İç dünyamda gecekonduları her zaman kayırmışımdır. Afganistan gezisinden önce Wikipedia’dan bazı Kâbil fotoğraflarına baktım. İstanbul’un Anadolu yakasının çocukluğumdaki tepeleri ve o tepelerdeki gecekondumsu yapılar aklıma geldi. Zaten, bir şehirde İstanbul’un belli bir dönemini yakalayamadan o şehri sevmeyi pek başaramam. Kâbil’in tepelerinin önünde dolaşırken, gerçekten de 80’lerin İstanbulu’nun ruhunu biraz olsun algılayabildim. (Mesela Kahire’nin Nil kıyısındaki yerlerini de kafamdaki “1900’lü yılların başının İstanbulu” imajına benzeterek sevmiştim.) Wikipedia’daki fotoğraftan aldığım tat da başkaydı…
Kâbil gizemli bir şehir, 3 milyonu aşan, kimi değerlendirmelere göre 5 milyona ulaşan nüfusuyla, enternasyonal yapısıyla, etnik zenginliğiyle, hakkında söylenen her şeye rağmen dünya çapında bir metropol özelliği gösteren bir şehir. Özellikle de merkezi yerlerinin ara sokaklarında (öyle her Ortadoğu metropolünde örneğin Kahire’de bulamayacağınız yoğunlukta) bir gizem var. Klasik anlamda bir fakirlik tablosundan değil ama bir “tam kalkınamamış olmanın verdiği otantik büyü”den söz edilebilir…
Eğer güvenlik sorunlarına ve engellerine aldırış etmeyip şehrin İstanbul’un Topkapı gibi semtlerinin 80’li yıllardaki enerjisini andıran ve “Ortadoğu orijinalite”sini birçok Arap şehrinin artık koruyamadığı kadar koruyabilen ara sokaklarına kendinizi bırakabilirseniz, gerçekten roman tadı olan kareler yakalamanız zor değil.
Kuma ve toza rağmen
Kâbil, gelişen, kalkınan, üstelik kendine özgü bir ritim, renklilik ve enerjiyle kalkınan bir şehir. Pakistan’la ve bölgedeki bazı başka ülkelerle yarışması zor olsa da, kendi içinde kapalı ve özel bir dünya. Her ortadoğu başkentinde göremeyeceğiniz yoğunlukta inşaatlar, modern apartmanlar, düğün salonları, hatta yer yer restoranlar çıkıyor karşınıza… Kısacası sürprizli bir şehir Kâbil. (Mesela çoğu Ortadoğu şehrinde, Batılı yaşam tarzı olan bazı istisnai semtler dışında gerçek bir restoran kültürü yoktur, hatta restoran yoktur). Şehrin etrafındaki geniş caddelerdeki düğün salonlarında ayrı bir enerjiyle, şehrin merkezindeki ara sokaklarda ayrı bir enerjiyle karşılaşıyoruz.
Eğer kadın değilseniz, anlatılan boyutta bir “baskı” hissetmeyebilirsiniz, ama “sıcağın ve güneşin baskısı” herkes için inanılmaz boyutta. Bu arada Ortadoğu ve Arap ülkelerine yöneltilen “hijyenik değil”, “pis” vb. yorumlarla ilgili de şu sonuca vardım… Evet bu ülkelerde gezerken bir kirlilik duygusu yaşıyorsunuz, ama bu nem oranının düşüklüğü ve çöl ikliminden ötürü yüzünüze vuran toz ve kumdan kaynaklanıyor. Yani Ortadoğu ve Arap dünyası, insanları temizlik bilincine sahip olmadığı için değil, doğal koşullardan ötürü kirli. Kumun, tozun, çölün ve sıcağın ruhunu anlamayan, salt ekonomik, sosyolojik, teolojik analizlerle Ortadoğu’nun ruhunu anlayamaz.
Irksal çeşitlilik
Kâbil, ırksal olarak da renklilik gösteren bir şehir. Çekik gözlüler, kısmen çekik gözlüler, klasik Ortadoğu tipli insanlar, Akdeniz tipli insanlar var. Çince ve Korece yazılara da Türkçe yazılara da rastlamak mümkün. Afrika’daki Arap ülkelerinden farklı olarak zenciliğe yakın derecede esmer olan insan ise göreceli olarak az. Kâbil, Afganistan’ın diğer bölgelerine oranla nispeten daha tahammül edilebilir bir sıcaklık seviyesinde. En sıcak bölge olan (ve divan şiirinde de geçen) Kandahar bölgesine karayoluyla yaklaşmak bile güvenli değil. Afganistan, tüm enerjisine, orijinalitesine, kültürüne ve uzaktan görünmeyen ekonomik potansiyeline rağmen, henüz kendi kimliğini bulamamış, özlediği gerçekliği yakalayamamış bir ülke belki de.