[17-18 Temmuz 2020] Önce şunu söyleyeyim: kaç yazıdır sözünü ettiğim karşılaştırmaların Asya Üretim Tarzı ayağı, orta ve uzun vâdede Feodalizm ayağından çok daha çürük çıktı. Daha önce söylemiştim; 1960’lar ve 70’lerde özellikle Fransız Komünist Partisi içi ve çevresindeki bazı aydınlar Sovyet Marksizminden ve Sovyetler Birliği etrafında halkalanan Uluslararası Komünist Hareketin merkezî çizgisinden kurtulup özgürleşme arayışına girdi. Fakat bunu açıkça söyleyemediler. Marx ve Lenin’e sarılırken bütün kabahati Stalin’e buldular. Louis Althusser ve öğrencileri Stalinizmi öncelikle aşırı ekonomizm, ekonomik determinizm ve tarihe tek çizgili (doğrusal) bakış açısından eleştirmeye yöneldi. Felsefe planında, devrimi tek bir çelişmenin (kapitalizmin temel çelişmesinin) kendini Hegelci tarzda “açımlama” ve “aşma” ya da “sonuca vardırma”sına değil, bir yığın çelişmenin kesişme ve üstüste binmesi yoluyla oluşan bir “üst-belirlenim” veya “çoklu belirlenim”e (surdetermination) bağladılar. Kapital’i “doğru okuma”nın bu noktada düğümlendiğini savundular.
Paralelinde, başta Maurice Godelier olmak üzere çeşitli sosyal bilimciler aranan “çok çizgililik” için Asya Üretim Tarzı kavramına sarıldı. Batı dışı toplumların gecikmişliği veya geri kalmışlığını AÜT-ve-blokaj (duraganlık) ile açıklamayı denediler. Böyle bir tek faktörcülük aslında pekâlâ öngörülebilecek bir sonuç verdi. Akla hayale gelebilecek her yerde AÜT keşfedilmeye başladı. Üç ayda bir yayınlanan La Pensée dergisinin sayfaları Bizans ve AÜT, Osmanlı ve AÜT, Senegal ve AÜT, Kamboçya ve AÜT, Vietnam ve AÜT… yazılarıyla dolup taşar oldu. Hepsinde üç aşağı beş yukarı aynı reçete izleniyordu. Bir yanda Marx’ın 1857-58 elyazmalarından istihrac edilmiş bir AÜT modeli vardı; mutasavver karakteristikleri 1-3-5-10 diye sıralanıyordu. Karşısına ise (yazarın kendisine göre oluşturduğu) bir Vietnam veya Senegal veya Kamboçya veya Osmanlı modeli dikiliyor ve onun da kararkteristikleri 1-3-5-10 diye sıralanıyordu. Sonra güya karşılaştırılıyordu iki dizi; kaçı tutuyor, kaçı tutmuyor? Bunun ötesinde, hemen hiçbir ciddî strüktürel analiz yapılmıyor; “çoğu” tutarsa bakın işte AÜT demeye getiriliyordu.
Böyle böyle, ne oldu? Bir zamanlar Feodalizmin (batıdan doğuya) işgal edeceğinden korkulan dünyayı, bu sefer Asya Üretim Tarzı (doğudan batıya) işgal etmeye koyuldu. Asya Üretim Tarzı, Marx’ın vizyonunda orijinal mekânı olan Çin ve Hindistan’dan çıktı; Afrika’ya gitti; oradan Latin Amerika’yı da dolaştı ve bu sefer Avrupa’ya dahi girdi. En son okuduğum yazılar Doğu Avrupa ve özellikle Romanya ile ilgiliydi. Sosyo-ekonomik gelişme ve bu arada (Avrupa tipi) Feodalizmin gelişmesi bakımından Avrupa’nın doğusu da batısından geriydi ya. İşte bu, kimi yorumcunun Doğu Avrupa’ya bile acaba AÜT olabilir mi diye bakmasına yol açıyordu. Böyle böyle, AÜT doğunun ve özellikle Asya’nın geriliğinin sırrını içerdiği düşünülen bir sihirli formül olmaktan çıkıp zıddına dönüştü; “feodal değil” hükmünün değişik bir ifadesinden başka bir şey olmayan, spesifik içerikten yoksun, içi boş bir kümeye (an empty set) dönüştü. Gelip geçici bir modaymış; silindi gitti 1970’lerden, kısmen de 80’lerden sonra. Unutuldu bu tartışmalar. Bugün benim kuşağımdan dahi özellikle AÜT’ü kim hatırlıyor, ya da AÜT’çü denebilecek kimse kaldı mı, çok emin değilim doğrusu.
Buna karşılık karşılaştırmaların diğer ucundaki Feodalizmin kaderi böyle olmadı, çünkü AÜT’ün başlangıçta sadece Şarkiyatçıların ve sonra da Marx’ın muhayyilesinde mevcut olmasına karşılık, Feodalizm (veya Avrupa Feodalizmi) belki kısmen yanlış bir genellemeydi, ama kesinlikle bir fantezi değildi; çok somut ve elle tutulur bir gerçekliği — Avrupa Ortaçağının bütün detaylarıyla betimlenmiş, koltuğa oturtulup poz verdirilerek fotoğrafı çekilmiş gerçekliğini yansıtıyordu. Dolayısıyla AÜT gitti ama Feodalizm kaldı. Bu da eski asimetriyi yeniden doğurdu. Sorun döndü dolaştı; bir tarafta Feodalizm ve diğer tarafta “bütün” Avrupa dışı fiyef sistemlerinin nasıl ilişkilendirileceğine irca oldu.
Oysa çözüm çok basit aslında. Mesele tek tek “tür”leri birbirine eşitlemeye kalkmakta değil değil; hepsinin tamı tamına aynı olmasalar bile daha büyük (daha üst) bir sınıf, takım, aile veya cins içine girip girmeyeceğini sormakta düğümleniyor. 14 Temmuz yazımda, tarihsel düşünme çabasının Matematik, Biyoloji ve Mitoloji araç veya metaforlarından yararlanabileceğini söylemiştim, İki gün önce, 12 Temmuz’daki yazımın spot’unda da şu soruyu sormuştum zaten: “Tutun ki biyolojiden söz ediyoruz. İki büyük tasnif katmanı var: cins (genus) ve tür (species). Geçmişte garip bir kuş bulmuş; hem bir cins hem bir tür olduğuna (yani o cinsin içinde başka bir tür olmadığına) karar vermiştik. Cinsine Feodalizm, türüne de Feodalizm feodalizm demiştik. Fakat şimdi az çok benzer başka kuşlar da çıktı karşımıza. Bunları da aynı türün içine mi sokacağız? Yoksa o cins içinde başka türler mi icat edeceğiz? Cinsin adı gene aynı mı kalacak?”
Buradaki temel fikir şu: Biyoloji de, Tarih (veya Tarihsel Sosyoloji) de, belirli “obje”leri gözlemliyor kendi alanlarında. Biyoloji canlı varlıkları gözlemliyor; Tarih toplumları, sosyo-ekonomik formasyonları gözlemliyor. Biyolojinin gözlem yapar ve tasnif ederken kullandığı ölçütlere; neleri önemli neleri önemsiz saydığına Tarihsel Sosyolojinin de dikkat etmesinde yarar var. İki tür sınıflandırmadan söz ediliyor Biyolojide. Birincisine bugün “yapay sınıflandırma” deniyor. İlkçağdan beri mevcut. Canlıların dış görünüşlerine, şekil benzerliklerine, analog (yani görevleri aynı) organlarına, yaşam alanlarına bakılıyor. Örneğin kanatları olup olmadığından, uçup uçmadıklarından vb hareketle, diyelim bazı böceklerle kuşlar birlikte düşünülebiliyor. Veya suda yüzen, denizlerde yaşayan bütün yaratıklar bir kategori oluşturabiliyor. İnsanlık henüz çocukluğunda. Bir çocuğun gözü ve safiyetiyle bakıyor dünyaya. Balina ve yunuslar ile balıklar pekâlâ bir tutulabiliyor.
Zaman içinde bilim gelişiyor; insanlar sırf “dışardan” değil “içine” de bakmasını öğreniyor canlıların; gözlem ve bilgi birikimi yeni boyutlara ulaşıyor. Bu zeminde, “doğal (filogenetik) sınıflandırma” denen yeni bir tasnif sistemi yükseliyor. Bu yaklaşımda canlıların köken benzerliklerine, akrabalık derecelerine, homolog (yani kökenleri aynı, görevleri ister farklı ister aynı) organları esas alınıyor. İnsanın kolu, balinanın yüzgeci, kuşun kanadı (aynı kökenden çıkıp embriyo düzeyinde farklılaştıkları için) homolog organlar kabul ediliyor.
Hücre yapısı, embriyonik gelişim, anatomik ve fizyolojik yapı, protein benzerliği, beslenme şekli, vücut simetrileri, üreme tarzı, boşaltım yöntemi ve tabii günümüzde DNA (genetik yapı) faktörleri öne çıkıyor. Buna göre, bütün canlı organizmalar yedi kademeli bir klasifikasyona tabi tutuluyor. (1) En tepede “âlem” (kingdom; hayvanlar âlemi veya bitkiler âlemi gibi). (2) Kendi içinde “şube”lere ayrılıyor (phylum; çoğul phyla). (3) Sonra “sınıf”lar geliyor (class). (4) Sonra “takım”lar (order). (5) Sonra “aile”ler (family). (6) Sonra “cins” (genus). (7) Nihayet “tür” (species). Bu sistem yukarıdan aşağı inildiğinde her canlıya iki terimden oluşan bir isim (binomial name) vermeyi mümkün kılıyor. Bazen bu, türün de alt-türleri olması halinde üçe çıkabiliyor (trinomial name). İlk sözcük cinsi, ikinci sözcük o cins içindeki türü, (varsa) üçüncü sözcük alt-türü (sub-species) gösteriyor. Örneğin Homo cinsi 30,40 bin yıl öncesine kadar içinde iki türü barındırıyor: Homo neandertalensis ve Homo sapiens. Derken H. neandertalensis yokoluyor. Günümüz insanı, yani H. sapiens yeryüzünde yalnız kalıyor.
Bu çerçevede, dış görünüşü itibariyle hiç birbirine yakıştıramayacağınız canlılar belirli seviyelerde bir araya gelebiliyor. Hem balıklar, hem balina ve yunuslar suda yüzer, çoğu deniz ve okyanuslarda yaşar. Ama balina ve yunusların galsamaları değil akciğerleri olması, suda erimiş oksijeni değil satha çıkıp havadaki serbest oksijeni solumaları, yumurtlamak yerine canlı yavrulamaları ve yavrularını sütle emzirmeleri, onları üçüncü kademede, yanı “sınıf” (class) düzeyinde balıklardan ayırıp memeli hayvanlara (Mammalia) dahil etmemizi gerektiriyor. İki çentik inelim; takım Artiodactyla ve alt-takım Cetacea oluyor. Bütün balina ve yunuslar bu Cetacea alt-takımını meydana getiriyor. Bugün varolan hayvanlar içinde (şimdi sıkı durun) en yakın akrabaları hipopotamlar (su aygırları), sığırlar ve domuzlar. Bunun içinde dahi inanılmaz bir çeşitlilik barınabiliyor. En tepede, ölçeğe uygun bir mavi balina çizimini görüyorsunuz (Balaenoptera musculus). Gelmiş geçmiş bütün hayvanların en büyüğü. Sağ üst köşesine iliştirilmiş dalgıç figürü, cesameti hakkında bir fikir veriyor. 30 metreye yaklaşıyor ve 173 tonu buluyor. Aşağıda yanyana yüzen iki sevimli yaratık ise Maui yunusu (Cephalorhynchus hectori maui). Balinalardan çok daha küçük olan yunusların da en
küçüğü. Ancak 1 metre boyunda ve 50 kilo çekiyor. Gelin görün ki, 29.9 metrelik mavi balina ile 1 metrelik Maui yunusunun ilk beş tasnif kademesi aynı: âlem Animalia, şube Chordata, sınıf Mammalia, takım Artiodactyla, alt-takım Cetacea. Ancak ondan sonra, sekans altıncı kademede mavi balina için aile Balaenopteridae, cins Balaenoptera, tür B. Musculus diye gidiyor. Maui yunusu için ise aile Delphinidae, cins Cephalorhynchus, tür C. hectori, alt-tür C. h. maui oluyor. Üçlü Cephalorhynchus hectori maui adı bu şekilde oluşuyor.
Bütün bunları yazarken, çocukluğum ve gençliğim geldi aklıma. Ortaokulda, o zamanki adıyla İzmir Koleji’nde (şimdi Bornova Anadolu Lisesi), Amerika’dan gelen Mr Metzgar diye bir fen öğretmenimiz çok sevdirmişti biyolojiyi. Sonra 1961’de İstanbul’a, Robert Koleje geldiğimde Lise 1’de Dr Rallou Rhasis çıktı karşıma. 1934-39 arasında İstanbul Üniversitesi’nde yürüttüğü doktorasını Cenevre’de tamamlamış; İkinci Dünya Savaşı gelip geçtikten sonra Amerika’ya gitmiş, doktora sonrası araştırmacı (postdoc) olarak Columbia’da bulunmuştu. Döndüğünde İstanbul Üniversitesi’nde asistanlığa Ermeni olduğu için alınmadığını çok sonra duyacaktım. Çok aksi ve korkulan bir hocaydı; gelin görün ki benzersiz akademik birikimiyle bizlere lise öğretmenliği yapıyor ve DNA’nın yapısı daha yeni çözülmüşken (Watson ve Crick, 1953) Biyolojinin önünde açılan yeni ufukları bir yığı ergene aktarmaya çalışıyordu. Sonra bir de Yale’de, 1964-65 ders yılında “çekirdek müfredat”ın bir parçası olarak aralarında Arthur Galston ve J. P. Trinkaus gibi ünlü isimlerin de yer aldığı acayip bir ekipten müthiş bir Biyoloji 10a-10b de almış ve ciddi surette sallanmıştım, acaba (o sırada seçtiğim diploma alanı olan) Ekonomiyi bırakıp da Biyolojiye mi dönsem diye. O derece sevmiştim, seviyordum bu diğer alanımı.
Yapmadım, atmadım bu çok radikal, aşırı radikal adımı. Yapsaydım ne olurdu, muhtemelen genel evrim teorisinde mi yoğunlaşırdım, hiç bilemeyeceğim artık. Robert Frost’un The Road Not Taken meselesi. Ekonomide devam ettim; bırakıp Türkiye’ye döndüm; solculaştım; 12 Mart’ta hapse girip çıktım; düştüm kalktım; sonra uzun ve karmaşık yollardan, meğer hep gizli sevgilim konumunu sürdüren Tarihe giden yolu buldum. Ama hem Biyolojiyle, hem Ekonomiyle karşılaşmalarımdan benim için çok önemli, çok değerli, çok kalıcı şeyler aldım. Biyoloji ile Felsefeyi birleştirmeye çalıştığım da oldu yer yer. “Genel” ile “özel”in ilişkisini düşünelim örneğin. Diyalektik bir tamamlayıcılık var aralarında. Zaten etimolojileri de bunu apaçık yansıtıyor. Türkçeye “genel” diye geçen sözcük, Proto-Hint Avrupa gene (doğurmak) kökünden türüyor; ardından hep Latincede genus (cins), gens (soy, klan), generalis ve 12. yüzyıl Eski Fransızcasında general (genel) versiyonları sökün ediyor. Bugün Türkçede “özel” veya “özgül” diye kullandığımız sözcükler ise gene Latince species (tür) diye başlayıp Ortaçağ Latincesi ve Geç Latincede specialis ve specificus, Eski Fransızcada special ve especial, 12. yüzyıldan itibaren ve Modern Fransızcada spécial, 1630’lar Fransızcasında spécifique varyantlarının hepsine yol açıyor. Hemen hangi tarihî ve etimolojik sözlüğe bakarsanız bakın, hep aynı ilişki vurgulanıyor: Genel ve özel, öyle bir kavram çifti ki, birbirinin zıddı ve birbiriyle mukayese içinde tanımlanıyor. Genel, özele göre genel; özel, genele göre özel. Her genele, bir dizi özelden hareketle ulaşılıyor. Her özel, ancak belirli bir genelin içinde varoluyor.
Cins: Bütün fiyefe dayalı devletler ve fiyef sistemleri
Böyle baktığımızda, Feodalizm ile Avrupa dışındaki fiyefe dayalı devletlerin, fiyef sistemlerinin ve bunlardan kaynaklanan değişik iktidar konfigürasyonlarının ilişkisini kurmak hayli kolaylaşıyor. Yukarıdaki balonda, gerekek Feodalizmi (=Avrupa), gerek bütün diğer fiyef sistemlerini aynı Venn diyagramı, aynı küme (set) içinde topladım. Ama aynı zamanda, o büyük kümenin içinde küçük kümeler olarak gösterdim. Neden? Bunların her biri birer “tür.” Birer “özel.” Bu özelleri veya türleri birbirine eşitlemeye kalkmak boşuna. Ama hepsinden hareketle bir “genel”e, hepsini kapsayacak “cins”e ulaşmak mümkün. Şu koşulla: söz konusu kucaklayıcı “cins”i, “tür”lerinin birinden, tek birinden hareketle adlandırmayalım. Daha somut olarak, cinsin tamamına Feodalizm demeyelim. Feodalizm (veya Avrupa Feodalizmi) varsın kalsın bir tür olarak, Bizans (pronoia), Erken İslâm (kat’ia), Selçuklu (iktâ), Osmanlı (timar) sistemlerinin ve daha nicelerinin yanısıra.
Yeter ki ne özdeşleştirelim. Ne de aradaki âlem-şube-sınıf-takım-aile-cins akrabalıklarını reddedelim. Tarıma, küçük köylü üretimine ve fiyef/timar dağıtımına dayalı hanedan devletlerinin ortak yanlarını gözden kaçırmayalım. Alternatiflerin en kötüsü, en Avrupa-merkezcisi, hem Şarkiyatçısı hem Garbiyatçısı olan 1/0, ak/kara zıtlaştırmalarından uzak duralım.