Ana SayfaYazarlar1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü

1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü

 

[11 Ağustos 2019] Modernitenin hemen bütün büyük süreçleri gibi, demokrasinin de, bir, bütünsel gelişmesi var zaman içinde. Büyük tabloya baktığımızda, 18. yüzyıla kıyasla 19. yüzyıl sonlarında, 20. yüzyıl başlarına kıyasla 21. yüzyıl başlarında  çok daha fazla ve çok daha ileri bir demokrasi görüyor ve yaşıyoruz.

 

Ama iki, bu genel trend etrafında, bir de dönemsel dalgalanmaları, iniş çıkışları söz konusu. Demokrasinin suları bazen yükseliyor, bazen geri çekiliyor. Nabzı bazen güçlü, bazen zayıf atıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, hemen sadece İngiltere hariç, batısı ve doğusuyla bütün Avrupa’da demokrasinin yükselişine paralel olarak anti-demokrasinin de yükselişi söz konusu. İlk o sıralarda, liberalizme büyük bir tepki baş gösteriyor (bugün bu anti-liberal kabarışların belki üçüncüsü veya dördüncüsünün içindeyiz). Ferdiyetçiliğiyle, deniyor, toplumları atomize eder, yıkar, böler, parçalar. Bencilliği, bireysel çıkarları yüceltmesi, ortak ülkü diye bir şey bırakmaz. Oysa millet dediğin yekpare olmalı. O sıralarda sol, sağın çok gerisinde. Fakat öyle veya böyle, sağda (henüz iki ayrı akım olarak) muhafazakârlık ve milliyetçilik, solda sosyalizm, son tahlilde hep liberalizme ve liberal demokrasiye karşı mevzileniyor. Sağın tepkisi derece derece monarşizm, otokrasi veya despotizm (istibdat), giderek mutlak lider (führer, tek adam) arayışında somutlanıyor. Solun tepkisi demokrasiyi devrimle aşmayı öngörüyor.

 

Gene de Birinci Dünya Savaşına kadar demokrasi esas olarak yükseliş içinde. Muhafazakârlık geriliyor; seçimler, parlamento, temel özgürlükler, Kilise dışı eğitim, işçi ve kadın hakları… derece derece hep gelişme gösteriyor. 1918’de silâhlar nihayet sustuğunda da, bu ivme biraz daha sürecek. Batıda, hükümetler ülkelerini korkunç bir kan banyosuna sürüklemiş olmanın bedelini “refah devleti”yle ödüyor. Orta ve Doğu Avrupa’da, geleneksel imparatorluklar (Çarlık Rusyası, Osmanlılar, Avusturya-Macaristan) peşpeşe yıkılmış veya yıkılıyor; bir dizi yeni ulus-devlet doğarken, hanedanların yerini cumhuriyetler alıyor. Anayasalar yazılıyor veya başkalarından kopya ediliyor; hukuk devletleri oluşuyor  (Türkiye de izole, kendine özgü bir olay değil; bu sürecin bir parçası). ABD cumhurbaşkanı Woodrow Wilson’ın “dünyayı demokrasi açısından güvenilir kılma” (to make the world safe for democracy) vaadi gerçekleşmişe benziyor.

 

Derken birkaç yıl içinde herşey tersine dönüveriyor. Özellikle savaştan yenik çıkan (Almanya, Avusturya, Macaristan), istediğini alamadığını düşünen (İtalya), şu veya bu şekilde 1918-20 barış antlaşmalarında hakkının yendiğini düşünen ülkelerde, milliyetçilik ve millî intikamcılık (rövanşizm) hızla geri geliyor. Üzerine, 1917 Bolşevik Devriminin tetiklediği “kızıl korkusu”  biniyor ve demokrasiden kaçış başlıyor. Sonra bir de 1929 Büyük Bunalımı büsbütün hızlandırıyor otoritarizm arayışlarını. İtalya’da Faşizm ve Almanya’da Nazizm, bu yaygın eğilimin sadece en vahşi, en aşırı tezahürleri. Bir dizi ülkede ordu iktidara el koyuyor ve doğrudan askerî diktatörlükler kuruluyor. Bazılarında, monarşinin zaten tanıdığı otokratik yetkilerin silâhlı kuvvetlerin vesayeti altında genişletilmesi suretiyle, yeni tip “kraliyet diktatörlükleri” (royal dictatorships) zuhur ediyor. Hemen hepsi, varolduğu kadarıyla yerel faşizmleri kanadı altına alıyor. Avusturya’da, daha sonra sözünü edeceğim Yurt Muhafızları (Heimwehr) ve Romanya’da, (Ionesco’nun Gergedan piyesinde hicvedeceği) Demir Muhafızlar gibi, kâh Mussolini’nin Kara Gömleklilerini (Squadristi’sini), kâh Hitler’in Kahverengi Gömleklilerini (SA’larını, Hücum Taburlarını) takliden oluşturulmuş paramiliter örgütleri (en azından bir yere kadar) besliyor, yetiştiriyor, himaye ediyor.   

 

Örnekler: (1) Macaristan’da Amiral Mikloş Horthy, 1920-44 arasında Kral Naibi ve ülkesinin mutlak hâkimi. (2) Daha sonra Yugoslavya diye tanıyacağımız ülkede, 1918’de önce bir Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı kuruluyor. 1919’da Kral I. Alexander tahta çıkıyor. On yıl, devraldığı meşrutî (anayasal) monarşiyle idare ediyor. Derken 1929’da bütün iktidara el koyuyor, diktatörlüğünü ilân ediyor, anayasayı değiştiriyor, ülkenin adını da Yugoslavya Krallığı yapıyor. 1934’te Hırvat milliyetçilerinin tuttuğu bir Bulgar IMRO keskin nişancısı tarafından vurulup öldürülüyor. 1934-41 arasında Yugoslavya’yı, (Hitler saldırıncaya kadar) kuzeni Prens Paul başkanlığında bir Kral Naipliği Konseyi yönetiyor. 

 

(3) Polonya diye bir ülke 1795-1918 arasında mevcut değil. Böyle bir siyasî birim yok Avrupa haritasında. 18. yüzyılda üç defa paylaşılıp yutulmuş, Prusya, Avusturya ve Rusya tarafından. 1918’de tekrar sahneye çıkıyor. Önce demokratik bir cumhuriyet kuruluyor. Fakat 1926’da Mareşal Joszef Pilsudski’nin darbesi ve diktatörlüğüne maruz kalıyor (1926-35). Pilsudski’nin ölümünden sonra iktidar, Cumhurbaşkanı Moşçiçki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Kwiatkowski, Başbakan Skladkowski, Başkomutan Mareşal Rydz-Smigly ve Dışişleri Bakanı Albay Beck arasında paylaşılıyor. Demokrasiden söz etmek çok zor. Seçimler ve  parlamento (Sejm) göstermelik. 1 Eylül 1939’a kadar, ne yaptığını pek bilmeyen, hayli kalın kafalı bir tür yerli faşizm hüküm sürüyor. Haddinden büyük kumarlar oynamaya kalkıyor. Bir yanda Nazizm ve diğer yanda Stalinizm arasında sıkışıyor, silinip gidiyor.

 

(4) Yunanistan, 1919-22 Küçük Asya Felâketi’nin ardından kralcılarla cumhuriyetçilerin mücadelesiyle sarsılırken, General Ioannis Metaxas’ın darbesi ve kralcı askerî diktatörlüğüyle (1936-41) güya bir nebze istikrara kavuşuyor. (5) İspanya’da da ana kamplar, en azından başlangıçta monarşi ve cumhuriyet. Fakat krallık, gitgide daha fazla orduya dayanarak ayakta kalabiliyor. 1923’te Barcelona askerî valisi General Primo di Rivera sahneye çıkıyor. Darbesine ve doğrudan diktatörlüğüne (1923-25) Kral II. Alfonso destek veriyor. Rivera 1925-30 arasında da, bu sefer sivil bir hükümetin başbakanı. Fakat otoritarizmi giderek monarşinin aleyhine oluyor ve cumhuriyet ilân ediliyor; geniş bir sol koalisyon kuruluyor. Karşılığı, General Franco’nun ve diğer muhafazakâr komutanların ayaklanması, 1936-39 İç Savaşı ve Falanjizmin (İspanyol faşizminin) zaferi biçiminde tecelli ediyor. 

 

(6) Romanya’da, 1918 sonrası meşrutî monarşi koşullarında varolabildiği kadarıyla demokrasiyi önce Kral II. Karol (1938-41) eziyor; ardından Mareşal Ion Antonescu (1941-44) tümüyle yokediyor. Nazizmin sadık müttefiki oluyor; Sovyetler Birliği’nin içlerine ilerleyen Alman ordularına ayak uyduruyor; sonra Stalingrad’da bozguna uğruyor ve geri çekiliyorlar. İroniye bakın ki 1944’te taraf değiştiren, Romen ordularını Kızılordu’nun emrine veren ve Antonescu’yu da (1946’da idam edilmek üzere) hapse attıran, gene II. Karol oluyor.

 

(7) Avusturya, St Germain antlaşmasından sonra 1919/20’den 1932/33’e cumhuriyetle yönetiliyor (Avusturya Cumhuriyeti veya Birinci Cumhuriyet deniyor). Karşısında iki tür aşırı sağ yükseliyor: (a) Doğrudan Alman Nazizminin, NSDAP’ın uzantısı niteliğindeki Avusturya Nasyonal Sosyalizmi. (b) Avusturya milliyetçiliğinin, politik Katolikliğin ve korporatizmin bir sentezi diyebileceğimiz “Avusturya faşizmi” (Austrofascism). 1932-33 seçim sarsıntılarının, sağın oy tabanını eritmesi karşısında ilk reaksiyonu bu Austrofaşistler gösterip 1934’te iktidara geliyor. Liderleri Engelbert Dolfuss ve onun bir suikaste kurban girmesinden sonra Kurt Schuschnigg. Örgütleri Anavatan Cephesi (Vaterlandische Front) ve daha önce değindiğim Yurt Muhafızları (Heimwehr). 1934-38 arasında ülkeyi onlar yönetiyor. Ama 1938’deki Nasyonal Sosyalist darbe, Alman ordularının ânında sınırı geçmesini sağlıyor ve sonuç, Avusturya’nın Almanya ile “birleşmesi” (Anschluss) oluveriyor.

 

(8) Türkiye de aynen bu uluslararası çerçevenin içine oturmakta. Bir yere kadar, köhnemiş bir hanedan devleti. Son on yılında, yeni Türk milliyetçiliğinin ilk kuşağına mensup arriviste (fırsatçı-tırmanıcı), kifayetsiz muhteris İttihatçı savaş ağalarınca, öncelikle de Enver Paşa, Talât Paşa ve Cemal Paşa triumvirince yönetiliyor. Yeniliyorlar ve imparatorluk çöküyor. Dağılırken, yerine modern bir ulus-devlet kuruluyor. İktidar Türk milliyetçiliğinin ikinci neslini temsilen Mustafa Kemal Paşa (sonra Atatürk) ve çevresinin eline geçiyor. Kemalist bir kadro oluşuyor. Cumhuriyet önce görece çoğulcu ve demokratik olabileceği izlenimini veriyor. 1923-25 arasında öyle bir mecraya giriyor. Fakat devam etmiyor. 1925-27 krizi hızla katılaşmayı, İstiklâl Mahkemelerini, her türlü muhalefetin tasfiyesini ve 1938’de İsmet Paşa’ya (İnönü) devredilip 1946/50’ye kadar sürecek bir Tek Parti diktatörlüğünün kurulmasını beraberinde getiriyor. Dikkat ediniz: 1923-27’nin zamandaşları Horthy, Pilsudski, Primo di Rivera. 1938 geçişi ise Kral II. Karol darbesi, Anschluss ve İspanya İç Savaşı ile aynı ortamda cereyan ediyor.

 

Öyle veya böyle; (Türkiye’yi şimdilik bir yana bırakırsak) Avrupa’da iki savaş arasındaki dönemin önde gelen isimleri ve ünvanları bunlar işte: Krallar, prensler, naipler, mareşaller, amiraller, generaller (paşalar), tek tük albaylar. Başta Hitler ve Mussolini. Sonra ikincil aktörler. Horthy (yukarıda sağda), Pilsudski (ortada), Antonescu (solda), Rivera, Metaxas, Franco ve benzerleri. Gene yukarıda ikinci sırada, soldan sağa I. Alexander, II. Karol, II. Alfonso. Nasıl da hepsi (altısı birden) birbirini andırıyor! Şu insanlık nelerden geçmiş meğer, suratlarını, üniformalarını, sırmaları ve madalyalarını böyle yanyana görünce daha iyi anlıyoruz. Onlar yükselirken 1918-20’de umut veren demokrasi, Mark Mazower’in Dark Continent’taki (Karanlık Kıta) ifadesiyle, artık terkedilmiş, kimsenin ibadet etmediği,  ıssız bir tapınağa (deserted temple) dönüşüyor.

 

Bugün demokrasinin iniş-çıkış salınımı ne durumda? 1920’ler ve 30’lardan farklı mı acaba?

 

 

- Advertisment -