu tarz yapılar dinî mafya olarak da tanımlanabilir. Toplumda sağlıklı bir dinî eğitim imkânını bir türlü oturtamadığımız için de sürekli, merdiven altı Kuran kurslarındaki çocuk tacizi olaylarıyla karşılaşıp duruyoruz. Dolayısıyla burada tarikatlar ya da tüm dinî cemaatleri düşman gören, onları tamamen yok etmeye odaklanmış bir militarizm de yanlış, tamamen işte hiçbir kontrolden geçirmeyelim, isteyen istediği gibi takılsın yaklaşımı da yanlış. İnsan hakları çerçevesinde insanlar istediği şeyi düşünebilir, inanabilir ama burada mutedil bir alan açılabilir; ilahiyat fakülteleri ve o çerçevede verilen dinî eğitimin önünü açmak ve tarikatları boğdurmamak gibi daha orta bir yol bulunabilir.

Tövbe, Müslümanlarda kulun en mahrem anlarından biri ve Hadiste ve Kuran’da da -Hristiyanlık’taki gibi- başka biri aracılığıyla tövbe edilmesi gerektiğine dair bir ifade yok. Menzil tarikatı vesilesiyle varlığından haberdar olduğumuz “tövbe yetkisi”ni hangi bağlamda konuşabiliriz?

Siz doğrudan Allah’a tövbe edemiyorsunuz neden; Çünkü Allah’a ulaşmanız için önce şeyhe ulaşmanız gerekiyor. Tarihte bu yaklaşıma şiddetle karşı çıkan, “şirk” diyen çok ciddi İslam alimleri var, bu yüzden de biliyorsunuz bugün Arap dünyasında tarikat, tasavvuf yoktur, çünkü bu tarz kurumlara doğrudan savaş açan Selefilik etkindir.

Kişilere savaş açmayalım tabii, kişilerin hükmü Allah’a kalmıştır; tarikatlara katılanları yargılamak gibi bir yetkimiz de yok ama yapılan eylemin şirk olduğunu ifade etmek gerekiyor. İnancımıza göre Allah’ın akıl dışı bir emri yoktur, kimseye “gidin, kendinizi yakın” demez; yaratılışa ve akla uygun emirlerdir. Dolayısıyla kulluğumuzu yine akıl ve vicdan çerçevesinde ve sadece Allah’a yaparız; peygamberlere “abduhu ve rasuluhu/kulu ve elçisi” deriz. Bunu neden söyleriz, Hristiyanların düştüğü yanlışa düşmemek, peygamberleri putlaştırmamak için. Kaldı ki burada Allah’ın da seçmediği bazı insanlar, kendilerini Allah dostu olarak tanıtıyor ve Allah tarafından yetki aldıklarını iddia ediyor.

Bu inanç tasavvuftan, Nur-u Muhammedî’den, çok eski neo-platonik bir inançtan kaynaklanıyor. Dolayısıyla ilahi varlıklar, tanrısal olduklarını ve tanrıdan yetki aldıklarını düşündükleri için sizden mutlak itaat istiyorlar ki ancak onlara itaat ederseniz Allah’a itaat etmiş oluyorsunuz. Biz Müslümanlar buna, Kuran’dan okuduğumuz kadarıyla “şirk” -Allah’ın yetki alanındaki bazı şeyleri başka varlıklara atfetmek- diyoruz: Hristiyanlar ya da Hindular da böyle yaptığı için Hindu değiliz, Müslümanız. Ama siz ithal bir Hinduizm’i ya da Şamanizm’i bize İslam diye sunduğunuzda, işte buna karşı çıkıyorum meselâ; yapan herkes müşriktir, putperesttir demiyorum ama yapılan eylemin kendisi şirktir ve bundan uzak durulması gerekir.

Şirk ve aracılık kurumunu da biraz izah etmek gerekiyor: Babil, Sümer, bugün Hinduizm gibi şirk dinlerinde, Hristiyanlıkta da bir üçleme var: Hinduizm de hem üçleme var, sonra aşağı doğru Brahman’lara doğru gidiyor. Hıristiyanlar günah çıkartıyor çünkü tanrının yeryüzündeki yetkesi İsa Mesih’tir; İsa Mesih’in de yeryüzündeki şu anki yetkilisi papalıktır; papalık da aşağıya doğru -marketlerdeki yetki paylaşımı gibi genel müdür yetkisini mahalledeki şube sorumlusuna kadar dağıtır- papaza-rahibe yetki verir. Zaten kiliseler de hangimiz yetkili diye çatışıyor.

Tek başınıza dua ettiğinizde tanrıya ulaşamazsınız; vaftiz olmanız ve rahibe gidip tövbe etmeniz gerekir. Aynı mantık ama aktörleri değişik uygulaması şirk dinleri dediğimiz dinlerde -Hinduizm, Zerdüştîlik gibi- var. Zerdüştîlik’in, Hinduizm’in içinde de doğru şeyler var, Hristiyanlık’ta da doğru şeyler var ama biz neden Hıristiyan ya da Zerdüştî değiliz de Müslimiz: Çünkü biz bu hiyerarşiyi kabul etmediğimiz için ve “Lâ ilâhe illallah” dediğimiz için sadece Allah’a teslim oluyoruz.

Buradaki temel algı şu. Allah’ın canı sıkıldı, bilinmek istedi ve kendi nurundan bir varlık yarattı. O varlığın habibi -âşık- olduğu, ki bizde Nur-u Muhammedî deniyor; bu varlığın aşkından da varlığı yarattı. Buna felsefede südur teorisi deniyor; Allah taşarak kendi varlığının aşkından varlıklar yarattı ve böylelikle en yukarıdan en aşağıya kadar, en niteliksiz varlığa kadar kâinat yaratılmış oldu. Dolayısıyla biz Allah’a ulaşmak, “Allah’la bir olmak” istiyorsak -Sufiler fenafillah diyor- bu hiyerarşik basamakları aşağıdan yukarıya doğru tırmanmamız gerekiyor. Müslümanlık’ta Hz. Muhammed ya da Hristiyanlık’ta İsa ya da işte Hinduizm’de Şiva var; Allah’a ulaşmamız için ondan yaratılmış olan bir alt varlığa ulaşmamız gerekiyor. Şia ve Şiilik’te de Ayetullah -Allah’ın ayeti- kurumu var; İran’da Ayetullah Hamaney var, yukarıya doğru gidelim: Ayetullah, Mehdi’nin/Ehli Beyt’in temsilcisi; Mehdi Allah’ın seçtiği yetkili Hz. Ali’nin soyundan geliyor. Allah’ın nurundan Muhammed (aleyhisselâm) yaratıldığı için onun soyundan gelen insanlarda da bir “nur” var, bu “nur”a bağlanırsak eğer Allah ulaşabiliyoruz. Tövbeler sıfırlandı hikâyesinin felsefi/tasavvufi altyapısı bu.

Oysa Hz. Muhammed’in İslam ile tüm bu hiyerarşilere getirdiği mesaj “Lâ ilâhe” diyen, “Lâ/hayır” diyen, hiyerarşilerin olmadığı yatay bir ilişkiden bahseden daha anarşist bir söylem. Onun için de İslam’da normal, “sıradan” Müslümanlık’ta herkes istediği yerde ve istediği anda tövbe edebilir, ruhban sınıfı yoktur. Meselâ şimdi camiye gidersem imam olabilirim -Hristiyanlık’ta Tanrı’dan bir yetki almanız gerekir- hepimiz eşitiz, camide cemaat yapabilirim, abdestim bozulursa hemen arkamdaki yerime geçer. Aslında İslam kullar arasında demokratik ve eşitlikçi bir din, Hz. Peygamber Müslümanlar için “bir tarağın dişleri gibi” diyor.

Osmanlı’daki tarikat yapılanmasıyla Cumhuriyet dönemi arasında bir fark var mı?

Tarikat meselesi ya da tarikatlar sorunu sadece Cumhuriyet’le, 1923’le başlamadı. Osmanlı, bugünkü anlamda -ABD’nin örnek almaya çalıştığı- federal bir imparatorluk ve dini önemsiyor: Laik bir imparatorluk değil. Bugün de hiçbir imparatorluk laik değil, İngiltere’de öyle bir şey yok meselâ. Ama Osmanlı ne yaptı: Tarikatları sosyal hizmet alanında, yani taban alanında tuttu ve siyasallaşmalarını yasakladı.

Bugünkü FETÖ tehdidi gibi o dönemde de siyasallaşan bir tarikat var, Bektaşilik: Orduda, Yeniçeri Ocağında çok güçlü, padişaha karşı birçok darbe girişimi var, hatta bazı padişahları öldürüyor. Sonra biliyorsunuz Yeniçeri Ocağı kaldırılıyor, “daha modern” bir ordu kurumsallaşmasına gidiliyor ve Bektaşilik, siyasal talepleri nedeniyle “illegal tarikat” ilan ediliyor. Bundan sonra da Osmanlı’da Sufi tarikatlar a-politize edilerek sosyal tabanda aşevi kurmak gibi halka yönelik sosyal hizmetlerde çalışma izni veriliyor. Şeyhler de devletin kontrolünde maaşa bağlanıyor ve böylelikle herhangi bir siyasal talepte bulunmaları engelleniyor; siyasal talepte bulunanlar da çok şiddetli cezalandırılıyor. Meselâ Osmanlı’da Mehdilik iddiasında bulunanlar ya öldürülüyor ya da sürgünle cezalandırılıyor. Yani sandığımız gibi Osmanlı öyle bir tarikat imparatorluğu değil. Evet, bireysel olarak padişahların bazıları tarikat mensubu ama Osmanlı asla tarikatın siyaseti ve devleti dizayn ve toplumu dizayn etmesine izin vermiyor.

Bütün Osmanlı tarihince tarikatlar böyle denetlenip yönetiliyor, diyebilir miyiz?

Evet, ama Osmanlı devlet yapılanması zayıflayınca kadar. Devlet yapılanması zayıfladığında; yanlış hatırlamıyorsam İkinci Mahmut döneminde Kuleli Vakasıyla karşılaşıyoruz. Yine Halidî-Nakşibendi darbe girişimidir Kuleli Vakası ve çok önemlidir. Bir 15 Temmuz benzeri bir kalkışmadır ve bundan sonra Halidî’ler yine baskı altına alınıyor ta ki İkinci Abdülhamid dönemine kadar. İkinci Abdülhamid -biraz dejavu gibi- döneminde kendi siyasal iktidarını güçlendirmek için -ama yine siyasete bulaştırmadan, ilginçtir Osmanlı’nın devlet aklı açısından Türkiye’den daha ileri bir tutumu var- tarikat yapılanmalarını kontrol açısından devlet geriliyor, tarikatlarda uyuşturucu kullanımı yaygınlaşıyor. Meselâ şu an Türkiye’de tarikat-uyuşturucu ilişkisi yok. O dönemde uyuşturucu, fuhuş vs. tarikatların birçoğu çok kötü bir duruma düşüyor. Dolayısıyla devlet Meclis-i Meşayih’i kuruyor ve tarikat şeyhlerini doğrudan devlete bağlayarak denetlemeye çalışıyor ama I. Dünya Savaşı oluştuğu için zaten devlet kurumu yıkılıyor.

Bugün Menzil konusunda da böyle bir tartışmanın yürümesi gerekiyor. Şimdi Menzil’in hastanesi varmış, olabilir. Mesele hastanesi olması değil ama Sağlık Bakanlığı’nı kontrol etmesine izin verilemez; sizin, benim vergilerimle “Yetiş Gavsım” Gavs-GVS diye bir uçak ambulans tahsis edilmemeli çünkü neden, çünkü Sağlık Bakanlığı herkesin -Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının- bakanlığı. Bugün itibariyle Türkiye’de kutuplaşma artık bir norm hâlini aldığı için; laik seküler kesimin için de böyle maalesef. İşte bir voleybol maçı dahil; smaç atarak dindarları böyle bastırdığını sanan, böyle vülgarize edilmiş, karikatürize edilmiş bir tepkiselliğe de yol açabiliyor. Diğer tarafta da işte tamamen tarikatların istediği gibi at koşturabildiği, hukukun üzerinde olması gerektiğini savunan kesimler de oluşabiliyor. Dolayısıyla bu ikisi arasında ayrım yapmamız gerekiyor ve insan hakları-özgürlükler çerçevesinde bir üçüncü yol üretmemiz gerekiyor: Özgür düşünce ve tartışma ortamını mümkün olduğunca devlet güvencesine almalıyız. Sağlıklı ya da -bana göre sağlıklı başkasına göre olmayabilir- ya da daha mutedil dinî anlayışların yaygınlaşmasının önünü açmalıyız. Diğerlerinin de hukuki alanda suç işlemelerini engellemeliyiz: Tarikatsa tarikatlığını yapabilir ama bakanlıkta, orduda, kendi hukuki alanını aşarak mobbing uygulamasına, bir baskı unsuruna dönüşmesine izin verilmemeli.

Evet, artık Menzil’in geleceğine dair düşüncelerinizi sorabilirim. Tarikatlar tarihinde bir ilk herhalde, aynı dönemde üç şeyhin aynı “yetkiyi devralması”?

“Kral ölür ve ülkeyi üç oğlu arasında paylaştırır” diye başlayan masallar vardır. Menzil’deki durumda buna benzedi ama konuştuğumuz kardeşlerde babalarının ölümünden önce bir hazırlık olduğunu görüyoruz. Normal insanlar babaları öldüğünde en azından bir hafta, bir ay kadar yas tutar. Ama bir gün sonra, dernek ve vakıf kurduğunu ve şu anki Sermekand’la hiçbir ilişkilerinin kalmadığı açıklanıyorsa önceden planlandığı/düşünüldüğü anlamına gelir. Dindarların bunu da sorgulaması gerektiğini söylemem lâzım.

Burada şöyle bir sonuç olabilir; burada da Saki Erol, cemaatin ana gövdesini temsil edecektir. Süleymancıların başına gelen şey gelecektir. Süleymancılarda da iki büyük kol var; birinci kol -asıl Süleymancılığı temsil eden- ana gövdeyi temsil ediyor ve muhalefeti, İyi Parti’yi destekliyor. Diğeri ikinci kolsa Ak Parti’yi destekliyor. Menzil’de de benzeri bir durum yaşanacak. Devletin muhatap aldığı kesim devlet tarafından kullanılan kesim olacaktır: Devlet ricali ve Cumhurbaşkanı kendisini muhatap aldığı için ana gövdeyi Saki Erol oluşturacaktır. Diğer kardeşler ise daha küçük kollar olarak devam edecektir; işte Semerkant vs. gibi küçük şeyleri onlar idare edecek, küçük yapılanmalar olarak devam edecektir. Dolayısıyla mirası bu şekilde paylaşacaklardır.

- Advertisment -